Dirsekler iyi çalışıyor, abanıp sizi görebiliyorum. Kaşık tutamıyorum, sadece ekmek arası filan tutabiliyorum. Yedi kurşun, dördü bacaklara, bir enseye, bir bileklere... Bileğimdeki kurşunu ağzımla olay yerinde çıkardım, attım.
Birliğim Bingöl'de jandarmaydı; on kilometre kala olay bitti. Pazartesi akşamı oluyor bizim olay... Gözümü açtığımda günlerden cumaydı, Diyarbakır'daydım. Aynı gün Ankara'ya geçtim. Önce Bingöl'deki hastaneye götürmüşler ama ben hatırlamıyorum. Acemi eğitimi bitmiş, artık usta birliğine gidiyorduk. Biri yirmi bir kişilik, biri yirmi üç kişilik iki otobüstük. Korumamız öğleye kadar vardı. Doğan Güreş o zaman komutanımızdı, öğleden sonra korumayı çekti. Akşam altıda PKK'nın eline geçtik. Bingöl'e on kilometre kadar kala rampadan inişe geçiyoruz. PKK kayaların arkasından çıktı. Otobüsçüye işaret etti, "yanaş" dedi. Bizi indirdiler. İlk anda onları köy korucusu sandık. Kimlik kontrolü yaptılar. İki kişi dışında görünüşte hepimiz sivildik. Otobüsümüz de sivildi, şoför de... Kimlikler askeri. Bizi alıp, köye götürdüler.
Önce hepimizi çalıların içine soktular. "Askere niye gidiyorsunuz" diyorlar. Biz de, "devletten kurtuluş yok, her Türk genci askerliğini yapmak mecburiyetinde," dedik. "Bize katılın" diyorlar. "Düşünmüyoruz" dedik. "Bizim suçumuz yok, sizin sorununuz bizimle değil," dedik. Köyde kadın çoluk çocuk hepsi bizi görüyor, bize gülüyordu. Beş yaşındaki çocuk peynir ekmek getirdi. Suyu içtik de, ekmeği yemedik. Korkudan kimsenin bir şey yiyecek hali yok. Aç da değildik, dinlenme tesisinde beşte yemiştik. Ayrıca çantamızda yiyecek vardı. Kırk elli kişi kadar oldular. Sonra bizi dağa çıkardılar. Dağda paralarımızı, her şeyimizi, üzerimizde ne varsa hepsini aldılar. Çantalar bir kenara kondu. Sonra başka bir köye götürdüler. Oradan gene dağa götürüldük. Köylerin isimlerini bilmiyorum. Telsizle birileriyle görüşme yaptılar. Dediklerine göre, hapisteki arkadaşları bırakılırsa, onlar da bizi bırakacaklardı. Herhalde başbakanla görüştüler. O zaman, herhalde başbakan Erdal İnönü'ydü. Onlar hapistekileri bırakmayı kabul etmeyince bizi dağa çıkarttılar. Bizi tek sıra dizdiler, sonra da taramaya başladılar. Kendimi yere attım, hiç kurşun almadım. İçlerinden biri, "yaralı kalmasın" dedi. İkinci taramada yedi kurşun isabet etti bana. Akşam altıda PKK'nın eline geçtik. Sabaha karşı üçte kurşuna dizildik. Yani, o saate kadar konuştular, dağları gezdirdiler. Kurtulacağımızı hiç ummuyordum. Hiç ölümden korkmadım. Öldürmedik, ölmedik. Arkadaşlarım öldü. Bizi araba konvoyu gibi, tek sıra yürütüyorlardı. Birbirimizle konuşmamız yasaktı. Yardım geç geldiği için çoğu arkadaşımız can çekişerek sabaha karşı öldü. Benim üzerimde Ahmet adında bir arkadaş vardı, ölü, vurulunca üzerime düşmüştü. Yara almayan arkadaşlardan birine, "Ahmet'i üzerimden al" dedim. Almadı. "Biz, haber etmeye gidelim" dedi. Yaralanmayan arkadaşlar dağları aşıp en yakındaki karakola gitmişler. Karakol yeterli değilmiş, yardım gelmedi. Sabah altı buçuk yedi civarında haber vermişler. İki saat sonra helikopter geldi. Onlara katılmayı kabul eder gibi yapmak aklıma geldi. O zaman da kabul etmeyen arkadaşları önümüze dizecekler, elimize silah verecekler, "vurun" diyecekler. Kendi aklımızla öyle düşünüyoruz. Arkadaşına nasıl kurşun sıkacaksın ki? Böyle de ölüm, öyle de... İnsanca ölmek başka, öbür türlü, affedersin, hayvanca.
Diyarbakır'da gözlerimi açtığımda her şey bitmişti. Babam gazetelerde öldüğümü okumuş, Diyarbakır'a cenazemi almaya geliyorlarmış. Benim askerden önce çalıştığım yerdeki patron izimi bulmuş, babamgile haber ediyor. O sıra yoğun bakımdayım. Babamlara, "gelmeyin" dedim. Yürüyemediğimi bilmiyordum. Omuzdaki yarayı, bir de parmağımı görüyordum. "Durumum hafif," dedim. Cuma abim geldi, beraber uçakla Gülhane'ye geçtik. GATA'da yedi ay kaldım. Sonra hava değişimi için Denizli'ye geldim. Tekrar bir ay GATA, ardından Denizli, sonra tekrar dört ay Gülhane... Sonra Denizli'de askeri hastanede de kaldım. Tekrar Gülhane'ye gittim. Şimdi senede bir Gülhane'ye gidiyorum. Denizli'deki askeri hastanede bir asker gördüm. Askeri beni vuran PKK'ya benzettim. Askerin memleketini öğrendik. Bingöllü çıktı. Kesindi. Kuşkulandığımı söyleyerek Jandarmaya ihbar ediyorum. Ben teşhis edince, asker tutuklandı. Beni tugayda yemekhaneye koydular, perde arkasından teşhis ettim. Ama sonra gazeteler teşhis ettiğimi yazdı. Oysa gizli tutulması lazımdı. Nasılsa, gazeteciler bunu savcıdan aldılar. Adam psikiyatri tedavisi görüyordu. Olay olduğunda, on altı-on yedi yaşındaydı. Üzerinden dört yıl geçmiş, yani tam denk geliyor.
Askere severek gittim, ağlamadım. "Askere gidiyorum" diye millet ağlıyordu ama ben güle oynaya gidiyordum. Denizli'de terminalde eğlence yaptık, videoya çektik. Doğu'yu istiyordum, merak ediyordum. Askerlik on beş aya düşmüştü. Bir ay izin kullanmayacaktım, bir ay da erken terhis, yani on ayda dönecektim. Herkes acemi eğitiminden şikâyetçidir de ben memnundum. Komutanlarımız, "Doğu'ya gideceksiniz, eğitimleri iyi görün" diyordu. Gece on ikiye kadar eğitim, Cuma sabah yedide çıkıp, ertesi sabah yedide alaya dönüyorduk. Hiç yorgunluk yok, bir saat filan dinleniyorduk gece. Beş günlükken G3 verdiler. Silahı söküp takmasını, ateş etmesini bir haftada öğrendik. Bazıları PKK oluyordu, biz de asker olarak üzerlerine manevra fişeğiyle ateş ediyorduk. Askere gitmeden televizyondan haberleri izliyordum. Amacım PKK'yı... Çünkü bazı askerler yakalıyorlar, ama başlarındaki rütbeliyi dinledikleri için vurmuyordu. Ben dinlemeyecek, öldürecektim. Ben onu öldürmesem, fırsatını bulsa, o beni öldürecekti. Yakaladıktan sonra teslim alıp, bilgi aldıktan sonra öldürürdüm. Hapishaneye girse, üç yıl beş yıl sonra çıkacak, yine yapacak aynı şeyi. Kürtler PKK'yla birleşip devleti kuracaklar. Doğu halkının yüzde ellisi yardım ediyor PKK'ya, köylü zaten PKK. Acemide benim gibi bir Roman arkadaş daha vardı. Herkese eşit davranılıyordu. Kürtler halay çekiyorlardı. Nöbetçi amiri Kürtlere eylem yapıyorlar diye kızıyordu, o yüzden yasaklamıştı. Eylem, halay çekme, şarkı, türkü... Biz sadece çay içer, sohbet ederdik.
Bütün ameliyatlarım Diyarbakır'da oldu. GATA'da, beyin cerrahi, fizik tedavi bölümlerinde bulundum. Yatmaktan, yatak yarası açılmıştı, onun da ameliyatı oldu. Evde yatarken gene yara açılınca bir ameliyat daha oldum. Şimdi, havalı yatak yok da, ikide bir pozisyon dönüyorum, dönünce yara açılmıyor. Dirseklerim iyi çalışıyor, onlara abanıp sizi görebiliyorum. Kaşık tutamıyorum, sadece ekmek arası filan tutabiliyorum. Yedi kurşundan dördü bacaklara, bir enseye, bir bileklere... Bileğimdeki kurşunu ağzımla olay yerinde çıkardım, aldım attım. İkide bir artık ölücem diyordum. Ayılıp bayılıyordum. Helikopter geldi, taş fırlattı. Sekizinci yarayı da dizimden helikopterin fırlattığı taş açtı. "Askere gitmeyeceğim artık," dedim, "kurtulursam köye döneceğim." 1994' ten bu yana evdeyim, bu yatakta... Seyahat pahalı, devlet uçak parası vermiyor, nereye gitsem taksi. Bu tekerlekli sandalyeyi jandarma genel komutanı hediye etti, 94'te, iki milyarın üzerinde. Çoğu gazinin sandalyesi de yok, sadece jandarma dağıttı. Hayat çok pahalı, üç ayda yüz altmış milyon filan alıyorum, üç ayda altmış milyon da Mehmetçik Vakfı'ndan. Tedaviye Ankara'ya gitmek için sırf arabanın yakıtı gidiş dönüş en az otuz-kırk milyon... Toplum, öyle gaziydi, şehitti, fazla ilgili değil. Bir iş kurmaya kalksam devlet benden de aynı vergiyi alıyor. Boşa konuşuyorlar işte, milleti kandırmaya çalışıyorlar, oy toplamak için... Gerçi, şimdi devletimiz bize sağlık karnesi verdi, bir maaş veriyor. Bu kadar gazi var, Gülhane'de, bazen yatak bile yetmiyor. Devlet yine yeterli aslında. Yani, askere olsun, gaziye olsun gereken ilgiyi göstermiyorlar. Yani kahramanlık, gazilik, şehitlik bunlar laf ola beri gele. Devlet hastanesine gittim, ilacı ille bizim almamız lazım. İki saat ilacı aradık bulamadık. Orada kıvranıyorum, bağırıyorum... Doktor hastanedeki ilacı kullanmıyor. Vatana elimizi ayağımızı veriyoruz, şehit oluyoruz, o ilacı vermiyor. Gülhane doktorlarından çok memnunum. O zamanlarda bunalım içindeydik. Çok bağırıyorduk, çağırıyorduk, yine de bize dayanabiliyorlardı.
