ADIM İHTİYAR ASKERDİ

Savaşanların hiçbir çıkarı söz konusu değil, hatta kaybı söz konusu, canını kaybediyor. Acısı dindiği anda, insanlar geriye çekilip oturuyor. Bu ülkede yaşayan tüm insanların, asker ailelerinin barış istemesi gerekiyor.

Her iki taraftan da yakınlarını kaybedenler öncü olmak durumunda.

Polis yakalayınca arandığımı ve bulunamadığımı gösteren dökümler çıktı. Bulunamamıştım ama gıyabımda beraat etmiştim. Askere gitmediğim de ortaya çıktı. Birinci şube, Fatih Polis Karakolu, askerlik şubesini dolaştıktan sonra Maslak İl Jandarmada eksi on beş derecede iki buçuk gün kaldım. On adım eninde on adım boyundaki yerde iki bin adım atarak ısındım. Beş dakika ısınıyor, sonra yine titriyorsun. On beş kişi filandık, asker kaçakları, firarlar. Maslak'ta çırılçıplak soyup dövmeleri tepkiyle karşılayınca saldırmaya kalktılar bana. Kasaturaları sobada ısıtın, dövün gibi... Onlar da er tabii. "Donunu çıkart, kıç kontrolü" yapacağız dediklerinde, donumu çıkartıp önümü döndüm, kıyamet koptu. Çavuş, bu farklı birisi, yani biraz siyasi demeye getirdi, biraz geri çekildiler. Ayaklarımı oturduğum koltuğun altına, kollarımı ve bedenimi de karşımda, sağımda, solumda oturanlara bağladılar. Hareket kabiliyetim engelleniyor. "Kaçmak gibi bir niyetim yok" dedim. Yirmi bir yıl kaçtıktan sonra yakalanmışım. Elimde ve ayağımda kelepçelerle acemi birliğine teslim edildim.

"Aklım, mantığım seni buradan içeri sokamayacağım" deyip nizamiyeden içeri girdim. Eczacı kalfası olduğumu duyunca beni viziteye verdiler. Derslere girmiyordum. Tesadüf birkaç sefer gittiğimde, Atina'ya çıkmaktan, Yunanın başına dünyayı yıkmaktan söz ediliyordu. "Apo puştu geleceğiz bilmem neyi yapacağız" gibi marşlar söyleniyordu. On günlük izinden sonra, usta birliği için toplama merkezlerine takılmadan doğrudan Tatvan'a Altıncı Zırhlı Tugayı'na gittim. Çok hoş karşıladılar beni. "Bilgisayar bilir misin, şoförlük bilir misin?" dediler. "İlaç bilirim, eczacı kalfasıyım" dedim. 100 yataklı Tatvan Askeri Hastanesi'nde bilmediğim bir işe verdiler. Laborantlık. Laboratuarı öğrettiler, tahlile başladık. Yaralılar geliyor, ölüleri morgdaki hocaya havale ediyoruz. Kan tahlili, yirmi dört saat takip edilmesi gereken hastalar vardı. Kan basıncı düşenlerin iki saat arayla kan basıncını ölçüyorduk... Gelenler tamamen asker, teşhir amacıyla iki gerilla getirmişlerdi. Yakındaki bir köye yemek almak için gittiklerinde ev sahibi ihbar ediyor, çıkarken taranıyorlar. Ölmeden de kulağını kesiyorlar, görmek istemedim. Sonuçta askerler, aileleri ve çatışmada yaralananlar geliyordu. İlk gördüğüm astsubaydı. Uzaktan, suikast silahı Kanasla ateş edilmişti. Beyni dağılmıştı. Yanındaki dört asker de kol ve bacaklarından yaralanmıştı. Sanki subaya bilinçli ateş edilmiş, askerler de onu taşıyamasın diye kol ve bacaklarından vurulmuştu. Kan verme sırası geldikçe bölüklere haber veriyorduk. AIDS'den hepatite kadar her türlü testten geçiriliyor. Hepatit çok yoğun Türkiye'de. Çok dikkatli çalışılıyordu. Üstesinden gelinemeyecek hastalar ilk müdahaleden sonra helikopterle Diyarbakır'a aktarılıyordu. Yaralılar müthiş etkiliyor insanı. Gözleri doluyor insanın. Yirmi küsur yaşında gençler paramparça geliyor. Dört kişiydi, onlar paramparça olmuşlardı, yakından ateş edilmişti. Askerler, karşı tarafı pusuya düşürmek için pusu kuruyor, pusuya kendileri düşüyor. On üç yaşında bir kız gelmişti. Yaralı değil, teslim olmuştu. Çatışmada kurşunu bitmiş. Ufacık kara kuru bir çocuk. Bir görevlinin peşi sıra dolaşıyordu. "İşe yarar mı acaba?" gibi cinsel anlamda konuşmalar oluyor. Söyleyenin de belki o yaşta çocuğu var. Yaralılar en çok çatışmadan geliyor, mayın da var. Bir asteğmenin bacağı parçalanmıştı. Karakolda oluyor olay; "Geçen sene bir astsubay şurada mayına bastı, bacağından oldu" diye konuşarak dolaşırlarken mayına basıyor. Genellikle yaralılarla olayın nasıl ve nerede olduğunu, karşı taraftan ölü olup olmadığını, yani genel durumu konuşuyorduk. İlk günler yoğun bir ilgiyle karşılaşıyor, ama bacağı gitmiş, geri gelmesi mümkün değil. İstediği kadar protez taksınlar. Gözün geri gelmesi mümkün değil. Psikolojik olarak da, beyin olarak da insanlar yıpranıyor. Gerilla gönüllü gidiyor, askerin mecburen gitmek gibi bir durumu var. Kan almak için çocuğu sedyeye yatırdık. Annesi çocuğun ciyaklamasına dayanamadı, koridorun öbür ucuna kaçtı. Aynı anda, bir gün önce bacağını kaybetmiş biri gelmişti. İnsan iki anneyi birden düşünüyor. Biri çocuğunun ağlamasına dayanamadı, biri sonraki gün oğlunun bacağını kaybettiğini öğrenecek. Eminim ki buna da şükür diyecek.

Silaha alerjim var, sevmiyorum. Acemide vermediler, Tatvan'da atış yaptırdılar. "Vuramıyorsun" diyorlar. "Zorla olmaz" dedim. Bir keresinde, atışta bayan üsteğmenimiz, "neden moralin bozuk" diye sordu. "Düşmanımı elime verdiniz" deyince, "nasıl düşmanın olur" diye şaşırıyor. Atışlar hedefe gidilip kontrol ediliyor. Üsteğmen, "dikkat, hedefte insan var" diye uyardı. "Komutanım hedef zaten insan" deyince, durdu. "Ne demek istiyorsun" dedi. "Çocuğunuzu," dedim, "dokuz ay karnınızda taşıyacaksınız, sancılar içinde dünyaya getireceksiniz, yirmi yaşına getirip askere göndereceksiniz. Ne idüğü belirsiz bir sebep uğruna bir kurşunla yok edilecek, kabul eder misiniz?" dedim. Dondu kaldı. "Örneği bile komutanım," dedim, "renginizi kaçırttı." "Burada ölenler de birer annenin çocuğu. Bu yüzden, silaha karşıyım" dedim.

Tatvan'da beş buçuk ay kaldım, dosyam o sürede hazırlanmış, apar topar sürüldüm.

Erciş! Niye sürüldüğümü genel olarak biliyordum. Gidince, bölük komutanına çıktım, sürgün olduğumu ve nedenini anlattım. Dosya gelmeden önce, bilerek bana iş vermesini istedim. Beni, kendi deyimimle koridor bakanlığına atadı. Koridora dikilip koridoru seyrediyordum. Erciş Onuncu Piyade Tugayı. Sonra tugayın ilaç işine verdiler. Sağlık şube müdürlüğüne çıktım. Orada da durumu anlattım. Her gün şehre gidiyordum, ilaçları alıyordum. Beş anlaşmalı eczane vardı. Bir hafta birisiyle, bir hafta birisiyle çalışıyorduk. İstesem kaçarım. Bir buçuk ay sonra istihbarat şubeden çağırdılar. Kurmay başkanı oturuyor, dosya önünde. "Niye askere geç geldin?" gibi sorular... O gece nöbetteydim, ayakta duramıyorum, karnım aç ve uykusuzum. Yarım saat beni ayakta diktiler, dosyada yazılı soruları soruyorlar. Spora çıkıyor musun? Askerde, tıbben otuz beş yaşından sonra spora çıkartmıyorlar. Yüzbaşıdan, spor yapamaz raporu istediğimde, "yaşın yetmiyor" demişti. Kurmay Başkanı, "sen koşacaksın bundan sonra" deyince şaşırdım. Sağlık şube müdürünü çağırıyor, kim imzaladı bunun kâğıdını diye soruyor. Şube müdürü yüzbaşı, "komutanım, siz imzaladınız" derken kıpkırmızı oluyor. "İnsan hakları üyesiymişsin, söylemedin" diyor komutan. "Yargılandığım şeyleri söyledim" dedim. "İnsan Hakları Derneği," dedim, "yasalar çerçevesinde kurulmuş bir dernek." Bunun üzerine Komutan, "senden şikâyetimiz yok, ama emir böyle, seninle çalışamayacağız. Kusura bakma" diyor.

O ara iznimi istedim, iki haftalığına İstanbul'a geldim Dönüşte gece telefonuna verdiler, telefon dediğim kontürlü telefon. Dokuz saniyede bir kontur atıyor, dokuz bin lira kontürü. Hesabını yapıp konuşanlardan parasını alıyorsun. Sabaha kadar oturup, akşama kadar yatıyordum. Telefon trafiği dağa gidiş ve dönüşte yoğunlaşıyor. Son zamanlarda pek yoğun çatışma yaşanmıyordu ama bizim tugayın askerleri genellikle mekanize tugayı, en son Fırat operasyonu dedikleri şeye gittiler. Asker telefonda en çok annesiyle konuşuyor. "Dağdan çatışmadan geldik" diye anlatıyorlar, annenin ruh halini kestiremiyorlar. Bakıyorsun adam gitmediği çatışmadan geldiğini ima ediyor telefonda. Güç göstergesi yani.

Benim adım ihtiyar askerdi. Tabii o yaşa kadar neden askerlik yapmadığımı soruyorlardı. Ben de, "silahı sevmiyorum, " diyordum, "insan öldüremeyeceğime göre bu iş bana göre değil". Çok şaşırıyorlardı tabii. Geleceğim günün sabahına kadar çalıştım. Bir ara kitaplarıma el koydular. Genellikle Akdeniz'de, geçmişte yaşanmış şeyler, mitos dizileri, romanlar falan okuyordum. Kitaplarımı yanımda götürmüştüm. Orada dergi gazetenin dışında bir şey bulamazsın. Televizyon seyrediyordum. Kitaplara da el konunca televizyondan başka bir şey kalmadı, sonra iade ettiler. Gece üç-beş kişi geliyor sabaha kadar oturuyorsun. O arada çok rahat okursun. Bir gün zaplarken Med TV çıktı. Kürt çocuklar panik içinde bağırıyordu, "abi kapat" diye.

Askerlerin yaralanma olayları, çatışmadan dönüşleri... Hiçbir insanın acı çekmesini istemiyorsun. Çok farklı düşünenler de var. Çok kötü benzetmeler, deyimler kullanılıyor mesela, leş aldık, yani hayvan ölüsü... Dinden bahsedilir. Dinsel anlamda bakınca da ölüye ne olursa olsun saygı duymak gerekir. Onur duyar gibi bir görüntü içerisindeler. İşin içinde olunca gerçekten eşit baktığını daha iyi fark ediyorsun. Can gidiyor, 20 yaşında bir insan sonuç itibariyle. Herkesin annesi babası var, emek verilmiş ona. Ne uğruna gittiği belli değil. Erdoğan'a uzaktan ateş edip beynini dağıtmışlar. Bir not düşmüştüm: "Güle güle Erdoğan, sen bundan sonra ne acı, ne gözyaşı duyacaksın. Biraz sonra tabutunu dışarı çıkaracaklar, her zamanki gibi birkaç cilalı laf söyleyip seni uğurlayacaklar. Güle güle Erdoğan..." 24 yaşındaydı, astsubay. Yeni mezun olmuş gencecik bir insan. Bir bakıyorsun hoparlörden dua okunuyor. Kurban kesilecek. Ordu yapısında irtica karşıtı bir şey yok. Gerekli görüldüğü yerde dini ön plana çıkaracaksın, kullanacaksın. "Asker arkadaşlığı sağlamdır" denir ya, pek öyle değil. 80'den sonra yetişen kuşağın genel yapısı belli. Bencil bir kuşak yetiştirildi. O kuşak şimdi askerde. O ateş düştüğü yeri yakar sözü çok doğru. Bizim toplum da biraz vurdumduymaz bir toplum. O yüzden canına dokunmadığın sürece bir şey olmuyor. Asker orada kendini kahraman gibi hissediyor da iş bitince kahramanlık kalmıyor... Bir sürü vaatler yapılıyor. Bir tekerlekli sandalye veriliyor, bırakılıyor. O bile her zaman verilmiyor. Bu kadar insan karşı çıksa... Osman Murat Ülke askerliğe karşı çıkıyor açıkça, ama tek başına. Toplumun karnından konuşmaması gerek. Savaşanların savaştıranlara karşı bir strateji belirlemesi gerekiyor. Savaşanların hiçbir çıkarı söz konusu değil, hatta kaybı söz konusu, canını kaybediyor. Acısı dindiği anda, insanlar geriye çekilip oturuyor. Bu ülkede yaşayan tüm insanların, asker ailelerinin barış istemesi gerekiyor. Her iki taraftan da yakınlarını kaybedenler öncü olmak durumunda. Ne var ki barış diye bağıranlar Kürtler oldu. Öbür tarafın sesi çıkmadı. Ayrıca, barışın öncüsü Kürt olunca bölücülükle suçlanıyor. Bence her askerin ölümünde barış yanlıları cenazeye katılıp aileye başsağlığı dilemeli... Kolsuz bacaksız bir sürü insanın aramızda yaşadığını, sapasağlam gidip eksik geldiğini gördük. Anlamsız, inadına bir savaş. On dört senedir, devletin deyimiyle kökünü kazıdığı şey, nasıl bir kazımaysa, yediveren gibi yeniden çıkıyor, bitmiyor tükenmiyor. Adam öldürmekle bu işin olmayacağı çok açık. Geniş kitlelerin barış sözcüğünü daha yüksek sesle söylemesini sağlamak şart. Barış sadece Kürtlerle olacak bir olay değil. Kürtlerin canı yanıyor ama sadece Kürtlerinki yanmıyor. Savaş sonsuza kadar sürmez, bitmek zorunda, bu ülke bitecek yoksa. Kürtlere karşı verilen savaş gerçekten Türklere yük oldu. Yani emekçi, işçi, memur, esnafa yük oldu. Yük olmayan savaşı sürdürüyor, sermayesini katlıyor. (Haziran 1998, İstanbul)

1956, Adıyaman doğumlu, lise mezunu, eczacı kalfası. İstanbul'da yaşıyor. 21 yıl askerden kaçtı. Ocak 1997'de yakalandı. Acemi birliğini Isparta'da, usta birliğini Tatvan Askeri Hastanesi ve Erciş Onuncu Piyade Tugayı'nda yaptı. 1998 Haziranı'nda terhis oldu. İnsan Hakları Derneği'nin aktif bir üyesi.