Uykularım fena değil. Kendim uyanabiliyorum. Sonra kardeşimi kaldırıyorum, pozisyonumu değiştirince sabahı buluyorum. Sabahları havalar iyi olduğu zaman yedide, yedi buçukta sandalyemle dışarı çıkıyorum. Dokuz-onda tekrar eve geliyorum. Sekiz yıldır bir kızla beraberim, hâlâ devam ediyor. Onu sevmeye on üç yaşımda başladım. Ailesi vermiyor. İşte, gazi olmamızın mükafatı bir de bu. Kaçsa nikâh yaparım, tekstilde çalışıyor, "ayrılalım" demiştim, ayrılmadı. "İyileşinceye kadar beklerim" diyor. Şimdi yirmi, yirmi bir yaşında. Ziyaretime gelemiyor. Bazen Denizli'de görüşüyoruz. Gördüklerinde ailesine ihbar ediyorlar. Yani sakatım diye, oysa bir şey etkilemedi. Kendiliğinden böyle kalkıyor ayak, kasılıyor. Kardeşim beni bırakıp bir yere gidemiyor, çalışamıyor. Yani maaşım beş kişiye aslında. Gazi olmamızın mükâfatı bu. Devlet ambulans bile vermiyor. "Madalya vereceğiz" dediler, onu da vermediler, umudu kestik.
İçimizde PKK olduktan sonra bunlar bitmez. Bitmeyince de bizim gibi gaziler, şehitler, nice analar, nice çoluk çocuk, kadınlar öksüz kalır, yetim kalır, dul kalır... Mesut Yılmaz'a göre bu iş bitti. Ama vekillerden yardım gördükçe bitmez. O erzak nasıl gidiyor oraya, o silah nasıl gidiyor?
Arkadaşlarımla telefonlaşıyorum. Bu yaz birkaç gazi bir arkadaşın Didim'deki evine tatile gitmeyi düşünüyoruz. Denizin sıcağı yarıyor. Arabanın iç lastiği ile açılabiliyorum, kayık gibi gidiyorum. Bazen, "nerede oldun" diye soruyorlar işte, "askerde oldum" diyorum . "Yazık" diyorlar. ( Mayıs 1998, Denizli, Karakova köyü )
1973, Denizli doğumlu, ilkokulu bitirdi. Dördü kız, dördü oğlan sekiz kardeşin beş numarası, küçük erkek kardeşi askere gitmeme hakkını kullandı, ona bakıyor. Babası gibi tarım işçisiydi. 1993 Şubat ayında acemi eğitimi için Hatay'a gitti, jandarma olacaktı, 1993 Mayısı'nda usta birliğine giderken Bingöl yolunda "33 asker" olayında yaralandı. Yürüyemiyor, elleriyle zorla çay bardağını tutabiliyor. Okuyabilseydi, doktor olmak istiyordu.


EN AZINDAN KENDİMİ KURTARDIM GİBİ BİR ŞEY
Çiller askerliği uzatınca, 28 Temmuz teskere günü olacağına, Mustafa'nın ölüm günü, bizim çatışma günümüz oldu. Yani normalde biz o gün uçaktaydık, Ankara'ya dönüyorduk.
Belki yüz belki yüz elli fotoğrafım var hiçbirine bakamıyorum, bakınca aşırı derecede sinirleniyorum, anlatmak da pek hoşuma gitmiyor. Şemdinli, Yüksekova, Hakkari falan istiyordum. Van çıkınca üzülmüştüm. O hayatı görmek, yaşamak istiyordum. Tabur seyyar olunca, "fena değil" dedik.
Beş arabaydık, arkadan sivil bir kamyon geliyordu. Öndeki iki araba virajı aldı döndü, arkada üç araba kaldık. Aşağı doğru dere akıyor yanımızda. Bizden tarafta bir tümsek olduğundan fazla ateş gelmiyordu. O yüzden bizim araba kurtuldu, sadece iki şehit, yedi yaralı. Önümüzdeki arabada 16 şehit, iki kişi de hiç yara almadan kurtuldu. O anda, Başkale civarındaki Mor dağlar operasyonundan bölüğümüze dönme yolundayız. Bölükte hazırlanıp Mezi kampına tekrar düzenlenecek operasyona gideceğimiz için moral bozukluğu vardı, biri bitti, bir daha gibi. Hazırlıksız da olduğumuz için, çok kötü yakaladılar. Çiller askerliği uzatınca, 28 Temmuz teskere günü olacağına, Mustafa'nın ölüm, bizim çatışma günümüz oldu. Normalde, o gün uçaktaydık, Ankara'ya dönüyorduk.
Askere öyle şamatayla gitmedim. Eğridir'e beni dayım bırakmıştı. Ağladık falan... Çabuk gitmek için yaşımı büyütmeyi bile düşünmüştüm. Hem hayatımı düzene koymak hem de askerleri çok sevdiğim için gitmek istiyordum. Televizyonda izlediklerim ve gazeteler sayesinde Doğu'ya gitme hevesi vardı. Zengin çocuğu değilim, oradakiler de fakir oldukları için kendimi o sınıfa koyabiliyordum, "onların yanında olmalıyım" diyordum. Komando olmayabilirdim, olmak için kendimi zorladım.
Yemeğinden tutun, tuvaletin ve koğuşların temizliğine kadar her şey Eğridir'de iyiydi. Askere iyi bakılıyordu. Eğitim ağır gelmişti, ama usta birliğinde gene de zorlandık. Tanksavardım. Gitmeden bir tek av tüfeği almıştım elime. Yat komando, kalk komando! Bu duyguyu aşılamaya çalışarak Doğu'ya hazırlıyorlar. Ona rağmen içimizde ürperme yoktu, yok denecek kadar azdı daha doğrusu. Eğitimin amacı korkuyu yendirebilmek. Genelde güç eğitimi.
Van'ı daha önce görmemiştim. Acemideki eğitimin tekrarını, oryantasyon yaptıktan hemen 15-20 gün sonra ihtiyaç olduğu için daha hazır olmadan bizi araziye verdiler. Seyyar olduğumuz için gruplara (PKK) göre hareket ediyoruz. İlk Şemdinli civarına gitmiştik. İlk operasyonda üsteğmenimiz yaralanmıştı. Başımın üstünden geçen mermi sesiyle ilk o zaman tanışmıştım.
Üç sıcak temas, yani birbirimize el bombası atacak kadar yakın, toplam 12 çatışmam var. İlk sıcak temas Mustafa şehit olduğunda. O zaman usta asker olduğumuz için hemen kamyonlardan atlayıp dağın yamacına doğru siper alıp yapışmaya başladık. Acemileri kamyonun arkasına gönderdik, çatışmaya katmadık. Birinin ateşin geldiği taşın arkasına bomba atması gerekiyor, onu öldürmezsek hepimizi öldürecek. Tekirdağlı çavuşla ikimiz gittik. Bana, "arkandaki taşın arkasında, dikkat et" diyorlar. Biz devamlı o taşa doğru atmaya başladık. Tekrar el bombası için aşağıya indiğimde, "yanlış yere atıyorsun" dediler. "Taşın orda PKK'lı olmasının imkânı var mı?" dedim, döndüğümde şarjör buldum, varmış, kaçırmışız. Atabilseydik ölecekti. O da bizi vurabilirdi, vurmamış... Şarjörden sonra, akli denge yitirme gibi bir olay oldu bende. Mustafa'yı da bulamadıktan sonra, neredeyse kafayı üşüttüm. Hatta binbaşı yanıma geldi. "Kendine biraz çeki düzen ver, sen çavuşsun, ustasın, örnek olacaksın" deyince, rütbeleri yırtıp "bundan sonra, normal erim" dedim. Askerlik bitene kadar da rütbe takmadım. Rütbe sökmenin cezası var ama verilemiyordu, daha feci olacağından korkuyorlardı. Beni hava değişimine gönderdiler, normalde yasak. "Ölen arkadaşımın ailesini görmek için," dedim, "on gün bile olsa izin verin, yoksa çok daha kötü olacağım." Üsteğmen geri dönmeyeceğimi sanıyormuş. Döndüğümde, "gelmeseydin bile bir şey yapmayacaktım," dedi. Bitirmişim gibi gösterecekmiş. İzinde sadece evde oturdum. Dönüşte uçağa binerken anneme, "bekleme geri dönmeyeceğim, hakkını helal et" dedim. Mustafa'nın annesinin bir sözü vardı, geldiğimde en çok kahreden o olmuştu: "Oğlumu niye getirmedin?" Ölmeye gittim aslında. Bomba atılacak, mevzi kurulacak! Hemen, "ben yapayım" diyordum. Yani, ilk gittiğimde değil, ikincide şehit olmak için gittim. Bir taşın arkasından, "şehit olacağım, vurun beni" diyemiyorsunuz, ama bütün imkânlarımı seferber ettim. Mesela, herkesin yorgun düştüğü anda helikoptere dört yaralı taşıdım, o sırada akıl almaz derecede mermi yağıyordu. Mermi, sıyırıyor, aklıma annem geliyor, "dualarını tekrar ediyor galiba, mermiler değmiyor" diye düşünüyordum.