 

KANA KAN OLMAZ

Herkes batıda askerlik yapmayı ister. Niye savaşa katılayım? Savaşın ortasına gitmeyi kim ister? Çoğu, "gitmek istiyorum gideceğim" der, bilemezsin, içinde gitmemek yatıyordur.

Yani resmi görüşle gayri resmi görüş farkı.

İlk gün dağa, Gabar'a çıktık, tabur dağdaydı. Çankırılı bir astsubay arkadaşım oradaydı, beni takımına aldı, destek çıktı. Yeni gelen askerlerin reaksiyonunu ölçmek maksadıyla ateş açılıyor, top falan atılıyor... Toplu halde bir yerde dururken birden toplar atılıyor, insanlar kendini yere atıyor. Ben bir şey yapmadım, normal dikildik. Topçuydum, top 10 km kadar atabildiği için senin çatışma bölgesine gitmene gerek olmuyor, bulunduğun yerden atabiliyorsun. Normalde topçular için acemi birlikler var ama benimki öyle olmadı. Tanıdık astsubay, "fazla operasyona çıkmaz, içerde bulunursun" diyerek beni yanına alınca topçu oldum. Amasya'da gördüğümüz eğitim çok düşüktü. Orada aldığımız eğitimle gittiğimizde kuş gibi insanlardık. Hiçbir şeyden bilgimiz yok. Üç tane mermi atmıştım. Yüzde yetmiş Güneydoğu'ya gidecektik, biliyordum. Dağıtıma bir hafta kala eve telefonda, "Şırnak" dedim, inanmadılar. Ben de laf olsun diye söylemiştim, sonuçta çıktı: Şırnak! Annemler tabii çok üzüldüler, yıkıldılar daha doğrusu. Mecburduk ve gittik sonuçta.

Askerden önce belimizde silahla gezer, sürekli atış yapardık. Silahı seviyordum. Benim için orada en büyük korku arkadaşlarımın kaybıydı. Şanslıymışım. Hiçbir arkadaşımı kaybetmedim, çok güzel geçti. İlk gittiğimizde, mevzide nöbet tutarken arkadaşlar, "PKK'lılar gelir ya da gelmez, mühim değil, devriye çavuşu gelmesin, ben yatıyorum" derdi. Tabii askerlik ilerleyince kendim de çavuş olduğum için daha sıkı tutmaya başladım. Operasyona gidenler bizden daha rahattılar, sürekli taburda bulununca göze batıyorsun, bir iş yapmıyormuş gibi görünüyorsun. Oysa, onlar operasyona gidince, biz de ne uyku uyuyoruz, ne bir şey yapıyoruz, sabahlara kadar gerekirse atış yapıyorduk. Kendim de gittim operasyona... Üç aylık operasyonlara, Kuzey Irak'a gittim. 80 gün kaldık, yaklaşık 70 günü çatışmayla geçti. Irak'ın her tarafını gezdik. Zaho'yu geçtik, iç taraflarına doğru girdik. Biz Güneydoğu'nun en pis yerinde dağın ortasındaydık, sıcak çatışma fazla olmuyordu ama sürekli oradayız. Su yok, banyo alamıyorsun. Su basılıyordu, ısıtabileceğin yer varsa ısıtıyor, banyonu alıyorsun. 20 gün banyo yapmadığım oluyordu. Kışın kar eritirsin, kar suyuyla banyo yaparsın. Kar suyunu içersin. Kar suyu da biraz yağlı oluyordu, ayrıca kar suyuyla yıkanınca kaşıntı yapar. Zaten pis bir ortamda yatıyorsun. 50 kişilik bir takıma altı-yedi bidon içme suyu veriyorlardı, stoklar da içmemize zor yetiyordu. İki metreye yakın kar yağıyordu. Yazın su vardı. Uydu antenimizle her tarafı seyredebiliyorduk. Resim çektiriyorduk. Sabahları spor yapıyorduk. Dağın başına minyatür bir saha yaptık, cumartesi pazarları maç yapıyorduk. Güzeldi.

Daha önce hiç gitmemiştim. Biz de aslen Güneydoğulu'yuz, zamanında aşiret olarak göç ettik. Kürtçe'yi az bir şey anlıyorum, konuşamıyorum. Halkla diyalogda konuşmalarımız, birbirimizle ilişkilerimiz çok benzediğinden dolayı fazla bir zorluk çekmedim. Hep dağda olduğumuzdan halkla fazla ilişkim olmadı, fakat Kuzey Irak'ta halkla sürekli bir aradaydık. Kuzey Irak'takiler biraz daha seri konuştuklarından fazla anlamıyordum ama yine de derdimizi anlatabilecek kapasitede konuşabiliyordum. Kürt olmak nüfus kâğıdımda Çankırı yazdığından dolayı fazla bir problem yaratmadı. Arkadaşlarım Kürt olduğumu biliyordu. Ama Kürt-Türk diye fazla bir şeye girmediğimden, arkadaşlarım da demokrat düşünen insanlar olduğundan bir şey olmadı. Arkadaşlarım da orada olmaktan memnun değillerdi. İnsanlar giderken hevesliyiz diye giderler de, orada söner çoğunun hevesi... Heveslenecek bir şey olmadığını görürler. Kız arkadaşımdan askere giderken ayrılmıştım. Ailemle 80 günde bir kere haberleştik. Araç telefonu bulduk, "sağım, buradayım, iyiyim" dedim ve kapattım. Taburda sürekli telefonlarımız vardı, aranabiliyordu. Irak'ta köyde kaldık, halk çok fakir, sadece Türkiye'den gelen buğday, pirinç yiyorlar. Tabii onun karşılığında da petrol veriyorlar, Türkiye boşuna yiyecek vermiyor. Biz 16-17 kişi takım halinde gittik. Takımdaki çocukların hepsi çok iyi insanlardı. Halkla ilişkimiz çok güzeldi, davranışlarımız farklı olduğundan bizi çok sevmişlerdi. Çocuklarla oturur birlikte yeriz, onlar bize gerekirse evinden yemek getirir, öyle bir diyalog kurmuştuk orada. Yeri geldi, dört-beş gün hiç uyku uyumadan görev yaptık, nöbetten bir gün boyunca hiç kalkamadık. Neyse, bir şey olmadı. Yanımızda, Özel Harekât vardı. Çatışmalar sürüyordu, gece gündüz sürekli top attık.

Gabar'da taşlardan bina yaptık. Yani orada askerlerin kalması için büyük bir bina var. Yolumuz var, önceden biraz daha patikaydı, ama araçlar çalışıyor şimdi. Hafta sonu izni olarak askerliği az kalan arkadaşlar tabur komutanına söyleyip Şırnak'tan gelen konvoylara takılıp gidip gelebiliyorlardı. Sosyal faaliyet yok orada. İki haftada bir kendi aramızda gece düzenliyorduk, kaset çalardık. Aşağıdan malzeme getirdikten sonra orada her türlü yemeği yapabilirsin. Orada PKK ile savaş var ama kışın özellikle doğayla savaşımız var. Tabii ki devamlı kan akıyor, sürekli düşünüyorum. Toplu halde on-on beş arkadaş, "neden bitmiyor" gibisine konuşuyorduk. Normal, burada tartışılan konuları rahatlıkla tartışıyorduk. Komutandan komutana değişiyor ama, mesela bir subayımız vardı, çok harika bir insandı, onunla oturur konuşurduk. Onlar da savaşın bitmemesinden hoşnut değil, dayanamıyorlar. Subay da operasyona gidiyor. Maaş alıyor, ama maaşı batsın, adamın canına okuyorlar. O da bıkmış. Herkes bıkmış yani. Felaket bir inatlaşma var iki tarafta da... Diğer taraf zaten kendi şeyini ortaya koymuş, bizimkiler de koymuş. Bitmez sanırım. Daha büyük bir darbe yiyeceğiz, ondan sonra belki bu biter. Bu savaşta çıkar sağlayan insanlar var tabii. Oranın halkı mesela, askerin orada olmasından dolayı... Mesela bugün bir Şırnak'a gidin istediğiniz marka envai çeşit malzeme var, istediğinizi bulabilirsiniz orada... Yani adam kazanç sağlıyor. Mesela köy halkı bizim oraya domates falan getirirdi. Şırnak'ta 30 bin liralık domatesi biz 100 bin liraya alıyorduk, adam para kazanıyordu. Ne diyeyim adam günde 20 kilo domates satsa, köyde oturuyor, geçimini rahat sağlardı. Bir ayda 60 milyon sadece domatesten. Kaset istiyoruz, sipariş yapıyoruz, iki milyon liraya doldurtuyorlar.

Ben üç hafta oldu geleli, kendimi kötü hissediyorum. Çünkü boşta geziyorum, işim gücüm yok, tabii insan yıkılıyor. Ülke için bir şeyler yaptım, sert çatışma içerisinde bulundum, geldik boştayız. Bu insanların fikirlerini biliyordum ama en azından iş bulma konusunda bir kolaylık bekliyordum. Kendi işimi kurmaya çalışacağım. Babam emekli, beraber bir şeyler yapmaya çalışacağız. Güneydoğu sendromu gibi bir şey yaşamadım. "Ne yaptın, herhangi bir çatışmaya girdiniz mi?" diye soruyorlar. Ben de ne olduysa anlattım. Burada insanlar çok soruyorlar, daha doğrusu "şu kadar öldürdüm, bunu yaptım" demeni bekliyorlar ama öyle bir şey söylemedim, onları heyecanlandırmadım. Bu kadar öldürdüm diyerek onlarıkinlendirmenin, ne şeyi var ki, barış varken. İnsanların ilgisi bana menfaat gibi geliyor, bizi kullanarak bazı duyguları kabartmak... Çankırı için söylüyorum, dışarısı da öyle.

Ben fazla takmadım askerde işin gerçeği, "şöyle olur, böyle olur, olursa olur" dedim kendi kendime. Ölümden fazla çekinmedim. Kafaya taksam ne olur? Bir dağın başındasın, oradan kaçmamın imkânı yok, bir yere gitmenin imkânı yok, mecbursun. Elinde olsa, kim gider ki? Herkes batıda askerlik yapmayı ister. Niye savaşa katılayım? Savaşın ortasına gitmeyi kim ister? Çoğu, "gitmek istiyorum gideceğim" der, bilemezsin, içinde gitmemek yatıyordur. Yani resmi görüşle gayri resmi görüş farkı. Askerliği düşününce iyi bir şey olarak aklıma arkadaşlar geliyor, başka bir şey gelmiyor. Kötü olarak komutanlar geliyor, onları fazla sevmezdik. Üst rütbelerle fazla muhatap olmadık. Bizle muhatap olan, mesela uzman çavuşlarla aramız iyi değildi. Onların da sorunları var. Bir subay bir buçuk-iki sene kalıyor orada, ondan sonra tayinini çıkartıp batıya gidebiliyor. Bir uzman çavuşun en az dört-beş sene orada görev yapması gerekiyor. Kolay değil, hepsi de evli barklı. Onlarda fazla bir suç bulmuyorum. Özgün müzik seviyordum, genelde onlar üzerine kaset doldurtuyordum. İstediğimiz müziği dinleyebiliyorduk. Belki burada dinleyemediğim kasetleri orada çok rahat dinleyebiliyordum, komutanlar varken dahi. Kürtçe dahi dinliyordum. Mesela Kuzey Irak'ta Şivan Perver'in kasetlerini almıştım, rahatlıkla dinliyordum, güzeldi yani.

Arkadaş ortamı kötü olursa kötü geçer. Fakat çok güzel arkadaşlık ortamı olduğundan dolayı benimki iyi geçti. Arkadaşlarımla görüşüyorum. Birkaçını aradım, görüştüm, onlar da beni aradılar. O da senin gibi aynı sorundan gelmiş, ne senden fazla ilerde, ne senden fazla geride olan bir insan. Çok zengin çocuklar yok yani aramızda. İşçinin köylünün çocuklarıydık, hepimiz aynıydık. Orada bir tane doktor çocuğu görmedim. Gazeteleri okuyorum, gözümüz orada, halen teskere almayan arkadaşlarımız var. İnsan merak ediyor. Arıyorum, telefonla görüşüyorum onlarla. Diyorum ya, şu anda çok sıkıntıdayım, saat öğlen üç olmuş. Ben saat birde kalktım yataktan. Gece sabah dörde kadar oturdum, televizyon falan seyrettim, çünkü yapacağım herhangi bir iş yok, gündüz yatıp gece evdeyiz yani. Askere gitmeden önce kitap okuyordum, şu anda okumuyorum. Annem biraz rahatsız, Ankara ile Çankırı arasında mekik dokuyoruz. Onlarla ilgileniyorum, şekeri filan var. Son iki gündür biraz rahatım, kendimi dinlenmeye aldım. Bir türlü normal bir düzene geçemedim. İş olmadığı zaman ne yapayım? Yarın sabah saat sekizde kalkayım da, nasıl vakit geçireyim? Askerden önce de durgun bir insandım. Sağlıklı bir insanım, öyle şiddetle arası iyi olan bir insan değilim. Olaylar karşısında sinirleniyorum, önceden de çok sinirlenirdim, yine de kendimi sakinleştirmesini bilen bir insanım. Biraz içime atıyorum. İçime atmayıp da dışarı yansıtabilsem... Yapamıyorum işte. Yansıtabilsen, içini boşaltabiliyorsun tabii, şu anda boşaltamıyorum. Halk bilinçlendirilmeli. Benim gözümde, oranın halkı zayıf, hep menfaatçi olmuşlar. Bir kısmı da zaten öyle düşünmeyen insanlar ki onlar da oradan kalkmış gitmişler, göç etmişler. Yani orada sadece menfaat düşünen insanlar kalmış. Buradaki adam, "benim bir tane çocuğum öldüyse on tane de onlardan öldürülüyor" diye düşünüyor, yanlış düşünüyor bence. Kana kan olmaz yani. (Ağustos 1998, Çankırı)

1976, Çankırı doğumlu, ikisi oğlan biri kız üç kardeşin en küçüğü. 1997 Şubatı'nda acemi birliği eğitimi için Amasya'ya gitti, 1998 Temmuzu'nda Şırnak'tan döndü. İş arıyor.

 

ŞU KÜL TABLASI KADAR TOPRAĞIM YOK, HANGİ TOPRAĞI SAVUNACAĞIM?

Biz oraya orta halli insanların, ailelerin çocukları olarak gittik. Canımız yanınca, "sen yanmasan ben yanmasam nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa" dedik. O amaçla gittik, yandık, hiçbir şeyi aydınlatamadık. Onlar yanmıyor, onlar da hiçbir şeyi aydınlatamıyor.

Askere gitmeme beş-altı sene vardı, annemle iddialaşıyordum, "Şırnak'a gideceğim" diyordum. Çocuklukta bile bunun özentisi vardı. Büyükler anlatıyorlardı, çok gurur verici geliyordu. Babamla kardeşim askerlik yapmadılar. Gidip, "sağlam bir yerde hepsinin yerine ben yapayım" diyordum, eksiklik hissediyordum. Babam, "şöyle askerlik yaptım" diye anlatamadı. Oğlum büyüdüğünde benim gururla anlatacağım bir şeyler olmalıydı. Güneydoğu halkına sempatim vardı. O insanları merak ederdim. Terörist diye nitelendirdiğimiz adamların derdi ne? Biraz da kendi aklımdaki doğruları bulmak için gittim. Eşim, ailem istemedi, torpil de yapmaya çalıştılar ama... Hatay'daki hayatta kalma eğitimiydi, Doğu'ya hazırlıyorlar, nasıl bir yere gideceğini, nelerle karşılaşacağını anlatıyorlar. Biz Özel Tim'dik. 370 askerin içinde 15 kişi seçildik, 5 bin 700 askerin içinden tüfek atışlarında birinci geldim. Küçüklüğümden beri silahı çok severdim. Atışı, sporu, fiziği iyi olanları bir time topladılar. Hatay'dan gelen 1. bölük 2. tim, Özel Harekât timi. Alayın ikinci timi, alt devre... Daha üst dört devre var ama operasyonlara en önde biz giderdik.

Tam 11 kilo verdim, mecbursun vereceksin. Orada şişmanlayamazsın. Özel Harekât'taki askerlerin hepsi çok zayıftır. Türkiye'de spor yapan biri 50 şınav çeker, ben 100 çekiyorum. 35 kilometre tam teçhizat koşarım. Askerin bir sözü vardır; katır gibi taşırım aslan gibi yaşarım. Mermini taşımazsan canından olursun, yiyeceğini taşımazsan aç kalırsın. "En iyisi olayım" dedim. "18 aylık askerliği zaten yapacağım ama en iyisini yapayım" diye düşündüm. Severek yaptım, eziyet haline gelmedi. Vatan hepimizin vatanı... Sadece benimle, tamirhanede çalışan Mehmet'in çocuğuyla olmaz, bir bakanın çocuğunu da görmek isterim. Gidin, durumu en iyi olanın bir atölyesi, bir dükkânı vardır. Benim şu kül tablası kadar toprağım yok. Hangi toprağı savunacağım? Sabancı'nın çocukları, Tansu Çiller'in oğlu gelsin. Sıkıcı yanları bu işte. Tim olarak 16 kişi gittik. Bildiğin adamlarlasın. Arkamı döndüğümde güveneceğim adama ihtiyacım var. Şırnak, Gülyazı diye bir yer, gözümüzde öyle güzel canlandırıyorduk ki... Oranın kod adı Karayazı dediler. Her tarafı dağ; Cudi, Gabar, Kuzey Irak'a dört saat, dürbünle bakıyorsunuz Habur kapısı, İran'a giriş-çıkış, Şırnak'tan sonra altı saat tutuyor. Uludere İpek Yolu üzerinde, vadi gibi, küçük bir köy. 3. operasyon bölüğü jandarma taburu, bizden önce dosyalarımız gönderiliyor. Çok kar vardı, bir iki ay görev yapamadık, ufak tefek çevre emniyeti. Terörist de fazla baş kaldıramıyor. Kışın piknik yeri...

Kar eridi, güneş açtı. Harekât başlıyor, Mayıs'ın 9'unda Kato dağına götürdüler, bir ay falan kaldık, aşağıya indik. Arama tarama, bölücü terör örgütünün sığınakları... Dünya kadar mayın döşüyorlar, arıyorsun buluyorsun. Sıcak temasa giriyorsun, etkisiz hale getirmeye çalışıyorsun. İlk temas, Geymüşile, piyadelerin tuttuğu Kopki diye bir yerde oldu, M60 tankları var. Bu tanka üç kişi roket attı, yardım amacıyla gitmiştik, Barzani'nin peşmergeleri de saflarımızdaydılar. Bir sene önce Geymüşile yine basılmış, altı şehit verilmiş. Bir çocuk anlatıyordu, 150 kişi kadar basmışlar, çocukları sırtlarından vurmuşlar. Bizim timden beş kişi gittik, piyadeler de mayın araması yapıyor. Dönemeci çıktık. Mevsim yaz, sırt çantamda bisküvi var. Yere oturdum, badim de karşımda ufak bir kayalık var orada. "Kola ve bisküvi versene" dedi. Çantamı yere bıraktım, kola ve bisküviyi elime aldım. "Atsana," dedi, "yakalayamayacaksın, yanıma gel" dedim. Taşın üstünden ayağını attı. Güm! Mayın patladı. Bir takla attı havada, sağ ayağı tam dizinin altında koptu. Bir deri sarkıyor, ucunda üç parmak... Biraz telaşlandı, ağlıyor, ama soğukkanlı. Botunun bağını çıkardım, ayağını bağladım. Gösterilen temel yöntemleri uyguladım. Helikopter geldi, inemiyor. Mecburen arka tarafa götüreceğiz ama her tarafta mayın var. Belki ben de basacağım. O anda her şeyi unuttum, badimi sırtıma aldım. Helikopter, "yakıt bitiyor, gitmek zorundayım" diyor. Bölük komutanı da helikoptere, "gitme, bırakma bu çocuğu" diyor. Bizim arkadaş silahı aldı, helikoptere çevirdi, "gidersen ateş edeceğim" dedi. Helikopter kayboldu, gitti. Dağın arkasından dolaşmış, pat pat karşımıza çıktı, alçaldı. Havadaki helikopterin bacaklarından tuttum kendimi yukarı çıktım. Sonra da, çocuğu kollarından tuttum yukarı çektim. Su istedi. Dudakları kurumuş, su verdim bayıldı. Şırnak'a, piste indik. Benim üstüm başım zaten rezil, bir ay sakal tıraşı olmamışız. Helikopter pilotu telsizden geçiyor, "ambulans gelsin" diye. Hastane kapısında başçavuşumuz, "asker misin, peşmerge mi?" diye soruyor, "yüzün gözün kan içinde" diyerek dalga geçiyor. "Peşmergeyim" dedim. Adama saldıracağım, tutuyorlar beni. Tırnaklarını sökeceğim, o kadar sinirlendim. Badimi hemen ameliyata aldılar, ayağı kestiler, çıktığında yarı baygındı. Askeri hastanelerde lokal anestezi yapıyorlar. Uzun bir süre bir şey yiyemedim. Mayın patladığında badimin ayağından kopan et parçaları yüzüme vurdu, ağzıma doldu. Devamlı tükürdüm. Alışkanlık oldu. "Arkadaşlarım, ne öyle makineli tüfek gibi tükürüyorsun" diyordu. Ben yutkunmaya çalışıyorum. Arkadaşımın ayağından kopan et parçaları hep ağzımda gibi. Ameliyattan çıktı, elimi tuttu, "hiçbirini sağlam bırakma, hepsini gebert" dedi. Sonra onu Diyarbakır'a götürdüler, protez yapmışlar, sevgilisi vardı ayağı koptu diye bırakmış onu, hep "dönünce evleneceğim" derdi. Şimdi çok içki içiyor. Mevziler operasyon bittikten sonra yıkılıyor, bir dahaki sene yine mevzi yapılıyor. Arada adamlar geliyor, taşları kaldırıyor, altına mayını koyuyor, üstünü gene taşla örtüyor. Asker, tekrar mevzi yaparken üstüne basıyor, patlıyor. Bizim bölükten iki çocuk bastı, birinin ayağını az kesmişler, öbürünün dizinin dibinden.

Haziran'da fıtık ameliyatı oldum. Hastanede yatarken bir çocuk vardı itirafçı. Cizreli, altı senedir onların içindeymiş. Kablo şeklindeki aydınlatma mayını açılınca yüzü, elleri falan yanmış. Çocuk bizden çok korkuyordu. 23 yaşında falandı, üç çocuğu varmış. Askerlik için teslim olmuş. Askeriye eski itirafçılarla, yani sağlam olanlarla çalışır, yer gösterirler falan. Adam on senedir terörist, Abdullah Öcalan'ı hiç görmemiş, Öcalan yaşıyor, bunlar dağda tırmanıyorlar. Dağ şartları insanı canavarlaştırıyor. Şemdin Sakık da söyledi ya... Tuhaf bir sendroma giriyorsun. 18 yaşında bir çocuk teslim oldu bize, Başkale'den Zaho'ya 21 günde yayan gitmiş. Askerlik yoklamasına giderken teröristler çocuğu kaçırmışlar. Sabahın 5'inde bize geldi, teslim oldu. Babası Van Başkale'de korucubaşı, yedi amcası var, hepsi de korucu. Koskoca Başkale'nin Korucubaşının oğlu, nasıl terörist olsun? Benim oranın halkından bir arkadaşım var, halası terörist. Onun yalancısıyım, bir çocukla bunlar 17-18 yaşına kadar beraber büyümüşler, benim tanıdığım askerliğini bitirmiş, korucu olmuş, öteki de 14-15 yaşında terörist olmuş. Korucu ile arkadaşı silahlarını birbirlerine doğrultmuşlar, ateş etmemişler. Biri bir yana gitmiş, biri öbür yana. Zavallı insanlar, adamın beş amcası var, üçü korucu ikisi terörist. Bir operasyona gidiyorsun, 40-45 gün kalıyorsun. Sonra aşağıya iniyorsun, yıkanıyorsun, tekrar yukarı... İkişer üçer günlük izinler vardı. Devamlı bekliyorsun, geldiler, gelecekler. Duyum alıyorsun, pusuya gidiyorsun, gelirlerse gelirler. Teröristle temas olarak on civarında çatışmaya katıldım. Teslim olan çoktu. Bir tane havancı gelmişti, havanın iğnesini ve nişangâhını getirmişti. Ona kral gibi baktık. Zorla kaçırmışlar çocuğu. Bir havan mermisi üstümüze düşerse 25-30 kişi ölür. O havancı sonra mahkemeye çıkarıldı, askeriyemizde de eski zihniyet yok, artık olumlu, caydırıcı. Adamları görerek ateş etmezsin. Silahın patladığını, merminin nereden çıktığını görürsün, oraya ateş edersin. Öldürmüşsündür. Ama ölülerini bırakmazlar. Ölüyü parçalarlar, sırt çantasına koyarlar götürürler. Bizim askeriye de aynı, yanında ölen arkadaşını götüremezsen, sen de ölürsün. Taşıyacaksın götüreceksin. Ufak ufak parçalıyorlar, koyuyorlar çantalarına götürüyorlar. Ben öyle parçalanmış ceset çok gördüm. Adam gördüm, arkadaşının parçalarını birleştirmek istiyordu, kafayı yemiş yani, karşı taraftan değil. Bir gün, 15 yaşında bir kız, büyük tel örgüler var, geçip bize sızma yapacak. Kolay geçmek için telin üstüne battaniye ya da tahta atarlar. Bu kız geçememiş ölmüş orda, bacağı kasığından kopmuş. Bazı dengesizler onun parmaklarını kesmişler, adamın dirisine saygın yoksa, ölüsüne olsun... Hiçbir şeyini kesmeye gerek yok yani.

C timi asker timidir. Öbür askerlerden daha fazla operasyona giderler. Bizim farkımız şu. Sen burada beklersin, adam gelir ateş eder, sen de ateş edersin, peşinden gidersin, yakalarsın, vurursun. Zaten C timi dedin mi akan sular duruyor. Terörist de çekiniyor. Görevli olmadığın zaman koşulların daha rahat, televizyon, Cine5 var, imkânı çok. Botla nasıl 10 saat 15 saat yürüyeceksin? Mekap ayakkabı hem hafif, hem terletmez. Özel Tim'dekiler polis... Çok değişik insanlar, onlarla ne konuşurduk, ne otururduk. Onlar daha çok metropol yerlerde görev yaparlar, kırsalda değil.