Normalde çatışmaya gireceğimiz zaman belli olmadığı için gece yatarken dahi operasyonda gerekli mermi, tulum her şey sırt çantasında, botlarımız yanımızda... "Operasyon var" dendiğinde hazırlanmak üç beş dakika sürüyor. 15 kilo ile 40 kilo arasında ağırlık taşıdığımı biliyorum. Normalde 25 kilo. Şimdi boş da götürseniz gidemem. Mustafaların olayı ders niteliğinde olduğu için her görevde hazırlıklıydık. Kamyonla gidiliyorsa yüz metre aralıklarla gidiyorduk. Yani, üç değil de en fazla bir kamyon pusu yiyebilir. O çatışmada biraz dağınıktık, her şey bir tarafta... O çatışmadan sonra iki şehit, dört yaralı verdik ama aldığımız çok daha fazlaydı. Kimseyi öldürdüm mü? Biz Mustafa'yla aşırı derecede samimiydik... İzinden dönünce, "komutanım," dedim, "bana öç alma niteliğinde bir şey yapabilir misiniz?" Ondan sonra ilk yakaladığımız kişiyi, fazla bir bilgi vermediği için, artı 18 şehidin stresi olduğu için, seçilen üç dört kişi birlikte kurşuna dizdik. İnsan rahatlamıyor. Pişman dahi oldum. "Kelime-i şahadet getirirse, mermi atmayacağım" demiştim. Herkes mermi atmaya başladığı zaman ben de attım. Çok yakındı, dört beş metre, kelime-i şahadet getirseydi, duyardım. Televizyonun çekmesi için ölüleri bir araya taşırız. Zaten yirmi tane ölü vardı, yirmi birinci ölü yere yığıldı. Onu da yirmi birinci ölü yapmış olduk.
Şimdi, kendimi askerden önceki halim gibi buluyorum. Kendimi toparlamak için çok uğraştım. Bir teğmenimiz vardı, beni çok teselli etmişti. "Olmasan dahi neşeli gözükmeye çalış" derdi. Döndüğümde içe kapanık bir haldeyim. Bitkisel hayat gibi her şey... Normalde arkadaşlarımla da hiç konuşmadım. Mustafa'nın çatışması bitip bölüğe geri döndüğümüzde Mustafa'nın yatağına sarılıp hüngür hüngür ağlamaya başlamıştım. Arkadaşlarım beni yataktan zorla çekmişlerdi. Artık hiçbir şey umurumda değil. Teğmene, "izin verin, bu gece Yüksekova'yı tarayayım" dedim. "Olur mu" dedi üsteğmen, "masum insanları mı öldürmek istiyorsun?" Ben de, "bunlar masum değil mi? Onlardan da masum ölsün, bizden de masum ölsün" dedim. "Anne evladını 20 yaşında bir kurşuna hedef olsun diye dünyaya getirmiyor" dedim. "Onun da evlattan beklentileri var, biz kurbanlık koyun değiliz" dedim. Annemin dul bir kadın olarak evde beni beklediğini söyledim. Kim için şehit olayım ben burada? Devlet için değil aslında, çok fazla konuşmak istemiyorum.
Askerlik yapıyorsam, tamam annem babam için, kardeşlerim için, Müslümanlar için, biraz dinime bağlı bir insanım. Ben kendim için askerlik yapıyorsam herkes kendisi için yapsın. Bize dağa çık denildiğinde, "çıkmayız, hep beraber boykot ediyoruz" diyemiyoruz. Emir doğrultusunda nereye görev olursa bilmeden gidiyoruz. Her göreve muhakkak çatışma çıkar diye hazırlanıp gidiyoruz. Çatışma olmadan döndüğümüz de oluyor, binlerce mermi atıp döndüğümüz de. Ben askerdeyken, "PKK köşeye sıkıştı, tamam artık bitti" açıklamaları yapılıyordu, şimdi de yapılıyor. Beş sene sonra da yapılacak, on sene sonra da. Aslında Abdullah Öcalan bir araç, olmasa bir başka kişi muhakkak olacak. Benim hiç Kürt arkadaşım olmadı. Mahallemizdeki Kürt bakkaldan alışveriş yapmazdım. Kürde karşı bir gıcıklığım yok, ama samimi olmak da istemiyorum. Biz onları dışladığımız için onlar da kendilerini dışlanmış hissediyorlar. Aslında kültür olarak farklı oldukları, bize uymadıkları için dışlıyoruz. Güneydoğu halkı, PKK'yı istiyor mu, istemiyor mu bilmiyorum. PKK'ya yardım eden çok köy gördüm, nefret eden de. Mustafa'nın şehit olduğu yerdeki köy PKK'ya yardım ettiği için komple boşaltıldı. O an çok kötü bir durumda olduğum için beni katmadılar. Bana devamlı sakinleştirici iğne ve de hap veriyorlardı.
Yakaladığımız bir PKK'lı üst düzey bir komutandı. "Ne zaman PKK olarak askerle vuruşmaya başladık, devlet yardım göndermeye başladı" diyor. "Elektriği, suyu, barajı." "Şu an PKK'yı durduralım," diyor, "devlet bize yardımını keser. O yüzden, savaşmak zorundayız." Buna katılmıyorum ama, adam söyleyince düşündük, hakikaten daha önceden orda herhangi bir şey yoktu. Ne zaman savaş oldu, Doğu'ya elektrik gitmeye başladı. Gene de bunu PKK ile bağlantılı bulmuyorum. Doğu bu kadar dışlanmamış olsaydı, sanayi olsun, bir gelişmişlik imkânı verilseydi zaten orada PKK olmazdı. Onlar, "batıya göçmek istemiyoruz" diyorlar. Yüksekova'nın bir ovası var, ürün ekilmedikten sonra hiçbir işe yaramıyor. Çukurova Üniversiteli bir PKK'lı yakalamıştık. Çok kültürlüydü, Kürt aksanı dahi yoktu. Konuşmalarıyla bizim şeyleri altedebilecek şeydeydi, o derecede konuşabiliyordu, yani kendini haklı çıkarabilecek şekilde. "Ne yapıyorsunuz, yanınızda kadın var mı, yemek nereden buluyorsunuz" diye soruyorduk. Mustafa öldürülmeden önce konuşurken pek bir şey hissetmezdim. Sonra, yakaladığımız PKK'lının başında nöbet tutmak istedim, yazmadılar. Yazsalardı, belki de sabaha sağ çıkmayacaktı. Bilerek yazmadılar. Bana kalsa, bizim hep askerde dediğimiz, Malatya'dan Sivas'tan ötesini komple... Yani ver kurtul... Böyle uğraşmaktansa... İstedikleri vatansa, bıraksınlar bizim vatanımızı, biz de rahatça yaşayalım. Arkadaşlarla bunları konuşurduk, "ya sev, ya terk et" çözümü var. Madem ülkeyi bölmeye çalışıyorsun, terk et, kendine başka yerde memleket ara. Hepimizin geldiği nokta şuydu: Biz burada olmayalım, bu çatışmalar bitsin. Bunları komutanlarla kesinlikle konuşmazdık.
Altı aylık yaz döneminde devamlı arazide, çadırlarda kalıyorduk. Çadırlara kar düşmeden bölüğe geri dönülmez. Van'a dönünce rahat ediyoruz. Yat kalk spor işte... Akşam da televizyon seyredip varsa nöbet, biz çavuş olduğumuz için devriye çıkıyorsun. Çığ altında 12 şehit verilmişti, onları taşımıştık. Evet, çok şehit taşıdım, halime şükrediyorum. Bende bel fıtığı teşhisi var, bunu askerde buldum. Zorlamazsam belimi herhangi bir şey olmuyor, şimdi ilaç kullanıp, idare ediyorum. Ameliyatı son çare olarak düşünüyorum. Ölü taşımak çok zor! O yorgunluğun üzerine bir de onları taşımak insanıbayağı kahrediyor.
En çok öfkelendiğim an... Şehitlerin listesi gelmiş, bana gösterilmiyor. Durumumdan haberi olmayan birinin yanına gittim kâğıt ondaydı, "Mustafa var mı" dedim. Baktı, "var" dedi. O anda yere yatıp çığlıklarla bağırmaya başladım. Beni üç tane asker tutmaya çalışıyor tutamıyor. Rütbeli biri geldi, "oğlum senin adın neydi" diyor. Adamın üstüne masayı fırlattım, kaçtı gitti. İlk kez o kadar çok siniri yaşıyordum. Ben, "Allah için şehit olunur" diyorum. Türkiye'nin bütünlüğü için savaşıp ölenleri de şehit sayabilirim. Ölenin PKK'lı mı, yahut da bizden biri mi olduğunu bilebiliyorsunuz. PKK'lı ölünce acayip bir karalık, tuhaf bir morluk oluyor, şehit bembeyaz, bizden ölen kişinin eti bembeyaz. Yüz tane koysanız, arada bir şehit olsa ayırt edilebiliyor.
Bingöllü biri yakalandı. Bingöllü askere, "Kürtçe biliyorsun, şunun söylediklerini tarif et" dediler. Başına toplandık. Teğmen sordurtuyor: "Nerelerde ne yapıyorsunuz, başka yerde grup var mı?" Adam da cevap vermek istemiyor. Teğmen, "bunun icabına bak" dedi. Asker olan Bingöllü PKK'lıyı dövmeye başladı, resmen kemik sesleri geliyordu. Ayırmak zorunda kaldık, çünkü öldürecek... Askere başladığımızda Kürt askerler acaba PKK'lı mı diye bir korku olmuştu, sonra ister PKK'lı olsun isterse olmasın fark etmiyor. Onu düşünecek an olmuyor. Pek Kürt de yoktu. Zaten Sünniler daha çok Sünnilerle, Aleviler daha çok Alevilerle arkadaşlıklar ediyor. Sağcı solcu kavgaları bile oluyordu. İçimizde komünistler de vardı, biz de sağ görüşlü olarak ağız dalaşı yapıyorduk. Radyodan, kendi çatışmalarımızı kendi operasyonumuzu dinliyorduk. Hatta operasyonu yaparken dinliyorduk. Fakat çok yanlış bilgiler veriliyordu. Mesela biz alan düzlüğü operasyonuna gitmiştik. En fazla 15-20 tane ölü ele geçirmişizdir, TV'den 90 tane duyulmuştu.
Askerliği bitirdiğimin ikinci gününde kendi kendime düşündüm. Ne yaptın? Çatıştın, devleti, milleti kurtardın geldin. Aslında kurtaramadım. Kurtardığımız devlet ya da millet değil. Anlatmak istemiyorum. Evet, en azından kendimi kurtardım gibi bir şey. Şimdi, çok aşırı derecede sinirlendiğim oluyor. Askerden önce yoktu. Üstüme gelinince gene kötü olabiliyorum. Bir titreme olayı oluyor. Kimin oğlu oraya askerliğe gidiyorsa ilgileniyor. Toplumda, en fazla, "vah vah, şurada bir şehit olmuş", hepsi bu. Bizim o çatışmada bir arkadaşımızın mermi şu yanağından girip buradan çıkıyor. Alt dişleri komple yok. Askerliğinin bitmesine 20 gün vardı. GATA'da 20 gün yatırdıktan sonra, "askerliğin bitti" deyip çıkarıyorlar. Daha sonra, "böyle böyle yaptılar" gibisinden mektup yazdı. Para toplayıp çocuğa gönderdik. Çok fakir bir çocuktu. Kimse sahip çıkmıyor, biz neyiz? Kobay mı, kurbanlık koyun mu? Bilemiyorum. Bu "Anadolu'dan Görünüm" programı için herkesin eline bir kâğıt veriliyordu, ya da astsubay o kâğıdı okuyordu. Bu kelimeler dışında kesinlikle bir kelime söylemek yasak. Televizyona çıkanlar, "kökünü kurutacağız, annem babam beni merak etmesin" der. "Konuşmak istemiyorum" demek yok, sıralanıyorsunuz, birini seçiyor, "şuradan, şu kişiyim, PKK'yı mutlaka bitireceğiz, annem babam merak etmesin, rahatımız iyi" deniyor. "Apocu" gibi kullanılması yasak kelimeler de var. Televizyonda, general yanına gitmiş çocuğun, "ne istiyorsun asker" diyor. Evlilik kredisi, bilmem ne... "Bana sağlığımı geri verin" diyemeyeceğine göre... Ama bu kadar çocuğu çatışmaya katıyorsan, şehit ediyorsan, bakamayacaksan hiç katma. Sandalye de verilmeli, tedavi de yapılmalı. Kimse, "bana milyarlar verilecek " diye gitmiyor. Amaçları vatan için savaşmak, vatanın birliğini korumak için silah altına girmek.
Hemen hemen hiç onurlandığım bir olay yok desem olur. İnsan olarak vazifemizi yaptıktan sonra ölümden korkmak saçmalık olacak zaten korksanız da. Savaştıklarımızın arasında PKK, doğa, komutanlar var. Çok disiplinli olduğu için onlara karşı da bir isyan... Tabii, bütün komutanlar birbirine benzemiyor. Mustafa şehit olana kadar, "askerlik bitsin de gideyim" diye düşünmedim. Mustafa'dan sonra, günlerim hiç geçmemeye başladı. Yedi gün kar yağdı, gelemedim. O yedi gün dahi yedi bin gün gibi insanı geriyor. Askere nişanlı gittim, dönünce ayrıldık. Kafa yapısı uymadığı için diyelim kısaca. Yaşadıklarımın da çok etkisi vardı, nişanlımla paylaşamadım. Benim sefer görev emrim İstanbul Hasdal olarak çıktı, şimdi orayı merak etmeye başladım. Batıda askerlik nasıl acaba? Yani askerlik yapmak istemiyorum, diyemiyorum. Gerekirse. İstanbul Hasdal'da yapmak isterdim. Gerçi belimden rahatsızlığım olmasa, Doğu'yu da isterim, fark etmez...
1973 doğumlu, meslek lisesi mezunu... Nisan 1993 - Kasım 1995 arasını acemi eğitimi için Eğridir Dağ Komando okulunda, sonrası için Van-Yüksekova'da geçirdi. Babası hayatta değil, annesinin tek oğlu. Tornacılık yapıyor, Fatih Altaylı ve Emin Çölaşan'ı beğeniyor.

BİR TARAFTA ÇOK GÜZEL SAYGI SEVGİ, BİR TARAFTA DA ACIMASIZLIK
Bölgeyi Nazımiye'nin Jandarması yaktı. Raporu, "çatışmadan kaçan teröristler yaktı" diye imzalamak zorunda kaldım. Kamer Genç, Asayiş Bölge Komutanı Hasan Kundakçı paşaya " ne oldu" diye soruyor. Paşa, "çatışmadan kaçan teröristler bölgeyi yaktı" diyor. Sen gidiyorsun tek bir kişiye soruyorsun.
Gitmek zorundasın, kişisel bir çaresi yok. Yedek subay olarak da vatanın 53 çocuğu emrimde. Üniformalıyım, askerimi koruyacağım. Herkes kendisini kurtaracak. Karşı taraf ateş açmazsa sen açmazsın, ama açılan ateşe cevap vermezsen ölüyorsun. Dağdakilerin çoğunluğunun ne yaptığını bilmediğini sanıyorum. Biz ateşleri tanıyoruz. Uzaktan, zarar vermemek şartıyla, taciz atışı yapıyorsa, askeri vurmak değil, gösteriş yapıp kaçıyorsa TİKKO, ölüm pahasına sızıp, içine girip askeri vuruyorsa PKK. Bir çocuk ormanın içerisinde çıktı geliyor, sabaha karşı. Yakaladık. Cebinde TİKKO broşürü. Tabur komutanı, kurmay nereden geldiğini soruyor. "Yukarıdaki arkadaşlara ekmek almaya gidiyorum" diyor. Necisin? Çocuk, "ben TİKKO'cuyum" diyor. Ne yapar TİKKO? Çocuk, "işçilerin, memurun hakkını arayacak, başka bilmiyorum" diyor. Üstü başı biraz kötü. Ona askeri elbise giydirdik, meyve suyu, Dardanel ton verdik. Çocuk bizimle geldi. En son bir köye bıraktık onu. Normalde bırakılmıyor tabii. Çocuk bir şey bilmiyor. Köyden geçerken, "şuradan ekmek getir" diyorlar. Tabii ki daha değişik durumlar da var. Sürekli dağda olduğumuz için halkla pek az diyaloğumuz oldu. O taraftaki olaylar, bir kartopunun yuvarlanıp dereye kadar büyük bir kütle halini almasıdır. Yani halkla askerin birbirinden kopması... Geçende televizyonda gördüm, çok saçma buldum. Asker Diyarbakır'da sağlık taraması yapıyor. Isınmayı sağlamak için yapıyorsun bunu ama diğer tarafta açık veriyorsun. Oraya sağlık hizmeti götüremiyorsun, halk askeri sevsin diye onunla duygu sömürüsü yapıyorsun, yanlış bir şey.
Dağdan helikopterle indik Tunceli'ye, izine geleceğiz. Tunceli Ziraat Bankası'ndan maaş alacağım. Sivil giyindik. Dağda sürekli engebeli arazide yürüyorsun, şehre indin mi polis dağdan indiğini anlıyor. İnsan tedirgin yürüyor. Biri karnımdan, pat tuttu. O zaman beş ay uzadı askerlik, teğmenim. "Kimliğini göster" dedi. "Kimsin sen" dedim. "Baş komiserim," dedi. Ben de, teğmen... Özür diliyor. "Bak," dedim, "şehirde böyle yapıyorsunuz, dağda biz onlarla uğraşıyoruz. Ben vatandaş olsaydım, kimsin diye böyle sorsaydın, beni bir daha bulamazdın."
Ovacık'ın yandığı dönemler, ordaydım. Asker gece gündüz yürümekten tedirgin, ayağı pişmiş, botu yırtılmış. Zaman zaman helikopter bölgeye gelemiyor, zaman zaman açlık korkusu. Tabiri yanlış olmasın ama biraz hayvanlaşıyor insan. Subay, asker olsun böyle, asker daha müsait tabii. Çatal ağaçların aralarından, çalı çırpı çayır, geçiyorsun, asker çıkarır kibriti yakar. 800 kişi olarak hareket ediyorduk. En küçük birim 13 kişiydi. 13 kişinin başında biri var ama her zaman el altında tutamazsın askeri. 20 yaşında adam bunalıyor. Bit, pire üzerinde, yıkanmak yok günlerce, aylarca, bir de yörenin şey yapısı, kibriti yakıp sigarasını yere atıyor. Bu tür yangınlar oldu. Kasıtlı şahsen görmedim, kasıtlı bir rütbeli yaktı, ama iki tane terörist oradaydı. Yatağı var, her şeyi orada, ihbarı alınmış, biz bölgeye gittiğimizde onlar kaçtı. Tekrar oraya gelip barınacaktı. Nazımiye'nin Jandarması bölgeyi yaktı. Bizzat kendim gittim, "çatışmadan kaçan teröristler yaktı" diye rapor tuttum, onu imzalamak zorunda kaldım. Ovacık yanıyor bilmem ne. Kamer Genç geliyor, Asayiş Bölge Komutanı Hasan Kundakçı paşaya "ne oldu" diye soruyor. Paşa, "çatışmadan kaçan teröristler bölgeyi yaktı" diyor. Dırt helikopter gidiyor. Hepsi bu kadar. Akşam BBC radyosundan haberleri dinliyoruz: "Kamer Genç bölgede incelemelerde bulundu." Yalan yani. Devletin imkânlarıyla Malatya'ya indin. O kadar askeri senin korunmanı alsınlar diye rahatsız ettin. Helikopter tahsis ediliyor. Tek bir kişiye soruyorsun.