Sınır taşına, emniyete çıkıyorduk. İki üç terörist önceden yerleşmiş oraya. Sınır taşı yerinden oynamıyordu. Uzaktan taşı patlattılar kabloyla. Biri de tek tek atıyor vursun diye. Arkadaşlardan birini şehit etti, sırtından girdi kanas, kalbinden çıktı. Tişörtünü başına bağladım, çenesi düşmüştü. Allah toprağını bol etsin. Helikopter bir saat sonra falan geldi, Şırnak'tan kalkıyor zaten. İnsan çok üzülüyor, canın yanıyor, arkadaşın, aynı yerde görev yapmışsın. Adamlar öyle bir yerden ateş ediyor ki, göremiyorsun. İstediğin silahla ateş et tutturamazsın. Ama beş tane de biz vurduk, götüremediler. Gönül ister ki kimse ölmesin, ne terörist, ne de asker. Kürt-Türk diye bir şey yoktur. Dersimli, Tuncelili, Karslı, Ardahanlı arkadaşlar vardı. Tek Trakyalı bendim, timde herkes Kürt asıllıydı.

Neden terörist oluyorlar? Gazeteler yazıyor ki, bu adamlar kültürsüz, alakası yok. Hepsi üniversite mezunu. Üniversite mezunları derken, okuması yazması olmayanlar da var. Güneydoğu'daki insanın yapabileceği hiçbir şeyi yok, ya terörist olur ya korucu. Korucular, " 20-25 milyona bu işi yapmayız" da diyorlar, neden? Ben Lüleburgaz'dan geliyorum senin ananı babanı koruyorum, canımı veriyorum. Sen, "para az geliyor" diye bu işi yapmayacaksın, neden? Telsizde konuşuyorlar bazen, anlatıyorlar, istedikleri şeyler; Kürt ve Türk ayrımı olmasın, Kürtler de bu ülkede sosyal olsun. Ya zaten Kürtler sosyal... Lüleburgaz'ın en zenginleri Kürt asıllı, müteahhit, halıcı, adamın 20 tane dükkânı var. Neymiş, Şırnak'ı kurtarılmış bölge ilan etmişler, neyin bölgesi, al kardeşim Güneydoğu senin olsun, yüz metre düz bir yer yok ki bir şey yapasın. Bir keresinde hiç unutmuyorum, telsiz dinliyoruz. İki sevgili birbirlerine aşk ilan ediyorlar telsizden, herhalde araları bozuk. Kürtçe bilen arkadaşımız tercüme ediyor. "Sen beni bırakıp gittin," diyor. "Neden öyle yaptın, seni öldüreceğim" diyor. Sonra, "seni seviyorum, buluşalım..." Bir arkadaşım vardı Ağrılı, teröristin birini kandırıyor, kendisini de terörist zannettiriyordu. Muhabbet ediyorlardı. Kandırılmış insanlar, kimi zaman kızıyorsun. Bazı haklı yanları da var. Sadece teröristin değil, askerin de hatası. Kürt halkına terörist gözüyle bakmışlar. Adamın evinde, gecenin kaçında, çocuğunun gözü önünde annesinin babasının ağzını yüzünü kırmışlar. Bu çocuk herhalde askere sempati duymuyor, kin duyuyor, nefret duyuyor. Teröristin hiç insana benzer bir yanı yok. Sen ne için savaşıyorsun? Biz çıkıyoruz, 45 gün dağda kalıyoruz, devlet bize bakıyor. Sana böyle bakan da yok. Her zaman için muhteris olacaksın. Çok aşırı milliyetçiler, "ben bu işi bitireceğim" gibisinden geliyorlar. Dönerlerken böyle düşünmüyorlar tabii.

Telefon çok zor düşüyordu. Karımla çok az görüştük. Mektuplaşıyorduk, mektup 25 günde gidiyordu, oğlumun fotoğraflarını gönderiyordu. Annem zaten hasta, eşim 17-18 yaşında, hep onları düşündüm, onlar için de çok zor oldu. Kuzey Irak operasyonuna katıldım. Kolordu komutanı timimdeki herkes adına başarı belgesi verdi. Hatay'da da başarı belgeleri var. Irak operasyonuna her yerden gelmişlerdi. Van Komando, Kayseri Komando... Biz Haftanin Kato'ya gittik, Cudi'ye, Gabar'a çıkıldı. Çok sınır ötesi operasyon yapıldı, hepsinde, "tamam bitirdik" dediler. Teröristler sadece Haftanin'de, Zaho'da, Kopkin'de, Doğu'da değil ki... Artık metropollerde. Köylüler askeri severdi. Gülyazı, Şırnak bölgesinin en sağlam köylerinden bir tanesi. Köylü, "bu iş bitsin," diyor, "canımız yanıyor, oğlumuz ölüyor" diyor. "İnsanlarımız kandırılıyor" diyorlar. Terörist ölse, onların canı yanıyor. Korucu ölse onların canı yanıyor. Her şekilde canı yanıyor. Çok çelişkide kalmışlar. İstemiyorlar, artık zaten katılım matılım yok.

Tetiğe bastıktan sonra insanın kendine güveni oluyor. Bazı şeyleri aşıyorsun, "karşılık veriyorum" diye düşündükçe, insana güven geliyor. Karşılık veremeyince çok zor, o zaman da, "hemen bitsin" diyorsun. Bazı eğitimsiz askerler var, belki bir partiden, "ülkeme şöyle yapmış, ben onu asarım keserim" diyor. Bunlar boş şeyler, hiç kimsenin ölmesini istemiyorum. Ne diye insan ölsün? Oradaki insanlar üsteğmeni, yüzbaşısı, binbaşısı, askeri olsun, hepsi gerçekten kararlı insanlar. Buradakiler hiçbir şeyin farkında değil. Burada kime ne kadar anlatsam, görmemişler, bilmiyorlar. Bilmek de istemiyorlar. Ben oradayken karım, çocuğum, anam çok üzüldüler. Ama ne kadar olsa benim kadar üzülemezler. Ordu savaşın bitmesini istiyor, askerin ölmesini istemiyor. Güneydoğu'da terör bitmiyor, neden? Fazla maaş alıyorlar deniyor. Canınıza karşılık elli milyon fazla ister misiniz? Gülyazı'da astsubay 450 milyon alıyor. Karısını, çocuğunu çoluğunu yanına getiriyor, ailesi de onunla beraber savaşıyorlar. Bu insanlar bu parayı hak ediyor. Kürt sorunu diye bir şey yok. Adamların bizden eksik tarafları eğitimleri ve iş imkânları. Eğitim ver, iş ver, adam sana sonuna kadar sahip çıkar. Savaşla bir yere gidilemez. Askeri vursa, ne olur? Asker onu vursa, ne olur? Terör yaparsan on yılda kavuşacağın şeylere 50 yılda kavuşacaksın. Bunları düşünemiyorlar.

Adam teskeremi veriyor, aklıma gelmiyor askeri giysimi çıkarıp sivil giyineyim. İlk geldiğinde salak gibi oluyorsun. Lüleburgaz'da babamın çok güzel bir evi var, hep oraya giderdim. Kapatırdım ışıkları, açardım pencereyi, karşısı dağlık taşlık bir yer, seyrederdim. Aynı orayı hatırlatırdı. Dükkânı kapatırdım, eve gider, eşofmanlarımı giyerdim. Hanım, "gece gece nereye gidiyorsun" diyordu. Sabah beşe kadar koşuyordum. İlk on-on beş gün hep koştum. Sonra vazgeçtim. Yaşadıklarımı karımla da paylaşmıyorum. Ben çok üzüldüm kimseyi üzmek istemiyorum. Ailem rahatsızlığımın farkında. Eşim kafası çalışan, zeki bir insan, anlatmadan anlayabiliyor, bana nasıl davranacağını da biliyor, problem olmuyor. Bazen kötü kötü rüyalar görüyorum. Bir gece karımın boğazını sıkmışım. Uyanıp kollarımı tutmuş. Kendime geldiğimde bir şey demedi, bir bardak su verdi. Kafayı vurdum yattım. Bazen dalıyorum, çat diye bir ses gelse ödüm kopuyor. Orada korkmazdım, takır takır 500 mermi atardım. Ölümden de korkmazdım. Ölüm aklına geldiğinde çok geç oluyor, ölüyorsun. Ölümden korkmam için vurulmam lazım.

Gitmeden çok sinirliydim, ama kimsenin kalbini kırma taraftarı değildim. "Bana zarar vermeyen yılan bin yaşasın" derler ya, işte öyle. Kavgacı değildim. Kardeşim, oğlum, eşim ve anneme zarar vermezse, ben de kimseye zarar vermem. Şimdi, "kimse canımı sıkmasın, sinirlendirmesin, kavga edecek duruma düşürmesin" diyorum. Bu saatten sonra sessiz kalmam, gırtlağını keserim, başımı belaya sokarım yani. Tartışmaya girince kendimi kontrol edemiyorum. Eskiden kalan şeyler bana artık zevk vermiyor. 15-16 yaşındayken Kawasaki motosikletim vardı, saçlarım belime kadardı, deri pantolon, deri mont giyer, İstanbul'da Kemancı bara gider, sabaha kadar oynar, zıplardım. Artık bunlar zevk vermiyor. Gitar çalıyordum... İnsanlar ölüyor, insanlar aç, utanç duyuyorum. Her şeyi getirdim, künyemi, beremi, kimliğimi... Bu bez parçasını bir teröristin kafasına sardığı puşisinden kesmiştim, çok sevdiğim bir çocuktu. Teslim olmuştu. 18 yaşındaydı, korkuyordu. Bıçağı puşisinden parça kesmek için uzattığımda kulağını, bir yerini keseceğim zannetti. Bir gece bizle kaldı, ertesi gün helikopter gelip aldı. Babası korucu. Bu çocuk üç kere kaçmaya teşebbüs etmiş. Bir kere ağaca bağlamışlar, dört-beş gün bağlı vaziyette kalmış, çok kötü dövmüşler. "Bir daha kaçarsan seni öldüreceğiz" demişler. Çocuk en sonunda sisli bir havada nöbet tutarken kaçmış. Sabaha kadar beklemiş. Gece istediği kadar bağırsın, vurulur hemen. Sabah bağırmasını duyunca gittik, aşağıdan getirdik. Çok güzel bir çocuktu, uzun boylu, yakışıklı.

Askerde Zülfü Livaneli'den "Memik Oğlan"ı, Yaşar Kurt'tan "Korku"yu dinlerdim. Yaşar Kurt'u kaseti çıkmadan tanıyordum. Onun sekiz-dokuz parçası repertuarımda vardı. Korku'yu Lüleburgaz'da veya Edirne'de üniversiteli kızlar dinlerken ağlıyorlardı. Bu askerliğe karşı bir şarkı. Benim repertuarımı dinleseniz, "nasıl askerlik yaptın" dersiniz. Tamirci Çırağı, Parka. Ben çok değişik bir adamım. Oğlum iki yaşında, askerlik bitti, geldim beni tanımıyor. "Baban nerede?" diyorum. Televizyonun üzerinde, asker elbiseli fotoğrafımı gösteriyor, "babam asker" diyor. Bir gün askeri elbiselerimi giydim, beni öyle gördü. Şimdi, "baba" diyor. Kardeşim askerlik yaptım diye bana, "sen geri zekâlısın" diyor. Şimdi oğlum var, dedesi gibi olmasın. Gerekirse ben giderim onun yerine. Türkiye'yi tehdit eden bir olay olduğunda ben bir daha giderim. Ama benim sevdiğim insanlar gitmesin. Halen saat 4'ten, 5'ten önce yatamıyorum. Karımla televizyon seyrediyoruz, atari oynuyoruz, muhabbet ediyoruz. İstediğim gibi bir hayat yakalayamadım ki bazı şeylerden uzaklaşayım. Hiç kimse yardımcı olmuyor, kendimi yapayalnız hissediyorum. Bana acıyorlar, ben acınacak biri değilim, neden acıyorlar? Çok sinirleniyorum, acayip kızıyorum. Benim 20 tane başarı belgem var. Askerden önce yıllarca sporla uğraşmışım. Doğru dürüst yapabileceğim iş yok, bulamıyorum. İstanbul'daki falanca bar, "gel," diyor, "bizim korumamızı yap". Arkadaşa, "deli misin," dedim, "doğru dürüst bir iş bulacağım, para kazanacağım". Bazıları rahat iş bulmak için Özel Harekât'ta askerlik yapmak istiyorlar. Askerliğini komando olarak yapanları güvenlik elemanı olarak alıyorlar. Kahramanlar Çanakkale'de yatıyorlar. Kimseyi öldürmek istemezsin, ama mecbur kalırsın. Kimseyi öldürmek için, kimsenin canını yakmak içinde gitmedik. Ne gerekiyorsa yaptım, geldim. Kimse bana, ne yaptın, ne ettin diye soramaz. Sorsa da, kimseye bir şey diyemem, bir şey anlatmam. Herkes gibi yaptık, neden özellikle bana soruyorlar. Yaptık, gördük, geldik. Güzeldi, terör olmasa daha güzeldi. Başarı belgelerimi kimseye göstermiyorum, kimse ilgilenmiyor zaten. Bazıları da kafayı yemiştir, diye düşünüyor. Ben 18 ay rezillik çektim. Birine, "Güneydoğu'da askerlik yaptım, şöyle belgelerim, bu kabiliyetim var" desem, anlamaz. Bu eziyeti neden çekiyoruz? Neden çözüm bulmuyorlar? Ben ne yapayım? En fazla yüz tane görev yaptığım arkadaşımdan imza alırım, gönderirim Genelkurmay Başkanlığı'na... Derim kardeşim: "Bu neden böyle?" Sana mı kaldı, al başına belayı... Türkiye'de işleyen çarkı biliyorsunuz. Ben Kürt, Türk, Çerkez ayrımcılığı, zengin fakir ayrımı yapmadım. Biz oraya orta halli ailelerin çocukları olarak gittik. Canımız yanınca, "sen yanmasan ben yanmasam nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa" dedik. O amaçla gittik, yandık, hiçbir şeyi aydınlatamadık. Onlar yanmıyor, onlar da hiçbir şeyi aydınlatamıyor. Oy hiç kullanmadım, kullanmam da. Ne sağcıyım, ne solcu, ne komünist, ne ülkücü, ne türkücü... İnsancıyım. Aç kalmayayım, bir misketim olsun, fazla bir şey istemiyorum. Savaş bitse... Kimsenin canı yanmayacak, bitmiyor işte, Ahmet ölüyor, Mehmet ölüyor... İnanır mısınız, neden bitmiyor benim de aklım ermiyor. (Haziran 1998, Lüleburgaz)

1976 doğumlu, dört yıllık evli, bir çocuklu. 1996 Kasımı'nda Hatay Serince acemi birlik, sonrası 1997 Şubat - 1998 Mayıs günleri Şırnak. jandarma Özel Harekât. Babası emekli, bir erkek kardeşi var. Gitar çalıyor, şarkı söylüyordu. Dört yıl boks yaptı, futbol, basketbol, masa tenisi oynadı. Yüzmeyi seviyor, bir de Nazım Hikmet'i... En son Erdal Öz'ün Gülünün Solduğu Akşam'ını okudu.