20 yaşındaki çocuğun eline MG3 diye bir silahı veriyorsun, şeritler şu kadar, gece görüş dürbünleri var. 20 saniyeden fazla gözünde tuttun mu değişik şeyler görüyorsun. Asker takıyor gözüne, uzun tutuyor tabii. Ateş böceği bu sefer insan gibi görünüyor, panik yapıyorlar. Çalıştırıyor MG3'ü, havancı havan çıkarıyor, geri tepmesiz topçu topu çalıştırıyor, gördükleri insan değil, ateşböceği. Giden bir servet o anda, bu da ekonomik boyutu. Gece on birde Nazımiye Düzgünbaba'da en zirveye çıktık. Bölük komutanı olarak görevlendirildim. 53 kişiyi dizdim. Çocuklar kahvaltı yapmaya başladılar. Beş dakika geçmedi, ateş gelmeye başladı, silahların sesini tanıyoruz, keleş. İki buçuk saat orada çatışmada kaldık. Bunlar çukur kazmışlar, belli aralıklarla. Nöbetleşe her mevzide iki kişi uyur, biri nöbet tutar. Sabaha karşı bunların hepsi uyumuş. Aralarından geçip içlerinde bir halka da biz yapmışız. Ben geriye doğru çekildim. Gerisi uçurum, ateş gelemez. Tepeden bizimkiler görüyor bizi ama yardım edemiyorlar. Bizimkiler, telsizde, "içinize girdiler, buradan destek verirsek sizi de vururuz. Kendi imkânlarınızla kurtulun" diyor. Sonradan anlıyoruz, teröristler de kuşatıldılar diye bizden korkuyorlar. Teröristler üsttekileri görüyorlar ama bizim tam yerimizi tespit edemiyorlar. Bu sefer ne yapıyorlar? Bir grup ateş ediyor, bir grup kaçıyor. En son bir tane bıraktılar orada, o ateş ediyor. O ateş de kesildi, ben kalktım. Oradan rütbeli telsizle, "bulunduğun bölgeyi ara" diyor. Ben de, "gel sen ara, ben gidiyorum" dedim. İki buçuk saat çatışmanın altında, bir de arama yapacağım. Az ilerde bir ceset, yolun üzerinde. Bizim Adanalı bir asker, "komutanım mekaplarını alabilir miyim" dedi aldı ve çok da sevindi. O atmosfere girdin mi, ister istemez değişiyorsun. Tabii insansın, karşı tarafa da acıyorsun, kendi askerine de acıyorsun. Yine Ovacık tarafında bir asker çatışmada öldü. Orada çocuk battaniyeye sarılmış, ağaçlar geçirdiler battaniyeye, omuzda gidiyor. Bir bölük öbürüne teslim ediyor. Mağarada bisküvi üzüm kurusu, saz, fener öyle bir şeyler, kavurma teneke bulmuştuk. Helikopter gelmiyor. Erzak yok. Üzüm kurusunu, bisküviyi görünce, cenazeyi yere attılar. Herkes cenazeyi çiğniyor. Bağırdım orada, hiç unutmam, sisli bir hava, yağmur yağıyor. Bağırdım: "Orada arkadaşınız öldü belki bir saat sonra biz de böyle olacağız iki tane bisküvi için çiğniyorsunuz, terbiyesiz adamlar." O anda çok açlar... Psikolojik olarak tamamen değişiyorsun. Astsubay, "sırtımızda götüremeyiz, kovboy filmlerindeki gibi atın üstüne koyalım mı," diyor, "Onu alay komutanı karşılayacak, resmi tören yapılacak, bayrağa sarılacak, sen bunu kovboy filmi gibi atın üstüne koyup da..." dedim. Kabul etmedim. "15 kişiyle seni görevlendiriyorum, cenazeyi teslim ettiğini telsizle bana bildirip geri döneceksin" dedim. Bir tarafta çok güzel saygı sevgi, bir tarafta da acımasızlık, acıma duygusunun yok olduğu bir şey.
Yüz yüze hiç PKK ile karşılaşmadım. Tabii, yakalananlardan bize yol gösterenler vardı. Bunlar pişmanlık yasasından yararlananlar, silahı vermiyorsun ona. Onlar bizimle geliyor, nereden geçtiklerini, mayınları nasıl yerleştirdiklerini anlatıyor, gösteriyorlar. Hatta bize, "mayın nasıl ve nerelere yerleştirilir" diye ders bile veriyorlardı. Onun dışında, PKK ile ceset olarak karşılaştım. Çatışmalarda da neyse ki her zaman ölü olmaz. Bakıyorsun bir çatışma oluyor, tabii ki çoğunluk bizde olduğu için, ne kadar sürerse sürsün sonuçta çatışma bölgesini ele geçiriyorsun.
Orduda zayiat versen bile hâkimiyet sende. Ama terörist kendi adamını götürdüğü gibi askeri de alıp götürüyorsa, zor tabii. Askerin silahını alabilirse genellikle götürür. Benim gördüğüm kadarıyla çözüm çok köklü bir çözüm olmalı.(Temmuz 1998, Tonya)
1965, Tonya doğumlu, Temmuz 1993 ile Aralık 1994 arasında 17 ay Tunceli'de askerlik yaptı. Açık öğretim bitirdi.

1313, KOLUMA VURULAN NUMARA
Eskiden hemen âşık olurdum; geceleri bazen ağlardım, film falan izlerken etkilenebilirdim. Şimdi âşık olamıyorum. Cinselliğimi, her şeyi daha iyi yaşıyordum. Şimdi, yaşıyorum ama önceki gibi değil, daha hevesliydim. Ölü bir hayat yaşıyorum
Pislik, disiplin, küfür, dayak... Çok dayak yedim. Ben 70 kilo ile usta birliğine teslim oldum, 49 kilo ile döndüm, tam 21 kilo... Kendimi, ancak beş-altı ayda toparladım. Memleketimden 45 km uzakta askerlik yapıyordum. Bu da beni üzüyordu. Neden hepsi Doğulu? Devlet politikası Doğulular'ı birbirine vurdurtuyor. Savaştan önce, Doğulu Batı'ya, Batılı Doğu'yaydı, şimdi tersi. Bölükte 350 kişiyiz, ellisi bile Batı'dan değildi. Patnoslu yarım saat ötedeki Erciş'te askerlik yapıyor. 1313, koluma vurulan numara... Gece saat üçe kadar tıraş olmayı bekledim, kafam kan içinde kaldı, makine kesmiyordu. Adamın biri, şırıngayı hiç değiştirmeden çok kötü iğne yapıyordu. Öyle büyük şırıngalarla hayvanlara yapıldığını görmüştüm. İğne üç-beş kişide bir değiştiriliyordu. Evden kahvaltı yapıp çıkmıştım. Gece saat 3 olmuştu, daha hiçbir şey yememiştim. Birer ekmek getirdiler, paylaştık arkadaşlarla, sabah saat beşte yattık, altıda bizi tekrar kaldırdılar. 58 günlük eğitim, hapishanelerde tutsaklar gibi. Bütün gün selam ver, tüfek as, çıkar, düdükle otur, kalk, çay servisi... Acemide altı mermi kullandım, hepsi karavana. "İyi eğitim alın, ölebilirsiniz" diyorlardı, ama eğitim iyi değildi. "Çatışmada PKK'ya esir düştün mü, şehit oldun mu kulak kesiyorlar" gibi bir nevi hırslandırma yapıyorlardı.
En kötü piyade, hatta "bitli piyade" derler. Ağrı! Annem babam inanamadı, çok üzüldüler. Şehitleri gördüğümde çok üzülüyordum, az çok bildiğim için de, "niye böyle oluyor" diye bir düşüncem yoktu. Muş'a birliğe amcam bırakmıştı, el sallarken ağlamıştım. Usta birliğinde her şey kötüydü; temizlik yok, yemek yok, yataklarda tahta kurusu. İlk gittiğimde 5 kişi 2 ranzada yatıyorduk. İlk sabah kalktığımda bütün vücudum kaşınıyordu. İç çamaşırımı çıkardım, komple tahta kurusu. Bir hafta bütün vücudum alerji oldu. Tahta kurusuna da alıştım. Yemekleri kimse yemiyordu, parası olmayan bile. Çayla kuru ekmek yiyorduk. Bizi taburlara yerleştirdiler. G3 uçaksavar, el bombaları... Güzel eğitim verildi de, dört dörtlük değil. 15 ay diye gittim, 18 ay oldu, bize "Çiller askerleri" deniyor.
Ben ilk gittiğimde iki ay hiç banyo yapamamıştım. Bulaşığa bakıyordum. On dakika kaynar su açık tutuluyor, önce üst devreler yapıyor, bize " banyo yapın" dediklerinde, suyun bittiğini biliyorlar. Hatta, bulaşık yıkamaktan parmaklarımın arası hep yağ olmuştu. Çok kötü kokuyordu. Bir gün üst devreden, kazan dairesinde çalışan bir arkadaşımı gördüm, çok sevindim, ağladım. Özel banyolarıvarmış. Bir saat rahat banyo yaptım, giysim de yok, orada kolaymış, yeni bir takım elbise de aldı bana.
Kıştı, köy aramasına gitmiştik, ilk operasyon... Evleri aradık. Sadece kimlik arıyoruz, bazı evlerde erkek kimliği çıkıyor, erkek yok. Üslerimize bildiriyoruz. Kadın, "eşim dağa gitti" diyemez ki... Tabii, ben askerim, öbür taraf düşman oluyor. Düşman olarak görmesem, gitmem icabında. Ben de katılırım. Çok üzülüyor, neden böyle oluyor diye düşünüyordum. O halka çok eziyet ediliyor. Tendürek dağında bir çatışmaya girmiştik. PKK bizi görmüş, çukura saklanmışlar. Biz gidiyoruz, görmüyoruz, en sondaki timin en sonu görmüş onları. Çembere aldık, 16 tane PKK'lı öldürüldü. 14 keleş, bir kanas çıktı. Cesetleri toplamıştık. Sabah kalktığımızda cesetlerin kulaklarını kesmişlerdi, sağ görüşlü arkadaşlar gece nöbete kalktıklarında kesmişler. Çok kötü olmuştum, hayatımda parçalanmış ceset görmemiştim. Tabur komutanı, çok pis küfür etti, "aranızda cami hocası var mı" dedi. El kaldıran bir iki kişiye, "gelin buraya," dedi, "yaptıkları doğru mu? Düşman da olsa, ölmüşler, müslümanlıkta cenazeye dokunmak günahtır" dedi. Kötü oldum, üzüldüm. Ranzada uzanıyordum, her görev bitiminde on gün falan istirahat veriliyor, çünkü ayaklar patlamış. Onun kulağı mektuba koyduğunu gördüm. Kesenler ailelerine gönderiyordu. Konuşsam, "Kürtçülüğü destekliyorsun" diyecek. Sen de PKK'lısın falan diye, belki beni Terörle Mücadele'ye gönderirlerdi. Kürt olduğumu askere gittikten sonra düşündüm. Bütün insanları aynı görüyordum, halen de öyle görüyorum ama başta bu PKK'yı falan yadırgıyordum. Kürtlüğümü dönüşte daha çok yaşadım. Sanayide askerliğini Güneydoğu'da yapmış güvenlik görevlisi aranıyordu. İki kişi santral için başvurmuş, ben güvenlik için. Öbürüne, "güvenliği yapabilir misin" dedi. Çocuk, santral için başvurduğunu söyledi ama onu aldılar. Gitmeden önce kavrayamıyordum. Babam 1990'larda belediyede şoförlük sınavına girdi, 90 puan aldı, onun yerine 60 puan alan Konyalıyı aldılar. O zaman, "Kürtlük nasıl bir şey" diye düşünmüştüm. Bu Tendürek'teki çatışmada bir üsteğmen ayağından vuruldu, bu üsteğmen zamanında bir askeri sopayla döve döve öldürmüş. Ceza yemiş, yatmış da birkaç sene. Gece içki içip geliyor, koğuşlarımıza girip bizi dövüyordu. 40-45 yaşında, yarbay falan olması gerekiyor ama kıdemli üsteğmendi. Bir keresinde, yatıyorum, kaldırdı, "ne yapıyorsun" dedi. Beni güldürmeye çalışıyor. Gülmedim. Sonra bir yerlerimle oynamaya başladı. Ben de güldüm, ondan sonra beni dövdü. Çatışma çıkarsa, arkadaşlardan biri "ben vuracağım", öbürü "ben vuracağım" diyordu. Göreve giderken de, mesela beş bira bana zimmetliyor, beş bira öbürüne... Adam alkolik yani. Yük ağır, bir de beş bira, yeri geliyor ağırlıktan kumanyamı bile atıyorum. Molada çağırıyor, birasını veriyoruz. Herkes içtiğini biliyordu, bölük komutanları da. Tendürek'te çatışmadayken, bu üsteğmen şahlanmış, ayağa kalkıyor, küfür ediyor. Ayağa kalkmak yasak. Bacağına kurşunu yedi. Çatışmada 16 keleş, bir kanas çıktı. Ona değen G3, yani askeri. Üsler de "asker vurmuş" dedi. "Yanlışlıkla oldu" diye yorumlandı ama herkes askerin bilerek vurduğunu biliyordu. Geri dönmedi. Askerin hepsi, bunu yapana dua ediyordu. Tendürek'te üç kişiyi de sağ yakalamıştık. Sağ yakalananlardan biri ölü arkadaşlarını görünce, "komutanımız" diye ağlamaya başladı. Öbürü de, "sizden kaç kişi vurduk" diye sordu. Yüzbaşı üçünü yan yana dizdi. Bize de, "kar başlıklarınızı onlara verin" dedi. Almak istemediler. Soyunun denince soyundular, yüzbaşı timi çağırttı, onları vurdurttu. Aynı komutan, "kulakları niye kestiniz," diyor, günahtan bahsediyordu. Adamı yakalamışsın, cezası neyse ver, öldürmen mi gerekiyor? Diyarbakırlı arkadaşım, "gözlerim doldu, o yüzbaşıyı öldürmek istedim" dedi. Yolda bir bayan, bir erkek ölüsü gördük. Kafalarını taşlarla ezmişler, tanınmasınlar diye, kadın olduğu saçlarından belli. Şehit vermedik ama arkadaşın biri bunalıma girip askerlik yapmamak için kendi ayağını vurdu. Sakat kaldı, bir-iki sene de ceza verdiler. Komandolar çatışmadaydı, yardıma gittiğimizde, beş komando şehit olmuştu. Arabaya alırken birinin pançosu çekildi, yüzünü gördüm, ölmemiş gibiydi, çok kötü olmuştum. Üzülüyorsun, kin ve nefret duyuyorsun, birini öldürmek istemek gibi şeyler hissediyorsun.
Üç gün mü ne, yemek yememiştik, susuzluğu karla gideriyorduk, kumanya istiyorduk. Adam, "helikopter kalkışı 80 milyon, bir iki gün daha dayanın" diyordu. Sonunda, bayılanlar oldu, zar zor gönderdiler. Ekmek geliyor, 1 haftalık; konserve, barbunya, markası bile belli değil, haftada bir kere Dardanel. Bir keresinde kavga eden iki arkadaşı ayırdım, dayak yiyen arkadaşım benim de vurduğumu söyleyince bir astsubay beni yatağa düşecek kadar kötü dövmüştü. Yere düşüyorum, bayağı zayıfım, kalkınca tekrar dövmeye başlıyordu. Ayağa kalkmak zorundayım, ona selam vereceğim, beni dövmeye devam edecek.
Ağrı dağındayız. Çok yağmur yağıyordu, sıtma olmuştum, Doğu Beyazıt radyosunu dinliyorduk. Sunucu, telefonla programa katılana "şu anda ne yapıyorsunuz," diyor, adam, "çay içiyoruz " falan diyor. Onlarla olmak isterdim. Sıcak bir yerde ailemle, arkadaşlarımla çay içmek isterdim. Sıtmayken, nöbet yerinde kaybolmuştum. Çadırıma girmeye çalışıyordum. Arkadaşım, "nereye gidiyorsun" dedi. Ters istikamete gittiğimi söyledi. Hayatımı kurtardı. Sonuçta dağda PKK'lı da var, beni vurabilirlerdi. Bizim komutanımız yüzbaşıydı. Çok iyi bir adamdı, "hedefim şehit vermemek" derdi. Rütbeli ne kadar başarı gösterirse, rütbeyi o kadar erken alıyor, ama bölük komutanımız, "bir askerimi alsın, karşılığında bana 100 tane PKK'lı versin, kabul etmem, o askerimi isterim" derdi. Bizi rütbesi için tehlikeye atmıyordu, "üç çocuğum var" diyordu, "sizi onlardan ayırt etmiyorum". Çok seviliyordu. Ankara'ya gitti, oradan bile bize telefon açıyordu. Tugay komutanı Doğu Beyazıt'tan telsizlerle bizi yönetirdi, bayramımızı kutlamaya dağa gelmişti. Uzmanlarla her gün kavga ediyorduk, paralı askerler yani. Bölük komutanımız da, "bunlardan bıktım" diyordu. "Askerimi dövemezsiniz" diyordu onlara.
Birlik'te 300 kişiydik, çaycısı da Kürt, yemekhanecisi de... Yani çoğunluk Kürt. Türk arkadaşlarımız çekemiyordu, bir ara Kürt-Türk mevzuunda büyük bir kavga oldu. Çoğunluk Kürt'tü ama üç Kürt bıçaklandı. Biri, "çaycı bile Kürt, burada Kürtçülük mü var?" dedi. Küfür edince kavga başladı. Kendini korumak için gelene bıçak salladı. Oraya giden günahını falan düşünmüyor... İmam asker, günde dört vakit namaz kılıyor, dönüşte bir nevi ateist oluyor. Din ortadan kalkıyor gibi, çünkü her gün eğitimdesin, adam ister istemez uzak kalıyor. Aslında içki yasaktı, orada insan daha çok içmek ister ama, askerliğin uzatılır, riskli. Askeriyede içki satılıyor, subaylar içiyor. İki üç arkadaş süper derecede esrar kullanıyorlardı. Tabur komutanı da biliyordu. Tabii, sivilden gelmişler. Taburcu bizi topladı, "çok büyük esrar dönüyormuş," dedi, "fena yaparım". Adam bağımlısı.
Muhakkak birini öldürmüşümdür, uzak mesafeden ateş ediyorsun, kimin vurduğu belli değil. Onlar 16 kişiydi, biz 300-400 kişiydik, yani milyonlarca mermi gidiyor. Önceki düşüncem, vatani görev dediğim, ileride çocuklarım da gidecek, bir nevi halkı koruma. Neye karşı? Halka kötü gelecek bir şey, bir PKK, bir Yunanistan olabilir. Onlardan da vuruluyor, o da hoş değil. "PKK kötü" diyordum. Doğu halkı da batıya göre çok eziliyor. PKK'ya daha ön yargılıydım. Şimdi olsaydı, askerlik yapmazdım, bir nevi pişmanım. Amcamın oğlu polisliği kazandı, mezuniyetine 20 gün kala Kürt diye okuldan attılar. O zaman, devlete niye askerlik yapayım? Zoruma gidiyor, bu devletin iyi gününde yoksam, kötü gününde varsam; bir nevi devlet tarafından kullanılıyorum. Orada ölebilirdim. Ölümü çok düşündüm. Sağlam da gelmeyebilirdim, kafayı da yiyebilirdim. PKK'ya çok kızanlar, çok hırslananlar bile o askerliği yapmaz, şartlar çok kötü. Hayalimdeki askerlik; reklamlarda, kliplerde anlatılıyor; hepsi mutlu, gülüyorlar. Gerçek ise tam tersi, çok berbat. Uzama gelince ağladım, üzüldüm, yemek yiyemiyordum, hiç yiyememeye başladım. "Artık dönemeyeceğim" dedim.