 

 

KONUŞAMAYANLARIN YERİNE...

"Ölenler 'şehit' oluyor, sakatlananlar 'gazi',

"bu bunalımlı çocuklarımıza ne isim takacağız?"

"Uçak korsanı" İhsan Akyüz'ün babası soruyor."

Baba Akyüz'ün sorusuna cevabın "kahraman" olduğunu, bilmeyen var mı? O "kahramanlar", medyada "Kahraman Mehmetçik" diye başlayan, "bir bacağını vatan için vermenin gururunu taşıyan gaziler" türünden klişelerle süren cümlelerin özneleri, "Şafak 550" boyunca bu sıfatları kabullenseler bile, askerliklerini bitirme şansı yakalayıp topluma döndüklerinde kendilerini kahraman gibi hissetmez oluyorlar. Öte yandan medya da yazıp söylediklerini unutuyor, eski "kahramanlara" yeni isimler, yeni sıfatlar bulma peşine düşüyor.

İstanbul trafiğinde direksiyon sallayan şoför, "askerden geleli altı yıl oldu, hâlâ bir sinirdir gidiyor. Sinirlenince arabadan inmemeye çalışıyorum. İnersem, işi nereye vardıracağımın garantisi yok," diyor. Şoför haklı gibi; "işin" nereye varabileceğinin garantisinin olmadığını gazetelerde yer alan genellikle tek sütunluk haberler de, yaşananların haberlerde ele alınış tarzı da gösteriyor.

* Bakırköy Kadın ve Çocuk Tutukevi, 19. koğuşta kalan arkadaşı Oktay Zortu ile açık görüş yapmak isteyen, ancak izin verilmeyen 29 yaşındaki Ali Iğdır kendini yakmak istedi. Bir bidonun içine doldurduğu bir litre benzinin üzerine su ekleyen, ... etrafa küfürler savuran Iğdır, tutukevinin girişinde bidondaki benzinli suyu üzerine döktü. ... Jandarmanın durumu bildirmesi üzerine olay yerine gelen polis ekipleri, Ali Iğdır'la konuşarak iknaya çalıştılar. ... Siirt'te askerlik yaptığını ve sol bacağının protez olduğunu söyleyerek ''Ben de savaş gazisiyim, askerde bacağımın birini kaybettim. Bana arkadaşımı göstermiyorsunuz'' diye bağırdı... (30.10.1998, Hürriyet)

* Tekirdağ Saray'da, Şırnak'tan izinli gelen asker Serkan Arda kendisiyle cinsel ilişkiye girmeyi reddeden 56 yaşındaki kadını kafasını parçalayarak öldürdü. (2.02.1997, Demokrasi)

* Hakkari'de dağ komando olarak askerlik yapan ve iki hafta önce teskere alan Dursun Ali Keskin, 14 yıl önce kız kardeşine tecavüz eden kişi ile bu kişinin anne ve babasını öldürdü. (18.12.1996, Sabah)

* Mardin Kızıltepe'de bir çatışmada sekiz arkadaşını kaybeden komando er Ali Rıza Eker, terhisinden iki ay sonra av tüfeğiyle intihar etti. Terhis olduktan sonra da asker gibi yaşadı. (02.11.1996, Sabah)

* İntihar gibi trafik kazası. Terörle mücadele sırasında yaşadığı olaylar nedeniyle bunalıma giren ve genç yaşta malulen emekli edilen binbaşı Nihat İlçi trafik kazasından çok intihara benzeyen bir olayda yaşamını yitirdi. (11.12.1996, Sabah)

* Özel Tim düğününde CHP'li Demir öldürüldü. 150 kadar ayrı silahtan atılan mermiler sünnet düğününü cehenneme çevirdi. Antalya'ya Güneydoğu'dan iki yıllığına moral kazanmaları için gönderilen özel tim görevlilerinin de katıldığı... (27.06.1995, Evrensel)

Gazetelerde yer alan, buraya sadece birkaçını aktardığım haberlerde kişiye "kahramanlık" kazandıran dönem iki satırlık ek bilgiden öteye geçemiyor. Generaller, başbakanlar, bakanlar Gülhane Askeri Tıp Akademisi (GATA) hastanesini bayram gibi özel günlerde ziyaret ettiklerinde "kahraman gazilerimiz" diye sunulan gençlerimiz, örneğin Ali Iğdır gibi öfkeyle kendini yakmaya kalkıştığında haykırdığı "gazilik"ini haberde adının önüne yazdırtamıyor. Nihat İlçi, Ali Rıza ve Demir artık yaşamıyorlar. Acaba, cezaevindeki Serkan, Dursun ve adlarını bilemediklerimiz ne yapıyorlar?

*

* Tedavi amaçlı korsanlık. THY uçağını kaçıran "sağ görüşlü" İhsan Akyüz, teslim olduktan sonra, "Ruhsal bunalımdaydım, yaptım," dedi...

* Plastik tabanca. Ankara'dan İstanbul'a giden THY'nin Airbus 310 tipi 'Seyhan' isimli uçağı, İhsan Akyüz adlı korsan tarafından plastik tabancayla 20.47'de kaçırıldı. Uçak Trabzon Havalimanı'na indirildikten sonra geniş güvenlik önlemleri alındı.

* Kaçırıldığını anlamadılar. 22.30'da 75 yolcu tahliye edildi ve uçakta korsanla pilotlar kaldı. Akyüz'ün Çeçenya'ya gitmek istediği ifade edildi. Yolcular, sekiz mürettebatın soğukkanlı davranışları sayesinde uçağın kaçırıldığını tahliyeden sonra öğrendi.

* Bahane belirsiz. Akyüz, 22.45'te teslim oldu. Çorum'da yaşayan Akyüz'ün, eylemi önce "türban yasağını protesto için" yaptığı belirtildi. Sonra 'askerde kendisine kötü davranıldığı için uçağı kaçırdığı' belirtildi. (15.09.1998, Radikal-Online)

 

İhsan Akyüz Trabzon Cezaevinde kalabalık bir koğuşta kalıyor, çevresiyle pek ilişkisi yok. Ağabey Mustafa 29 Ekim açık görüşünde İhsan'ı ziyarete gittiğinde kardeşine götürdüğü kebaplarla kapıda kalakaldı. İhsan yemeden içmeden kesilip iyiye halsizleşince serumla beslenmek üzere hastaneye kaldırılmıştı.

Ev kadını Satı ile PTT memuru Turan 1968 yılında evlendiler, sırasıyla Mustafa, Hülya ve en son 1971'de İhsan doğdu. Akyüz çifti çocuklarının okuması için ellerinden geleni yaptılar. Mustafa mimar, Hülya muhasebeci oldu. Küçük oğul İhsan iki yıllık Meslek Yüksek Okulu'nda elektrik okurken vazgeçti, tecilini kaldırtıp askere gitmeye karar verdi. Baba Akyüz disiplinli, hatta biraz da baskıcıydı. İhsan da, çevresine saygılı, ciddi ve dürüst bir insan oldu. Çocukken hiç yaramazlık yapmadı, biraz daha büyüyünce de hayatını genellikle evde geçirdi, arkadaşları gibi kahvehanelerde takılmadı, zaten pek arkadaşı da yoktu.

Acemi eğitimi için Manisa Doğu Kışla'ya gitti, artık komandoydu. Usta birliği resmen Kırklareli'ydi ama kendisi geçici görevle Şırnak'a yollandı. Sessizliğini, az konuşmasını askerde de sürdürdü. Ailesine gönderdiği mektuplarda sadece "selam, kelam" vardı. İlk altı ay aile oğullarından hiç haber alamadı. Annesi, babası, kardeşleri kahroldular, haber almak için yaptıkları tüm resmi başvurular cevapsız kaldı. Neredeyse oğullarından umut kesmişlerdi ki, İhsan telefon etti, "iyiydi". Neden ailesini arayamadığını anlatmadı, ailesi de soramadı. Hiç izin kullanmadan askerliğini bitirip Çorum'a döndükten sonra da pek konuşmadı, askerliğinin nasıl geçtiğini anlatmadı. Bilinen çok fazla operasyona katıldığıydı, babası, "askerlik hatıralarını anlatmak bizim zamanımızdaydı, şimdi anlatılmıyor," derken, oğlunun da bu anlamda istisna sayılmayacağını söylemeye çalışıyor. Bunca suskunluğa karşın, İhsan'ın durmaksızın tekrarladığı bir olay vardı. Anne Satı, "bir arkadaşı varmış nişanlı, terhisine üç gün kalmış, operasyona gideceklermiş, 'komutanım, beni yollamayın' diye yalvarmış, komutan dinlememiş" diye aktarıyor ve ekliyor: "Oğlum, 'arkadaşım o çatışmaya gitmek zorunda kaldı, gitti ve öldü' diye anlatırdı."

Aile, konuşmasa da oğullarının sıkıntısının farkındaydı. Askerden döndükten sonraki ilk altı ay İhsan, annesinin her gün yeniden yaptığı yatakta uyumak yerine betonda yatmayı tercih etti. Uykuları o kadar hafifti ki, uyanmasın diye evde terlik giyilmez oldu. Baba Turan Akyüz, yorulur da uyur diye oğlunu işe yerleştirdi. İhsan gıda maddeleri satan bir yerde, indir bindir işleri yapmak üzere, "bir nevi amelelik işi"ne girdi. Altı ay sonra işten çıktı. İhsan herkesin dürüst olmasını istiyordu, bekliyordu. Bu imkânsızdı. Sonraki işi Toprakbank'dan da "biraz daha çalışırsam başım belaya girecek" diyerek ayrıldı. Toprakbank'dan ayrıldığına pişman oldu ama iş işten geçmişti. En çok "devlet"te çalışmak istedi, babasının deyişiyle "bu ortamda adamın olmayınca" olmuyordu. İş için açılan sınavlara girdi çıktı, kazanamadı.

Babasının küçük tuhafiye dükkânında ayda on milyon liraya çalışmaktan başka çare kalmamıştı. Sigortası da yoktu. İhsan en çok medyaya kızıyor, medyayı da toplumu da ikiyüzlü buluyordu. Babasının söylediğine göre, İhsan'ın bir örgütte kaydı da yoktu. Bir gün evden çıktı, annesiyle onu televizyonda gördüler, uçak kaçırmıştı. Şimdi Trabzon cezaevinde yatıyor, yargılanıyor. Adli Tıp Kurumu'na sevkine karar verildi ama İstanbul'a gönderilmek için sıra bekliyor.

Anne Satı Akyüz konuşuyor: Güneydoğu'da ölen kurtuluyor. Trabzon uzak tabii, sık gidemiyoruz. Şimdi hastanede, çok zayıfmış... Hiç yemek yemiyor, bunalımda. Bir doktora götüremedim,"iyiyim" diyordu. Koca adam, kulağından tutup doktora götüremedik. Bu olaydan, on beş gün önce, "dükkâna da gitmeyeceğim," demişti. "Dükkâna müşteri gelmeyince kafama askerlik şeyleri doluyor" diyordu.

Baba Turan Akyüz soruyor: Askere giderken kontrolden geçiriyorlar, seçiyorlar. Dönerken bakmıyorlar. Askerden sonra da kontrolden geçirsinler. İstanbul'da askerlik yapmakla Doğu'da askerlik yapmak aynı mı? Biz seyrediyoruz, onlar harpten geliyor. Bunlar hep fakir çocukları, nasıl tedavi yaptıracaklar? Bu işler başımıza gelmese, ben de konuşmazdım. Bir baba olarak 25 yaşındaki oğlumun terörist damgası yemesini istemezdim. Bizim olaydan sonra, Çorum'da en azından 50 kişi, hem "geçmiş olsun", hem de, "bizim çocuklar da böyle" dedi. Herkes problemini kendi kendine yaşıyor. Bu çocuklar vatanımızın çocukları, bağrımıza basacağımız çocuklar. Oradayken kahraman oluyorlar, buraya gelince kahramanlık bitiyor. Yani, "kim bunlar" diye sorunca, "fakir, zengin" diye söylersem, ayırım yapmış olurum ama benim gördüğüm hep yoksullar. Biz devlete canımızı kanımızı veriyoruz ama devlet de bizim için bir şey yapsın. Benimle ilişkileri çok sertti. Ne haksızlığa, ne de bana tahammül edebiliyordu. Kendi dediğinden başkasını kabul etmiyordu. Ben aşağıdan alıyordum. Her şeyin Doğu'da askerlik yapmasından olduğunu biliyordum. Ateş düştüğü yeri yakar, hiçbir baba çocuğunun böyle bir duruma düşmesini istemez. Ben medyaya da seslenmek istiyorum. Medya gerçeği yazsın, şov yapmasın. Dürüst habercilikten memleketin menfaati olur. Olaydan sonra ortaya aldılar bizi. Sanki kaçakmışız gibi. Neredeyse oğluma üzüldüğüm kadar gazetelerin yazdıklarına üzüldüm. Bu başıma gelmeden, kimi vatandaşların kamera kırdıklarını görünce üzülüyordum. Şimdi, "hak ediyorlar" diyorum. İhsan gibi askerden döndükten sonra problemi olan çokmuş. Hastalıklarını saklamasınlar. Kendilerini dile getirsinler, sorunlarını ortaya koysunlar. İçine kapandı mı, bir gün patlar. Tam böyle oldu bizde... Sağcısı da solcusu da kardeşimiz, hepimiz bir yastıkta askerliğimizi yapıyoruz. Askerlikten döndükten sonra siyasilerin eline düşülüyor. Gençler hadi askere gidiyorlar, tamam da, bari döndüklerinde işe alınsınlar. Orada da torpil oluyor. Her parti ayrım yapıyor. Yılmaz Güney'in "Umut" filmine benziyor bizim durumumuz.