Askerlik bitince, bir an önce Ağrı'dan çıkmak istedim. Arabaya bindik, hâlâ inanamıyorum. Dönüşte Patnos'ta şofben vardı, üç-dört saat suyun altında kaldım, üstümdeki pislik gitsin dedim. Elbiselerimi giydim, yatmadım, yatsam tahta kuruları yeniden elbiselerime geçecek, kaloriferin başında sabahladım. Tam eve geliyorum, babamla bir komşumuz yolda, babam tanıyamadı. "Baba" diye seslenince döndü, sarıldı, ağladı, tanımaması çok zoruna gitti. Akşam amcamlar geldi, hepsi şok olmuştu, "eski sağlığına kavuşursun" diye beni teselliye çalıştılar. Hareketlerimde biraz değişiklik vardı, "oğlumuz gitti mi" diye endişelendiler herhalde. Annemin güzel yemekleriyle iki-üç ayda kendimi toparladım. Kız arkadaşım döndüğümde evlenmişti. Sonra doğru düzgün kız arkadaşım da olmadı, hoşlanamıyorum. Aradığım aşk çok değişik... Eskiden hemen âşık olurdum, geceleri bazen ağlardım, film falan izlerken etkilenebilirdim. Şimdi aşık olamıyorum. Cinselliğimi, her şeyi daha iyi yaşıyordum. Şimdi, yaşıyorum ama önceki gibi değil, daha hevesliydim. Ölü bir hayat yaşıyorum. Şiddet var, bana iki üç kere kızdıklarında dayanamayıp, karşı koyabiliyorum. Her şeye kızıyorum, bir şey dendi mi, hemen karşılık veriyorum. Geceleri üçe dörde kadar uyuyamıyorum, ne düşündüğümü de bilmiyorum, boş yani. Dışarıdan iyi gibi gözüksem de aslında iyi değilim. Biriyle konuşuyorum, dinlemiş gibi yapıyorum, konsantre olamıyorum. Kalbimde bir sorun var ama tam olarak bilemiyorum. Ara sıra başım da ağrıyor, şiddetli. Doktora, psikoloğa falan gitmedim. Şimdi açıldım, beni geriye götürdünüz, o zamanla şimdi arasındaki farkı gördüm. Mesela biriyle tanışmışım, üç beş kere ismini soruyorum. Kalabalığı sevmiyorum, insanlardan uzak kalmak istiyorum. Dağ başında bir evim olsun istiyorum. En küçük kardeşim orta ikide, kesinlikle askerlik yapmak istemiyor, ara sıra konuşuyorum, soğuyor, televizyonda çatışmaları görüyor, ürküyor. İnsanların ölmesine ve savaşmasına karşıyım. Niye kendimi kahraman sayayım? Askerler çatışmaya gidiyor, şehit vermeden alıyorlar, o askerler kahraman, şehit zaten ölenler ve gaziler işte... PKK'lılar çembere alınırlarsa, ateş açıp kaçmaya çalışıyorlar. Pusuya düşürdüklerinde amaçları asker öldürmek değil, nokta atışı yapıyorlar. Komutanlar rütbelerini söküyorlar ama PKK'lılar anlıyor, çünkü bir şey taşımıyor, arkasındaki adamda bir sürü yük var, botları falan daha değişik. Mecbur kaldı mı, askeri de vuruyor tabii. Bu söylediklerimi kimseyle konuşmadım, çevrem de yok artık. Askerden geldikten sonra kimse eski kişiliğimi bulamadı. Eski arkadaşlarım yok şimdi. Düşmanım yok ama ezildiğimi, hakkımın yendiğini hissediyorum. Bir işçi maaşı 23 milyon, bir kiralık ev 25 milyon... Elimde olsa Türkiye'de yaşamak istemem. Maddiyattan çocukluğumu da yaşayamadım, şiddet yoktu ama huzursuzdum. Bir topum yoktu, bir bisikletim olmadı, parkta hiç oynamadım. En güzel zamanlarımda ayakkabı boyacılığı yapardım, pazarda bir şeyler satardım, nasıl mutlu olabilirdim ki? Tutucu biri değilim, PKK'lıyı da sevmiyorum, MHP'liyi de... Seçim olsa oyumu ÖDP'ye veririm. ÖDP'liler bana göre bilinçli, beni çok güzel aydınlatabiliyorlar, bana gel üye ol da demiyorlar, işte bu düşüncelerini seviyorum. Altı aydır boştayım, şimdi basit işler var, gidiyorsun, asgari ücret falan veriyor. (Nisan 1998, İzmir)
1973, Muş Varto doğumlu, orta okulu bitiremedi. Beş kardeşler, babası şoför. Ağustos 1993 - Şubat 1995 arasında piyade olarak yaptığı askerlik hizmetinin acemi bölümü Manisa'da, usta birliği Ağrı Patnos'ta geçti. 12 yaşından bu yana İzmir'de yaşıyor. Pazarcılık, ayakkabı boyacılığı, inşaat işçiliği, garsonluk yaptı, iş arıyor. Askerde en çok Kenan Doğulu'dan "Yakarım Romayı da yakarım"ı seviyordu, şimdi asla dinlemek istemiyor. Yılmaz Güney, Türkan Şoray sevdikleri. Ahmet Kaya ve Yavuz Bingöl dinliyor.

BÜTÜN İNSANLARI SEVİYORUM, TESLİM ALDIĞIMIZ TERÖRİSTİ BİLE...
Biri köye gelirken, pat vuruluyor, öldürülüyor. Vatandaş da olabilir, terörist de... İşin zorluğu orada... O adamın çocuğu bundan sonra ne olur? Kendi adıma söyleyeyim, sülalece dağa çıkarım...
Askerlik benim karakterime uyuyor; çalışmayı ve disiplini severim. Yüksek mühendis olduğum için Doğu'ya gideceğimi tahmin etmiyordum. Ön mülakatta, arkadaşlar Doğu'ya gitmemek için, "yok ayağım, yok kafam ağrıyor" diyorlardı. "Kardeşim, yaz bizi" dedim.
Başlangıç zor, ben de zorlandım, hatta insan sinir krizleri falan da geçirebiliyor. Gideceğiz, savaşacağız şeklinde bir eğitim aldık. Gider gitmez bizi dağın başına gönderdiler, rakım 3000 küsur. En büyük problem terörizm diye düşünüyorduk, alakası yok, o sadece yaz aylarının problemi, asıl problem asker. Biz yedek subaylar sivilden gittiğimiz için olayları şiddet kullanmadan çözmeye gayret ediyoruz, erler anlamak istemiyor. Gün ışıyınca askerler yatmaya başlarlar. Sabah sporundan sonra kahvaltı. Spor yapmazsa asker uyuşuk oluyor. Asker üzerine soba devriliyor, yine uyuyor. Sabah sporu, gece eğitimi, gündüz eğitimi, diğer eğitimler derken askerleri o tembellikten kurtardık. Bazı günler futbol oynatıyordum, monotonlaşmasınlar diye. Karanlık olurken gece görevi başlıyor; yakın emniyet, uzak emniyet, pusu, dinleme postası gibi. Başta yalnızdım, bir astsubay arkadaş geldi yardımcım, sonra bir asteğmen arkadaş daha geldi, iki olduk. Ben her şeyi el yordamıyla öğrendim, sonrakiler şanslı. Akşamları askeri veya "dürüst olalım, yalancı olmayalım" gibi karakter dersleri veriyordum. Gözetleme yapacak, görüntü vermemesi, gürültü yapmaması gerekiyor, ama canı sıkılıyor, silah atıyor. Askere dayak yeterli çare değil, ama dayak atınca nedenini de göstermek gerekiyor. Haksız yere dövmek de mümkün değil. Acemi birliğindeki eğitim yetersiz. Asker pasifize edilmiş bir şekilde geliyor ama dört-beş ay sonra canavar gibi bir duruma geliyor. Ben askerlerimi çok seviyordum, hâlâ da seviyorum, gece beraber nöbete gidiyoruz, beraber yıldız sayıyoruz. Askerin yanına üsteğmen gelmez, yedek subaylar bu iş için biçilmiş kaftan. İşi de yedek subaylarla erler götürüyor. Bu arada yedek subay dışlanıyor. Operasyonlara subaylar katılsa, tahminimce, daha iyi olur da kadro yetersiz. Takım komutanıydım, olması gereken üsteğmen diye geçiyor. Haftada bir rahatça gazete okuyorduk, bayağı kitap okudum. Ben sınırda görevliydim, alan savunması yapıyordum. 463 metre sonrası İran. İran'a gidip geliyordum. İran'daki Kürt kökenlilerle bizim taraftakiler akraba. Fi tarihinde sınır çekilmiş, biri orada, biri burada. Sınırdan geçmek yasak. Bayram ziyaretlerine izin veriyordum. İran tarafında bir arkadaşın cenazesi oldu, bütün köy gitti, ben de. Bir günlük pasaport verilebiliyor. 7000 metrekarelik arazide size taşları bile sayarım; onların resmini bile çizerim. Orada mayına basıp gidebilirsiniz, serseri bir kurşun gelir sağdan, soldan, veya bir teröristle başka bir şekilde karşılaşabilirsin... Arkadaşları, muhabbetleri özlüyordum, konuşacak kimse yok, dağda kurtlar uluyor, tipi, fırtına, soğuk, askerle ne kadar konuşsak da bir arkadaş rahatlığında olmadığı için ben en çok onları özledim.
Gece, soğuk, kar göz gözü görmüyor. Vatan görevi, bu devleti birileri bekleyecek, sıra bize gelmiş, bekliyoruz. Savaşı düşünmemek mümkün değil, hâlâ düşünüyorum. Askerimle gidiyordum dağa, 3 km ötede teröristler duruyor. Yaklaşınca terörist sınırın öbür tarafına geçiyor. Dağa çıkmış teröristi indiremezsin, ama siyasi bir manevra yapılır, Apo'yla oturulur, anlaşılır. "Apo terörist, karşımıza almayız" olayı var. Yalan. Apo'yla bizimkilerin gayri resmi görüştüğünü herkes biliyor. Neden görüşülmesin? PKK'nın amaçları şudur, vatandaş şu şartlarda yaşıyor, nasıl çözüm çıkar diye bir kamuoyu araştırması yapılır, halledilir.
Emir yukarıdan geliyor. Kaçakçılık var, "kaçakçıyı vur" diyor. Yasal olarak hakkın var da çözüm değil ki... Nasıl vururum? Mümkün değil. "Silah, eroin için" gidiyorsa vurursun. Oysa, vatandaş mazot, şeker için gidiyor, görüyorum. Asker belki zorunlu olduğu için gidiyor, ama vatanın çilesini de onlar çekiyor. Durumu iyi olup da Doğu'ya gelen hatırlamıyorum. Ancak 40 askerden altısı lise mezunu, durumu iyi olanlar bir yolunu buluyorlar. Askerde de rüşvet var, her yerde olduğu gibi. Başbakan, "üç-beş çapulcu eşkıya" diyor. Bir insan 50 yaşında bu lafı nasıl söyler? Ama, bu işin altında kalınabileceğini fark ettiler, bu sefer bastırmaya başladılar. Doğu'da da çıkarı olan bazı Doğulu vatandaşlar var, ağalar, silah tüccarları, konserveciler... Harcanan konservenin haddi hesabı yok. Mesela normalde yılda bir verilen bot, üç ayda bir veriliyor. Bu işle alakası olan herkes, lastiği verene kadar kazanıyor. Subaylar da iyi para alıyorlar, savaş olmasaydı da buraya gideceklerdi ama bu kadar kazanmayacaklardı. Basın da haber açısından kârda. En çok zararı da gerek PKK gerekse asker arasında kalan halk çocukları görüyor. Askerlerin bazı yanlışları var. Bazı komutanlar dolaylı veya dolaysız olarak teröristlerle işbirliği içinde, eroin kaçakçılığına göz yumuyor. Bunu JİTEM dahil herkes biliyor. Savcı olsaydım, ispatlardım. Anlamak da zor değil, haritaya bakılır, nerede olay yok, orada terslik var demektir. Bu anlamda komutanlardan, iyi ya da kötü niyetli olarak görevlerini ihmal edenler var. Toplumun psikolojisi oraya da yansımış. Asker ilk üç-dört ay çekiniyor, sonra hiçbir şeye takmıyor. Terörist 1.5 km uzakta, asker burada uyuyor. Terörist gelse, silahlarını alsa, öldürse olur, asker bunu biliyor ama takmıyor. Askerin inanç konusunda bir zafiyeti var, yani dini inanç değil. Askerin uyuma, inanç ve eğitim düşüklüğünden dolayı problemi oluyor. Askerin bildiği: "Güneydoğu'da PKK var, askerleri öldürüyor, askere geldik, savaşacağız." Genel kurmaydan dokümanlar geliyor, astsubay kapasitesine göre anlatıyor. Bu dokümanlarda politikacıların attığı nutuklardan bazı cümleler tırnak içinde aralara serpiştirilmiş oluyor, daha çok komutanlığın ideolojisi anlatılıyor. Pabucun pahalı olduğunu maalesef 11 sene sonra anlıyorlar. Keşke başta anlasalardı da, bu vatanın evlatları ölmeseydi, dağlara çıkmak durumunda kalmasalardı. Teröristleri görseniz acırsınız, duygusal yaklaşmıyorum, yakalasa, belki beni öldürecekti. Bu işin askeri tarafı, ama insan boyutunda düşünüyorum, çok yazık. Sadaka vereceğin insan eline silah almış. Bazı yerlerde insan hakları ihlalleri oluyor; subay ve astsubay arkadaşların yanlışlıkları, asteğmenlerin demiyorum, çünkü onlar emirle çalışıyorlar, özgür değiller, asker bir süre sonra komutanı ne yaparsa aynısını yapıyor. Diyelim ki, köyün birine bir adam giriyor. Köy sarılacak, arama yapılacak derken vatandaşın biri köye gelirken yolda pat vuruluyor, öldürülüyor. Vatandaş da olabilir, terörist de, işin zorluğu orada. O adamın çocuğu bundan sonra ne yapar? Kendi adıma söyleyeyim, sülalece dağa çıkarım yani. Asker olayı bilmiyor da, vatandaş biliyor mu? Terörist geldi, "başım gözüm üstüne, hoş geldiniz"; sonra komutan geliyor, "komutan hoş geldin!" Haklı, kızamıyorsun. Ben de olsam aynısını yaparım. Can tatlı.