Komşuları konuşuyor: Bunları yazın da tek tek hükümet bilsin. Bu çocukları doktor gözetiminde terhisten sonra hiç olmazsa bir ay bir yerde tatil yaptırsınlar, sonra bunlara iş versinler. Çorum'un çok şehidi var. Yanarsa anası babası yanıyor.

*

* Askerden dönen genç ölüm saçtı. Kastamonu'nun Küre ilçesine bağlı Ersizlerdere köyünde, üç ay önce askerden gelen 22 yaşındaki Orhan Kara, geçirdiği bunalım sonucu annesi, ablası ve ağabeyini av tüfeğiyle öldürdü.

Orhan Kara, önceki akşam saat 22.00 sıralarında evde ailesiyle bilinmeyen bir nedenle tartıştıktan sonra babasına ait çift kırma av tüfeğini eline alıp rasgele ateşledi. Orhan Kara'nın açtığı ateş sonucu annesi Şaziye Kara (52), ablası Gülten Kara (28) ile ağabeyi Erol Kara (25) olay yerinde can verdi. Firar eden Orhan Kara'nın yakalanması için çalışmaların sürdürüldüğü bildirildi. Kara'nın vatani görevini Diyarbakır'da yaptığı ve asker dönüşünde psikolojik bunalım içinde olduğu öğrenildi. (1.10.1998, Radikal-Online)

Orhan Kara 1976 Kastamonu'nun Küre ilçesinin Ersizlerdere köyünde doğdu. İlkokulu bitirdikten sonra, hayatı öğrensin diye İstanbul'da bir tanıdığın lokantasına gönderildi. Babası Nazmi Kara maden işçiliğinden emekliliği gelince 1992'de İstanbul Beykoz'a gelip yufkacı dükkânı açtı. Orhan'ın da işi belli olmuştu: Yufkacılık. Orhan "çok ciddi" bir çocuktu. Pek fazla konuşmazdı. Hiç arkadaşı yoktu. Haftada bir Beykoz pazarında tezgâh açar, herkesten çok yufka satardı. Çok dürüsttü. Müşteri tezgahta, bir torba muz unutsa, onu tartar, fiyatını öğrenir, sonra da eve kardeşleri yesin diye getirirdi. Bir hafta sonra, aynı müşteri geldiğinde, bir haftada bozulacağı için unutulan muzu yediğini söyler, parasını öderdi.

55 yaşındaki baba Nazmi Kara 30 yıl önce Orhan'ın annesi Şaziye ile 10 yıl önce de şimdiki karısı Fadime ile evlendi. İlki resmi, ikinci imam nikâhlı iki eşinden üçü kız onu oğlan 13 çocuk sahibi oldu. Çocukların ikisi öldürüldü. Şimdi halen biri hapiste 11 çocuğu var. Kara ailesi altı yıl önceye kadar memleketleri Kastamonu'nun Küre ilçesi Ersizlerdere köyünde yaşadılar. Baba Nazmi Kara emekli olunca İstanbul Beykoz'a geldi. Artık iki evi vardı, ilk karısıyla Ersizlerdere'de, ikinci karısıyla Beykoz'da yaşıyordu. 1977 doğumlu Orhan, Şubat 1997'de askere gitti, jandarma komando olmuştu. Acemi eğitimini Manisa Kırkağaç'ta aldı, sonra Diyarbakır'a gitti. Destek Birliği olarak emir geldikçe göreve, dağa gidiyordu. Ailesi oğullarının herhangi bir çatışmaya katılıp katılmadığını bilmiyor, hiç sormadılar, Orhan da anlatmadı. Ama oğullarının askerde rahatının iyi olduğunu biliyorlar, ya da öyle sandıklarını düşünüyorlar. Orhan 5 Ağustos 1998'de terhis olup İstanbul'a döndü. İstanbul'da kaldığı bir hafta içinde askerlikten pek konuşulmadı. Orhan oralardaki dağları taşları anlattı durdu. Orhan'la babası aynı odada yatıyorlardı ama, Nazmi Kara sabah üçte dörtte kalkıp yufkacı dükkânına gittiği, Orhan ise öğlen uyandığı için aile oğullarının uyku düzenini bilmiyor.

Köydeki annesini ve kardeşlerini özlemişti. Gitti. Köyde ilk günler annesinin bütün ihtiyaçlarını giderdi, evi onardı, çuval çuval kışlık erzak aldı. Köydeki ablası Gülten eşinden yeni ayrılmıştı, bir yakın akrabaları dedikodu çıkarınca, genç kadın da adamın kapısına elinde silahla dayanmış, "haydi çık dışarı deyyus" demiş, "kocamdan ayrıldıysam sokak orospusu mu oldum". Aile cinayetlere giden sürecin bu olayla başladığını düşünüyor. Sonrasında Orhan bu akrabanın evine gidiyor, birlikte içki içiliyor. İddiaya göre, Orhan eve gidip ablasını, ağabeyini ve annesini öldürerek "aile namusu"nu temizliyor. Baba Nazmi Kara, oğlunun ağabeyi ile annesini neden öldürdüğünü bir türlü çözemiyor. Orhan olaydan sonra 15 gün kaçıyor. Bu arada, babasına telefon ederek, "günahının olmadığını" söylüyor. Babasının telkini üzerine de savcılığa teslim oluyor. Orhan da avukatına, "kız kardeşimi vurduğumu biliyorum ama annemle ağabeyimi vurduğumu bilmiyorum" diyor. Orhan avukatla bir sırrını da paylaşıyor: "Ben askerde biraz rahatsızlandım. Ayaklarımın altına bir sızı geliyor, beynime vuruyor. Beynime vurunca kendimden geçiyorum. Askerde bu sızı gelince cinnet geçiriyordum. İstanbul'a döndüğümde babama söyleyip hastaneye yatacaktım."

Şimdi, İnebolu cezaevinde yargılanmayı bekleyen 1.78 boy, 90 kilo "çocuk" Orhan Kara, babasının deyimiyle, "bitmiş"ti.

Ersizlerdere köyü Muhtarı Mehmet Yüksel anlatıyor: Birinci odayı açtım, oğlan kardeşi, ikinci oda annesi, üçüncü odada da kız kardeşi vurulmuş... Üç cenaze... Ben tanımıyordum, köylü, "çok iyi çocuktu, çok sakin biriydi" diyor. Teslim olunca bakmak için adliyeye koştum... Bazı arkadaşlar, "Doğu'da askerlik yapanlar aniden böyle bir bunalım içine girermiş" diyorlar. Yani askerliğin etkisiyle diyorlar. Bunu niye yaptı çözemedik yani... Gündüz neyse de hava kararınca kimse komşusuna bile gidemiyordu. 15 gün herkes çok korktu, kimse en yakın komşusuna bile gidemedi. İnsanlar, annesini bile öldürmüş, kafayı iyice bozmuş her şeyi yapar, diyor... 60 yaşına geliyorum, böyle bir olay olmuş değil Ersizlerdere'de... Atalarımdan da duymadım...

Orhan'ın ilkokul arkadaşı Metin Gökgöz anlatıyor: İlkokuldan hatırlıyorum. Hiçbirimizle, yani kimseyle konuşmazdı, sessiz kendi halinde biriydi. Bizimle birlikte bir şey de yapmazdı, oyunlarımıza katılmazdı yani. Samimiyetim yoktu tabii ama, onun kimseyle samimiyeti yoktu.

Babası Nazmi Kara konuşuyor: Askere giderken nasıl doktor muayenesinden geçirip sapasağlam alıyorlar, sonra da sapasağlam teslim etmeleri lazım. Çocuğu yetiştirdik, muayenesini oldu, askere gitti. 22 yaşına girmiş, kulağını çekmemişim, saygılı mı saygılı. Jandarma komando, Diyarbakır'da... Boyu bir yetmişsekiz, askerde komando... Bizim Küre'nin Karakol komutanı daha önce Doğu'da görevliymiş. O kadar zaman geçmiş, komutan "gece sanki savaştaymışım gibi," diyor, üzerinden hâlâ atamamış. Ara sıra rüyasında çatışmada oluyormuş, yanındaki arkadaşı vuruluyormuş, hopluyormuş tabii. Komutan, "ailemin bana sarıldığı çoktur" diyor. Bunu anlatması Orhan için, bana, "yanlış anlama," dedi, "delikan denir, delikan gelince kendini kaybedersin" dedi. Büyüklerimizden bir ricamız var... Askerde bacağı da kopar, kolu da kopar, ona saygımız sonsuz. Teskereye gönderecekleri zaman, hepsini toplayıp 15 gün 20 gün anneye, babaya, konu komşuya, küçüğe büyüğe nasıl davranılacağını öğretmeleri lazım. Yani rasgele tüfeği omzundan al, terhis et... Kendi çocuğum için konuşmuyorum, televizyonda görüyoruz, çocuk, ailesine, "siz gidin, ben geliyorum," diyor, bir bakıyorlar, kendini asmış. Yani bunları 15 gün toplayacaklar, bir kampta eğitecekler... Biz vatana milletimize kesinlikle saygısızlık yapamayız... Evlatlarımız da öyle... Bizde askerlik yapmayan bir kişiyi adam yerine koymazlar, selam bile vermezler. Çünkü sen vatanına hainlik yapıyorsun, sen kaç ben kaç kim yapacak? Seninki gitmesin. Seninkine bir şey olursa... Seninkinin canı can da yani... Hiç kimseye bir şey olmasın...

 

 

SAYILAR...

63 286 Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, 1998'i değerlendirdiği basın toplantısında, "Terör eylemlerinin başladığı 15 Ağustos 1984'ten aralık ayının başına kadar bilanço; meydana gelen 32 bin 853 olayda güvenlik güçlerinden 5 bin 555'i şehit oldu, 11 bin 168'i yaralandı. Sivil halkın uğradığı saldırılar sonucu 5 bin 302 vatandaş şehit oldu, 5 bin 877 vatandaş da yaralandı. Teröristlere verdirilen toplam zayiat ise 35 bin 384'tür. Bunların 23 bin 938'i ölü, 749'u yaralı, 8 bin 693'ü sağ olarak ele geçirilmiş, 2 bin 304'ü teslim olmuştur," dedi.

(28 Aralık 1998, Cumhuriyet)

50 607 "Genelkurmay Başkanlığı adına TSK'nin PKK'ya karşı 1984' ten beri sürdürdüğü mücadelede gelinen noktayı Kurmay Albay Bülent Dağsalı şöyle açıkladı: 1984'te başlayan terörle mücadelede bugüne kadar 40 bin 407 terörist etkisiz hale getirildi. Bu mücadelede TSK'den 243 subay, 221 astsubay, 3 bin 526 uzman çavuş, erbaş ve er olmak üzere 3 bin 990 şehit verilmiştir. Ayrıca 157'si polis, 1115'i köy korucusu olmak üzere 1272 güvenlik görevlisi şehit oldu. Terör olaylarında 5 bin 238 vatandaşımız hayatını kaybetti."

(8 Mayıs 1998, Hürriyet)

29 868 "Olağanüstü Hal Bölge Valisi Aydın Arslan, Olağanüstü Hal'in başlangıcından bu yana geçen 11 yılda, 26 bin 415 teröristin etkisiz hale getirildiğini, olaylarda bir önceki yıla oranla yüzde 40 azalma olduğunu söyledi. Bölge Valisi Aydın Arslan, düzenlediği basın toplantısında Olağanüstü Hal'in ilanından bu yana geçen 11 yıldaki terörle mücadeleyi değerlendirdi. Arslan, bölgede güvenlik güçlerince aralıksız sürdürülen operasyonlarda 11 yılda 16 bin 527 olayın meydana geldiğini ve bu olaylarda 21 bin 41'i ölü, 580'i yaralı, 2612'si sağ ve 2182'si kendiliğinden teslim olmak üzere toplam 26 bin 415 teröristin etkisiz hale getirildiğini söyledi. Aynı sürede 196'sı subay, 363'ü astsubay, 2780'i er, 178'i polis, 1089'u geçici köy korucusu olmak üzere toplam 4606 güvenlik görevlisinin şehit olduğunu ifade eden Bölge Valisi Arslan, 11 yılda 3398'i erkek, 508 kadın ve 493 çocuk olmak üzere toplam 4399 vatandaşın da hayatını kaybettiğini bildirdi. 11 yılda toplam 22 bin 563 uzun namlulu silah, 6457 tabanca ele geçirildiğini ifade eden Arslan, 4 milyonu aşkın merminin de elde edildiğini belirtti.

Bölge Valisi Arslan, 1997 yılının ilk 6 ayında bölgede 277 olayın, 1998'in aynı döneminde ise 197 olayın meydana geldiğini, bunun olaylarda yüzde 40 azalmayı ifade ettiğini söyledi. Bu olayların sadece silahlı saldırı ve çatışmaları kapsadığını kaydeden Arslan, şöyle dedi: 'Olaylar bölgedeki tüm örgütleri kapsıyor. 1997 yılının ilk altı ayında tüm olayların sayısı 563, 1998 yılında ise 360'tır. 1997 yılının ilk altı ayında 290 şehit verirken, bu yıl rakam 147'ye düştü. Hayatını kaybeden vatandaşlarımızın sayısı da 1997'de 55, 1998'de 48'dir. Bu yıl 1122 terörist ölü, 20 terörist yaralı, 86 terörist sağ ve 86 terörist de kendiliğinden teslim olmak üzere toplam 1314 terörist etkisiz hale getirilmiştir.'"

(3 Temmuz 1998, Anadolu Ajansı)

300 000 "Güneydoğu'da savaşan Türk güvenlik güçleri, Kara, Hava ve Jandarma birlikleriyle polis ve köy korucularından oluşuyor. Güneydoğu'da görev yapan yaklaşık 300 000 kişilik gücün 140 000-150 000 kadarı Kara Kuvvetleri, 10 000 kadarı Hava Kuvvetleri, 40 000-50 000 kadarı Jandarma'ya, 40 000 kadarı polise bağlı ve 67 000 de köy korucusu var... Kara Kuvvetleri birliklerinin yaklaşık beşte birini Güneydoğu'daki ayaklanma bastırma operasyonlarıyla görevlendirmiş durumda."

(Türkiye'ye Silah Transferleri ve Savaş Yasaları İhlalleri, Belge Yayınları)

21 000 "Yalnız Avrupa'da 5 bini aşkın parti-cephe çalışanı var. Ortadoğu sahasında rahatlıkla bini aşkın parti-cephe çalışanı var. Dağlarda... 15 bine yakın parti-ordu çalışanı var... PKK kadrosu diyebileceğimiz profesyonel çalışanlar 5 binden aşağı değildir."

(Mart 1994, Ragıp Duran-Ertuğrul Kürkçü, Öcalan'la söyleşi, "Diriliş Tamamlandı, Sıra Kurtuluşta")

10 000 "İçişleri Bakanı (Nahit Menteşe) PKK'nın yaklaşık 10 bin militanının yanısıra 50 000 kişilik milis gücüne ve 315 000 sempatizana sahip olduğunu söylüyor."

(Aralık-1994, Stephen Button, Military Review)

95 000 "Bugün 62 bini kadrolu, 33 bini kadrosuz 95 bin korucu var. Aileleri ve aşiretleriyle birlikte çok geniş bir camia bu... Geçmişte 18 ile 65 yaş arasında bu işe uygun olan, olmayan herkes silah altına alındı. Ve bugün koruculukta, uyuşturucudan silah kaçakçılığına, PKK'yla müştereklikten lojistik desteğe kadar uzanan, yüzde 12'lere varan bir suç oranı var."

(27 Nisan 1998, Yeni Yüzyıl, Pazartesi Konuşmaları/Neşe Düzel - Devlet Bakanı Prof. Dr. Salih Yıldırım)

3 787 Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde PKK'ye karşı verilen mücadelede yer alan 70 bin geçici köy korucusundan 3 bin 787'si-nin, yasadışı olaylara karıştıkları gerekçesiyle yargılandıkları ve silahlarının ellerinden alındığı belirlendi.

PKK'ye karşı mücadele için devletin silah ve maaş verdiği korucuların 1899'unun ''PKK'ye yardım ve yataklık ettikleri'' iddiasıyla yargılanmaları dikkat çekti. Bölgede 1073 korucu da ''uyuşturucu ticareti yapmak ve çete kurmak'' suçlarından yargılandı.

Koruculuk sistemi 1984 yılında PKK'nin Güneydoğu'da silahlı faaliyet göstermesiyle oluşturuldu. 1987 yılında Olağanüstü Hal Bölge Valiliği'nin kurulmasıyla geçici köy korucularının sayıları 70 bine ulaştı. ... 1987'den sonra korucularla ilgili şikâyetlerde artış oldu. Bu dönemde binlerce korucu hakkında soruşturmalar açıldı. Yargılamalar sonucunda suçlu bulunan 3 bin 787 korucunun devlet tarafından verilen silahları geri alındı. Bu korucuların tamamının görevlerine son verildi. Suçlu oldukları mahkemelerce saptanan çok sayıda korucu hapis cezalarına çarptırıldı. Büyük bölümü halen cezaevlerinde.

İçişleri Bakanlığı kayıtlarına göre göreve başladıklarından bu yana sürekli kitle örgütleri, insan hakları kuruluşları ile bölge vatandaşları arasında büyük tartışmalara neden olan geçici köy korucularının Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde işlediği suçlar şöyle:

''108'i rüşvet almak, 1899'u PKK'ye yardım ve yataklık, 196'sı adam öldürmek, 161'i adam yaralamak, 280'i silah kaçakçılığı, 57'si kız kaçırmak, 13'ü meskene tecavüz ve 1073'ü uyuşturucu ticareti yapmak, çete oluşturmak ve diğer suçlar.''

(26 Ocak 1999, Cumhuriyet)

6 200 "Halen 6 bin 200 olan Özel Harekât Polisi'nin sayısı kademeli olarak 5 bine indirilecek. Özel Harekât'ta en az 60, en fazla 300 personel bulunacak. Polislerin 3 bini Doğu ve Güneydoğu'da görev yapacak. "

(3 Kasım 1998, Yeni Yüzyıl)

426 000 "Genelkurmay Başkanlığı Genel Sekreterliği'nin verdiği bilgiye göre, askerlik çağında olmasına karşın mazeret bildirmeksizin askerlik hizmetini yerine getirmeyen veya askerliklerini erteletmek için şubelerine başvurmayan yükümlü sayısı 200 bin oldu. Yoklama kaçağı ve bakayalar genelde göç veren veya alan metropollerde yoğunlaşıyor. Bu grubun önemli bir kısmının ise öğrenci belgeleri şubelerine ulaşmayan öğrenciler, mükerrer kayıtlılar, cezaevinde bulunanlar veya mazeretlerini zamanında bildirmeyenlerden oluştuğu belirtiliyor. Yurtdışında çalışma, lisans-yüksek lisans eğitimi, hapis, sağlık gibi mazeretlerin zamanında bildirilmemesi nedeniyle yükümlülerin cezalı duruma düştükleri kaydediliyor. Genelkurmay, yurtdışında yaşayıp da askerlik hizmetini yapmayanların sayısının ise Aralık 1998 itibariyle 226 bini bulduğunu bildirdi."

(21 Aralık 1998, Hürriyet)

96 000 000 000 "Dışişleri Bakanlığı İkili Siyasi İşlerden Sorumlu Müşteşar Yardımcısı Büyükelçi Uluç Özülker, kısa süre önce yaptığı açıklamada, Türkiye'nin PKK'yla mücadele için son 14 yılda harcadığı paranın 96 milyar dolara ulaştığını, bunun da toplam dış borçlara yaklaştığını söyledi. Askeri yetkililerin açıklamalarına göre, TSK terörle mücadele için günde 1 milyon 250 bin dolarlık harcama yaparken, jandarma ve diğer güvenlik birimlerinin harcamaları buna dahil edilmedi. 1996 yılındaki operasyonlarda ele geçirilen silah, mühimmat ve teçhizatlarının parasal değeri 3.1 milyon doları bulurken, bu rakam, 1997'de 3.2 kat artışla 10 milyon dolara ulaştı. Güneydoğu'da 6 bin 153 yerleşim birimi boşaltıldı, 2 bin 322 okul ile 160 sağlık ocağı ve sağlıkevi kapandı. Hayvancılık ve tarım bitme noktasına geldi."

(14 Kasım 1998, Hürriyet)

500 000 000 000 000 "Türkiye'de üretilen petrolün %100'ü Güneydoğu'da üretilmektedir. Bunun parasal değeri ise yılda yaklaşık 200 trilyon TL'dir. Türkiye'deki su havzalarının %30'unu tek başına sadece Fırat ve Dicle nehirleri oluşturmaktadır. Bu nehirlerden elde edilen enerjinin neması, yılda yaklaşık 250 trilyon TL'dir. Görüldüğü gibi sadece petrol ve enerji kalemlerinden bir yılda elde edilen nema, yaklaşık olarak 500 trilyon civarındadır. Ayrıca bugünkü şartlarda bile Türkiye'de üretilen fosfatın %100'ü, Antep fıstığının %95'i, buğdayın %10'u, pamuğun %14'ü, mercimeğin %75'i, arpanın %15'i Güneydoğu'da üretilmektedir. Ayrıca sadece GAP kapsamında Çukurova'nın 5 misli bir alan (yani 1.7 milyon hektar arazi) sulanacak ve her alanda verim üçe-dörde katlanacaktır."

(Yard. Doç. Dr. Ahmet Özer, GAP Belediyeler Birliği Eski Genel Sekreteri, Mersin Üniversitesi Genel Sekreterliği ve Metodoloji Ana Bilim Dalı Başkanı, Görüş: Şubat - Mart 1998)

283 Son yedi yıl içinde Diyarbakır'ın aldığı göçlerle nüfusu 380 binden 1.5 milyona çıkmış, yani 7 yılda nüfusu 4 kat artmıştır. (Bu durum bölgenin diğer büyük kentleri için de geçerlidir. Örneğin, Van'ın nüfusu 1990'da 151 bin iken, 1997'de 500 bine, Batman'ın 149 binden 400 bine, Ş.Urfa'nın 226 binden 700 bine, Gaziantep'in nüfusu 627 binden 1.500 milyona, bir ilçe olan Bismil'in nüfusu ise 38 binden 150 bin'e çıkmıştır. ... Birleşmiş Milletler verilerine göre, bir kişinin ölmeden yaşamını idame ettirebilmesi için bir günde alması gereken 254 kalorinin yıllık bedeli 385 dolardır. Bu rakam aynı zamanda yoksulluk sınırıdır. Yapılan araştırmalara göre Diyarbakır'ın nüfusunun %85'i bu rakamın altında bir gelire sahiptir ve bu oran göç etmiş olan gruplar arasında daha da yükselmektedir. (TMMOB Raporu, 1997) Nitekim, Diyarbakır'daki 28 bin çalışana karşılık 312 bin kişi halen iş aramaktadır. Buna göre işsizlik oranı resmi rakamların aksine %70 civarındadır. (Diyarbakır TSO, 1997) Türkiye'de kişi başına düşen GSMH 2500 dolar iken, bu rakam Diyarbakır'da 283 dolardır. Aynı durum Doğu ve Güneydoğu' daki diğer bütün yerleşim birimleri için de geçerlidir. (Yard. Doç. Dr. Ahmet Özer, GAP Belediyeler Birliği Eski Genel Sekreteri, Mersin Üniversitesi Genel Sekreterliği ve Metodoloji Ana Bilim Dalı Başkanı Görüş, Şubat - Mart 1998)

1 006 000 DİE'nin (Devlet İstatistik Enstitüsü) Hane Halkı Gelir Dağılımı araştırmasının sonuçlarına göre, İstanbul'da yaşayanların en zengin yüzde 20'si gelirin yüzde 64'ünü, en fakir yüzde 20'si gelirin yüzde 4'ünü alıyor. En yüksek gelirli ailenin yıllık geliri 1 milyon 6 bin dolar (300 milyar 180 milyon TL), en düşük gelirli ailenin yıllık geliri 700 dolar (21 milyon TL).

Ankara'da yaşayanların en zengin yüzde 20'si gelirin yüzde 46'sını; en fakir yüzde 20 gelirin yüzde 6'sını alıyor. En yüksek gelirli ailenin yıllık geliri 633 333 Dolar (100 milyar 900 milyon) en düşük gelirli ailenin yıllık geliri 143 dolar (4 milyon 292 bin TL.)

Diyarbakır'da yaşayanların en zengin yüzde 20'si gelirin yüzde 51'ini en fakir yüzde 20 gelirin yüzde 7'sini alıyor. En yüksek gelirli ailenin geliri 65 600 Dolar (1 milyar 968 bin TL), en düşük gelirli ailenin neyle geçindiği ise bilinmiyor.

"İstanbul'un en zenginlerinin içinde yer aldığı yüzde 20'lik nüfus, İstanbul'da kullanılan gelirin yüzde 64.1'ini tüketiyor. İstanbul Türkiye toplam gelirinin yüzde 27.5'ine el koyduğuna göre, bu en tepedeki 330 bin aileden oluşan İstanbul zenginleri Türkiye gelirinin yüzde 18'ine el koyuyor demektir. Peki bu ailelerin Türkiye genelindeki büyüklüğü nedir? Yüzde 3. ... Türkiye'nin yüzde 3'lük azınlığı İstanbul'da oturmakta ve Türkiye'nin gelirinin yaklaşık yüzde 20'sine el koymaktadır. Diğer illerin en üstteki zenginleriyle beraber bunların sayısı 2 bin 237 aileye ulaşmakta ve hepsi beraber Türkiye'deki ailelerin yüzde 20'sini oluşturmalarına karşılık Türkiye gelirinin yüzde 55'ini almaktalar. ... İstanbul'un en yoksullarının oluşturduğu 330 bin aile İstanbul'un gelirinden yüzde 4.2 pay alıyorlar. Çoğu varoşlarda yaşayan İstanbul yoksullarının payına Türkiye toplam pastasından düşen pay ise yüzde 1 ile ifade edilebilir.

(Mustafa Sönmez, Bölgesel Eşitsizlik)

145 231 Devlet Güvenlik Mahkemelerinde, son 4 yılda 18 yaşın altında 2 bin 333 çocuk yargılandı. DSP Aydın Milletvekili Sema Pişkinsüt'ün "Çocuk yargılamalarına" ilişkin soru önergesine verilen yanıtta, 11-17 yaş arasında çok sayıda çocuğun DGM'lerde yargılandığı belirlendi. Adalet Bakanlığı istatistiklerine göre, 11-14 yaş arasında 1994'te 73, 1995'te 28, 1996'da 78, 1997'de de 32 çocuk yargılandı. 15-17 yaş grubundan ise 1994'te 694, 1995'te 440, 1996'da 712, 1997'de de 276 çocuk yargı önüne çıktı. Bakanlığın 1989 yılından bu yana tuttuğu istatistiklere göre, bu tarihten sonra çocuklar da dahil toplam 145 bin 231 kişi devlet güvenlik mahkemelerinden yargılandı. Buna göre, 1989'da 7 bin 894, 1990'da 12 bin 564, 1991'de 12 bin 58, 1992'de 17 bin 402, 1993'te 18 bin 792, 1994'te 22 bin 158, 1995'te 18 bin 583, 1996'da 15 bin 583, 1997'de de 20 bin 197 kişinin yargılaması yapıldı.

(12 Ağustos 1998, Anadolu Ajansı)

19 962 Türkiye genelindeki Devlet Güvenlik Mahkemeleri (DGM) başsavcılıklarında, son 3 yıl itibarıyla faili meçhul dosyaların toplam dosyalar içindeki oranında yüzde 9.1 oranında artış saptandı. Adli Sicil ve İstatistik Genel Müdürlüğü'nün son 3 yıllık verilerinden derlediği bilgilere göre, DGM'lerde 1995 yılında toplam 13 bin 665 faili meçhul dosya bulunuyordu. Bu sayı, toplam dosyalar içinde yüzde 56.4'lük bir orana tekabül ediyordu.

1996 yılında ise faili bulunamayan dosyalar, geçen yıla oranla yüzde 4.5'lik artış göstererek 14 bin 923'e ulaştı. Son verilerin yer aldığı 1997 yılında, faili meçhul dosya sayısı ise 19 bin 962 olarak belirlendi. Toplam dosya içinde bu sayı yüzde 65.5'lik oranı teşkil ediyor.

Son üç yıllık verilere göre, Türkiye genelindeki DGM başsavcılıklarında bulunan faili meçhul dosyalarda yüzde 9.1'lik bir artış olduğu görülüyor.

1995 yılında faili meçhul birinciliği, 11 bin 699 dosya ile Diyarbakır DGM'de bulunuyordu. Faili belli olmayan dosyalarda Diyarbakır DGM'yi sırasıyla 879 dosya ile Malatya DGM, 695 dosya ile Erzincan DGM, 177 dosya ile İzmir DGM, 83 dosya ile İstanbul DGM, 73 dosya ile Ankara DGM, 37 dosya ile Kayseri DGM, 22 Dosya ile Konya DGM izliyordu.

1996 yılında ise toplam 15 bin 321 faili meçhul dosyanın 12 bin 523'ü Diyarbakır DGM Başsavcılığı'nda yer alıyordu.

Diyarbakır DGM'yi sırasıyla 1026 dosya ile Malatya DGM, 687 dosya ile Erzincan DGM, 396 dosya ile Ankara DGM, 112 dosya ile İzmir DGM, 109 dosya ile Konya DGM, 56 dosya ile Kayseri DGM takip ederken İstanbul DGM ise 14 dosya ile son sırada yer almıştı.

Geçen yıl, faili belli olmayan dosya sayısı 19 bin 962'ye yükseldi. Bu dosyalardan yine en çoğu, geçen iki yılda olduğu gibi Diyarbakır DGM'de bulunuyordu. Diyarbakır DGM'deki toplam faili meçhul dosya sayısı, geçen yıl 13 bin 344 olarak belirlendi. Bunu 2 bin 940 dosya ile Van DGM, bin 233 dosya ile Malatya DGM, 807 dosya ile Erzurum DGM, 699 dosya ile Erzincan DGM, 441 dosya ile Ankara DGM, 158 dosya ile Adana DGM, 134 dosya ile İzmir DGM, 112 dosya ile Konya DGM, 63 dosya ile Kayseri DGM ve 31 dosya ile İstanbul DGM izledi.

1995 yılında faili belli olmayan dosyalardan 255'inin faili tespit edildi. 1996 yılında ise 272 dosyanın faili bulunurken bu sayı 1997 yılında büyük bir artış göstererek 3 bin 96'ya ulaştı. Faili meçhul dosyaların yıllara göre ortalama bekleme sürelerinde de değişiklikler gözlendi. 1995 yılında faili belli olmayan dosyaların ortalama bekleme süresi 3 bin 294 gün olarak belirlendi. Bu sayı, 1996 yılında 4 bin 348'e yükselirken 1997 yılında ortalama bekleme sürelerinde büyük bir düşüş oldu ve 1385 gün olarak tespit edildi.

(27 Temmuz 1998, Anadolu Ajansı)

7 012 000 000 SIPRI, (Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Kurumu) verilerine göre, Türkiye 1997 sonu itibariyle dünyanın en çok silah satın alan üçüncü ülkesi oldu. Yılda en az 100 milyon ABD Doları değerinde silah satın alan 72 ülkeyi kapsayan sıralamada 1993-97 arasında satın aldığı toplam 7 milyar 12 milyon ABD Doları değerinde silahla, Suudi Arabistan ve Tayvan'ıizleyen Türkiye, 1992-96 arasında da dünyanın ikinci büyük silah alıcısıydı. SIPRI kayıtlarına göre Türkiye 1997'de 1 milyar 276 milyon, 1996'da 1 milyar 127 milyon, 1995'te 1 milyar 253 milyon, 1994'te 1 milyar 373 milyon, l993'te 1 milyar 983 milyon ABD Doları değerinde silah satın aldı.

(SIPRI Year Book, 1997)

58 244 000 000 ABD Silah Denetimi ve Silahsızlanma Ajansı (Arms Control and Disarmament Agency-ACDA) verilerine göre Türkiye 1985 ile 1995 arasında, 1995 sabit fiyatlarıyla, toplam 58 milyar 244 milyon ABD Doları değerinde askeri harcama yaptı. Türkiye'nin 1985'te kişi başına 2 100 ABD Doları olan Gayri Safi Milli Hasılası 1995'te 2 714 ABD Doları'na çıkarken askeri harcamaların Gayri Safi Milli Hasılaya oranı yüzde 4.6 ile yüzde 4 arasında değişiyordu. Bütçedeki payı 1985'te yüzde 17.9, 1995'te yüzde 17.6 olan askeri harcamalar 1986'da yüzde 22.5'le yüksek düzeye çıkmıştı. 1995'te yapılan sıralamaya göre Türkiye 175 ülke arasında en çok askeri harcama yapan 19. ülkeydi. 1985'te kişi başına 97 ABD Doları olan askeri harcamalar 1995'te 108 Dolara çıkmıştı. Türkiye 1995'te silah altındaki 805 bin mevcuduyla Avrupa'nın en büyük, dünyanın 6. büyük ordusuna sahipti. Türk ordusu Avrupa'daki toplam silahlı gücün yüzde 25'ini oluşturuyor. On yıllık dönem içinde silahlı altındaki asker sayısı azalmakla birlikte 1991-95 arasında yükseliş gösterdi "

(ACDA, Askeri Harcamalar Raporu, 1996)

7 000 000 000 Amerikan Merkezi Haberalma Örgütü (CIA) verilerine göre, "Türkiye'nin askeri harcamaları 1996'da 4.3 milyar dolardı ve "aynı yıl yapılan 7 milyar dolarlık ayaklanma bastırma harcamaları bu sayıya dahil edilmemiş"ti.

(CIA Factbook)

74 DPT verilerine göre 1995'te bugünkü fiyatlarla kişi başına 117 ABD Doları olan sağlık harcamalarının yüzde 63'ü bütçeden karşılanıyordu. Aynı yıl devlet bütçesinden sağlık için kişi başına ortalama 74 Dolar ayrılmıştı.

(DPT)

% 3.2 UNESCO verilerine göre Türkiye 1994'te Gayri Safi Milli Hasılasının yüzde 3.2'sini toplam bütçesinin de yüzde 3.4'ünü eğitim harcamaları için ayırmıştı.

4 300 "Türkiye'de 1994-95 arasında ülkeye sokulmakta olan 2.7, ülkeden çıkarılmakta olan 1.6 ton eroin yakalandı. 1995'te de 4 tona yakın eroin ele geçirildi. Türkiye uyuşturucu imalatında kullanılan kimyasal madde ithalinde de yalnızca bir seferde 21 tonla dünya rekorları kırdı. Dış etkilerin yanı sıra çeşitli iç nedenlerle de Türkiye Batı Avrupa'nın baş eroin ithalatçı ve ihracatçısı oldu. ... 1995'te Türkiye'de 53.3 ton asit anhidrit ele geçirilmişti. Merkezi Paris'te bulunan OGD'ye (Uyuşturucu Jeoplitik Gözlemevi) adları saklı kalmak kaydıyla açıklamada bulunan "Kemalist" subaylar ile eski MIT ajanları, PKK'ye yönelik operasyonlar sırasında ele geçirilen yüzlerce kilo eroinin kayda geçirilmeksizin yılda birkaç kez aşırı sağcı Bozkurt şebekelerince Ispanya limanlarına gönderildiğini söylediler. Uyuşturucu kaçakçılığının büyük bölümü korucular, kimi MİT görevlileri ve Bozkurtların kontrolünde... Her ay kayıtlara geçmeyen 800-1200 kg eroin yakalanıyor.

(OGD, 1997 Raporu)

% 557 Emniyet Genel Müdürlüğü'nün Temmuz 1998'de yaptığı açıklamaya göre Türkiye'de ruhsatlı 609 bin 470 silah var. Ama suçların yüzde 76'sı ruhsatsız silahlarla işleniyor. 1991 ile 1996 arasında ruhsatlı silahlarla işlenen cinayet sayısı 63'ten 204'e, ruhsatsız silahlarla işlenen cinayet sayısı 344'ten 597'ye fırladı. Aynı dönemde ruhsatlı silahla yaralama beş kat artışla 143'ten 707'ye, ruhsatsız silahla yaralama ise 846'dan 1911'e çıktı.

"Meskûn mahalde ruhsatlı silah atma" 249'dan 2300'e ruhsatsız silah atma ise 809'dan 2537'ye fırladı. 6136 sayılı ateşli silahlar yasasına muhalefet olayları ise yüzde 557 artışla 1991'de 1691 iken 1997'de 9435'e yükseldi.

520 "Gözaltında kayıplar, 1990'u izleyen her yıl, çoğu Olağanüstü Hal Bölgesi'nde (OHAL) olmak üzere artış gösteriyor. İnsan Hakları Derneği'ne (İHD) yapılan resmi başvurular bugün 543'e ulaşıyor. İHD özellikle OHAL bölgesinde kayıp yakınlarının hepsinin resmi başvuruda bulunamadıkları gerekçesiyle rakamların ülkedeki gerçek gözaltında kayıp sayısını tam olarak yansıtmadığını düşünüyor.

Son 8 yılda kayıp yakınlarının başvurularına göre İHD ve çeşitli kuruluşların çalışmaları çerçevesinde 520 olarak saptanan gözaltında kayıplar yıl yıl şöyle bir seyir izliyor: 1991 - 4

1992 - 8

1993 - 36

1994 - 229

1995 - 121

1996 - 68

1997 - 45

1998 - 9

("Cumartesi Anneleri",.... tarihli açıklama)

908 "... Faili meçhul cinayetlerin toplam sayısı 908 olup...Adalet ve İçişleri Bakanlığınca toplam 34 ilimizde faili meçhul siyasi cinayetlerle igili bilgiler intikal etmiştir. 259 faili meçhul cinayetle Diyarbakır ilimiz ilk sırayı almaktadır. Bunu sırasıyla 155 ile Mardin, 145 ile İstanbul, 125 ile Batman, 34 ile Şırnak, 25 ile Malatya, 23 ile Adana, 15 ile Tunceli izlemektedir.

"Faili meçhul siyasal cinayetlerin en çok tabanca ile vurularak öldürme olayı olduğu ve 468 ile ilk sırayı aldığı görülmektedir. 2. sırayı 234 ile silahla öldürülme olayı almaktadır. Bunları sırasıyla Kalaşnikof marka otomatik silahla 55, bomba ile 22, otomatik silah ile 14, bıçak ile 14, uzun namlulu silah ile 10, asılarak 9, boğarak 8, ip ile 6 sert bir cisim ile 4, darpedilerek 4, kesici-delici alet ile 4, sopa ile 2 izlemektedir. Bunların dışında da çeşitli yöntemlerle öldürme olayları mevcuttur."

(TBMM Faili Meçhul Cinayetleri Araştırma Komisyonu Raporu, 14 Ekim 1994)

107 965 "Bonn Büyükelçiliğimizce hazırlanan ekli şemalara göre (Almanya'ya) her yıl 100 bin civarında vatandaşımız giriş yapmakta, bunların yaklaşık 20-30 bini iltica talebinde bulunmaktadır. İltica talebinde bulunanların önemli bir bölümünün Doğu ve Güneydoğu Anadolu'dan olması muhtemeldir.

İngiltere'ye yönelik iltica başvuruları açısından birinci sırada olan Türkiye'den 1984-1996 yılları arasında yapılan 17 784 başvurudan 1749'u kabul, 4841'i reddedilmiş, 5600 kişiye mülteci statüsü tanınmamakla birlikte olağanüstü oturma müsaadesi verilmiştir. 6143 başvurunun da incelenmesi sürmektedir.

Fransa'da 20-30 bin kadar vatandaşımızın kaçak olarak bulunduğu tahmin edilmektedir.

1988-96 yılları arasında Türkiye'den Belçika'ya gelen vatandaşlarımızca 7687 ilitica talebinde bulunulmuş, bunlardan 1607'si kabul edilmiştir.

1997 yılı Nisan sonu itibariyle İsviçre'de 79 600 Türk vatandaşı yaşamakta olup bunların 4806'sı ilticacı statüsündedir... Halen 17 688 vatandaşımızın iltica talebi incelenmektedir. İltica talebinde bulunanların önemli bir bölümünün başta Bingöl, Adıyaman, Gaziantep, Kahramanmaraş olmak üzere Doğu ve Güneydoğu Anadolu'dan olduğu... gözlenmektedir.

(Dışişleri Bakanı İsmail Cem'in TBMM Faili Meçhul Cinayetleri Araştırma Komisyonu'na 1.9.1997 tarihli yazısı).

2 200 Türkiye aleyhine Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde açılan davaların sayısı 2200'e ulaştı ve Türkiye sonuçlandırılmış davalarda 5 trilyona yakın para ödemek zorunda bırakıldı. Bunun yanı sıra Mahkeme'ye gitmeden önce başvurulması gereken Avrupa İnsan Hakları Komisyonu'na Türkiye aleyhine yapılan başvurularda da artış gözleniyor. Komisyona yapılan her üç kişisel başvurudan biri Türkiye aleyhine olduğu öğrenildi. 1990 yılında Komisyona Türkiye aleyhinde 52 başvuru yapılırken bu rakam 1992'de 180'e, 1994'te 220'ye, 1996'da 270'e, 1997' de ise 352'ye ulaştı.

Türkiye en çok işkence, ifade ve basın özgürlüğü, Kıbrıs ve Güneydoğu konularında mahkemeye şikâyet ediliyor. ... Strazburg'daki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne açılan ve Türkiye'nin suçlu bulunduğu davaların çoğu "örnek olay" teşkil ediyor ve Türkiye aleyhine gelecekte açılacak davalarda veri kabul ediliyor. Bu tür davaların en çarpıcı örneğini "Elekçi Köyü Davası" oluşturuyor. Türkiye'nin bu davada suçlu bulunmasıyla diğer tüm yakılan ve boşaltılan köyler için de AİHM'ne başvurma hakkı doğmuş oldu. Türkiye bundan böyle açılacak her köy boşaltma davası için "yeniden inşa" ile yükümlü olacak.

(12 Temmuz 1998, Yeni Yüzyıl