PKK ile telsiz konuşmaları oluyordu. Bölük komutanıyla bizim ilçenin PKK sorumlusu harp okulundan arkadaşmış. Konuşuyorlar: "Şurada oturuyordunuz", "Çocuk büyüdü mü?", "Senin de kız vardı, o ne yaptı?" Gayet güzel bir muhabbet, bu çatışma anında oluyor, bazen küfürler oluyor. Bir askerimizi kaybettik, bir terörist yakaladık. Askeri kaybettiğimiz için operasyondan vazgeçtik, şehit verdikten sonra on tanesini yakalasam ne olur? Askerler, "operasyondayız" diye bayağı sallarlar. Herif kapıdan dışarı çıkar, mektup yazar, "bugün şu kadar kelle aldım" diye. "On asker öldü" diyorlar, aslında öyle değil, asker pusuya düşüyor, o anda on kişi ölüyor, 20 de yaralanıyor, diyelim, on kişi bildiriliyor basına. Daha sonra 20 yaralıdan belki onu daha ölüyor. Bizim orada oldu, ilk anda 21'di ölü, sonra otuza çıktı, 21 bildirildi basına. Sonra ölenler basına yansımadığı için az gösteriliyor.
Adam iki metre karda görev yapıyor, bot ıslanıyor akşama kadar, içeri giriyor, dışarı çıkıyor, hasta oluyor, o soğukta hastalanmamak anormal. Hapları ben veriyordum, asker geliyor şuram ağrıyor diyor, okuyorum ilaçların prospektüslerini, bir şeyler veriyordum. Helikopter her pozisyonda gelmiyor, yani iki-üç teröristle üç-beş asker çatışıyor, ona helikopter gelmiyor, malum çok masraflı. Bu durumda, ilk yerleşim birimine inilecek, il veya ilçeye ulaşılacak. Çatışma büyükse, helikopter hemen geliyor, yaralıyı alıp götürüyor. Asker ölüm bölgesi denilen yerde yaralanıyor, oradan çıkartamazsın, girsen seni de vururlar, o da orada bağırıp duruyor...
Beni askerlik olgunlaştırdı. Kendimi biraz daha iyi tanıdım. Değiştim, bazı şeyleri gördüm ve kabul ettim, ülkemizde her yerde üçkâğıt varmış, askeriyede de hoş olmayan üçkâğıtlar dönüyormuş. Biz askeriyeye kutsal gibi bakarız millet olarak, bu anlamda biraz demoralize olduk. Gitmeden önce öğretmenlik de yaptım, insan çocuğun kulağını çekmekten bile rahatsız olur, askerde bu daha kolay bir hale geldi. Yetkilisin, şiddete biraz daha yatkınlık başladı. Ama, şiddet aklın bittiği yerde başlıyor. Defalarca anlatıyorsun anlamıyor, en sonunda tükeniyorsun, iki tane patlatıyorsun, her şey halloluyor. Önceki gibi öğretmenlik yapamam, herhalde iyi patlatırım öğrenciye. Şiddet biraz gelişti galiba.
Mesela bugün ordu Irak'a girmiş. "Bizim A timleri teröristlerin arka tarafına atıldı, mayınlar temizlendi, çatışma devam edecek" deniyor. Kamuoyu da bekliyor ki bir hafta sonra açıklama yapılacak, "2000 tane terörist ele geçirildi" denecek. Alakası yok. Olay, o gece biter. Arazi öyle tuhaf ki, terörist çıkıp gidiyor. Basında okuduklarımdan anlıyorum ama haberlerin havası ters. Harekât neden yapıldı? Bence dışarıdaki operasyondan sonra içeride de devam edecek, ondan sonra demokratik haklar, insan hakları dediğimiz olay hükümetçe Avrupa'nın diretmesiyle onaylanmak zorunda kalacak. Bir tür son şov gibi... Mesela köy boşaltmalar işe yaradı, askerler de işi çok iyi öğrendi, başlarda adam kapıda nöbet durmuş, geliyor vatandaş kılığında, "selam, komutanla görüşeceğim" falan derken askerin silahını kapıyor, herkesi öldürüp gidiyor. Şimdi mümkün değil, bir karakolun 600-700 metre yakınına kimse yaklaşamaz. Eylemler devam edecek ama küçük çaplı, o da ülke gündemini fazla tutmayacaktır. Tabii, bayağı inanılmaz masraf yapılıyor. Yoksa Türkiye olduğunun iki misli olurdu. Aramızda Kürtler vardı ama istisna. Bence Karadenizlileri hiç bakmadan komple gönderiyorlar, bizim hırçınlığımızdan olsa gerek. Orada bir teröristin gelip beni öldürebileceğini kabul etmiyordum. Bütün insanları seviyorum, teslim aldığımız teröristi bile. Çünkü acıyorum onlara, onlar da bizim kardeşlerimiz. Ayrılırken takımdan ağladım, oradaki sevdiklerimden ayrıldım, buradaki sevdiklerime kavuştum. Oradaki askerleri bırakırken ihanet ediyormuşuz gibi geldi, acaba bunlar bu işi başarabilirler mi gibi bir duygu da var.
Geldiğimden beri sakin hareket etmeye çalışıyorum, mantıktan geçiriyorum olayları. Bazı insanlar beni kahraman olarak görüyor, azınlık bunlar. Ama toplum 11 yıldır süren olaya ilgisiz. Televizyonda duyuyorlar, üç kişi ölmüş, Allah kahretsin, iki küfür tamam. Buradaki insan kesinlikle Doğu'daki olayla ilgili değil. Benim oraya gidip gitmemem onu ilgilendirmiyor. Geldiğimden beri çoğu arkadaşımla görüşemedim, iş peşinde koşturuyoruz. Arkadaşlar biraz çekiniyor gibi, "acaba sakat bir tip mi olmuş" diye. Bu beni üzüyor tabii ki, gelip sorabilirler. İş görüşmeleri yaparken takım komutanı olarak aldığım bir takdirnameyi gösteriyorum, "en ciddi yaptığım iş buydu ve bu işten bir takdirname aldım" falan diyorum, kaale almayan da var, alan da. Aldığım belgeyi tarafsız bir gözle incelesin isterim. Oysa, "aferin, anlat maceralarını" diyorlar. Buraya geldik, hayat sürüyor. İlk geldiğim zamanlarda bayağı sessizdim, insanların bazıları böyle gıcık sorular soruyorlardı, bazıları "işte kahraman gelmiş" falan diye karşılıyorlar.
Teskeresini alan gerekli baskıyı oluşturabilse, protesto yapılabilse, hükümet hassas davranmak, çözüm üretmek zorunda kalır. Ama ne oluyor, teskeremi almışım, geride kalanlara Allah yardım etsin diyorum. (Mart 1995, İstanbul )
1966, Karadeniz doğumlu, yedi kardeşler, altısı kız, hepsi de evli, annesi babası yaşamıyor. Anadolu Üniversitesi Mühendislik Fakültesini bitirdi, İTÜ'den yüksek lisanslı. Yoksul bir aileden geliyor, Tuzla-Foça acemi eğitimi sonrası İran sınırında takım komutanı olarak 17 ay askerlik yaptı, iş arıyor.


MERMİLERİN BARUTLARINI ÇIKARTIP ŞAFAK YAZDIK
Döşeme komple yok oluyor, fırlıyorum. İnsanlar sırtıma vuruyor. Daha zamanın dolmadı sesleri... Arka kapının girişinde yatıyorum. Bağırıyorum. Kalkmaya çalışıyorum, belden aşağısını hissetmiyorum. Bacaklarımı kaybettim.
Saçları üç numaraya vurulmuş o kadar adamı bir arada görmemiştim hiç. Çok komikti. O ilk şoku yedikten sonra insan askerlik bitinceye kadar kendini toparlayamıyor. Ne kep uyar, ne bot... Takas edersin. Sokağa şortla çıkmaktan utanırdım, hamama giriyorsun, belki yüz kişi var içeride. Birliğine ayrılıyorsun. Soruyorsun. Altıncı bölük nasıl? Oğlum, boku yedin... Sürekli azarlanıyorsun. "İster öğren, ister öğrenme, ama oraya gideceksin" deniyor. Askere gittiğim sıralarda arkadaşlarımdan gerilla şöyle iyi, böyle iyi diyenler vardı, devlete kafa tutan tek onlar falan. O kadar mükemmel olduklarını sanmıyordum. Olayları izliyordum, gerçeği görmek için gitmek istiyordum. Eğitimler ağırlaşır gün geçtikçe. Askerliğin hiçbir tarafırahat değil, rahat olsa herkes gider. Piyade adı altında iyi komando eğitimi aldık, subaylar çok iyiydi. Yazın sıcağında elbiseleriniz çamur olurdu, o derece yorarlardı bizi. Parkurda, kırk dakikada falan bin küsur metre sürünürdük. Birbirimize pusular attık, adam kaçırdık, bağladık. Ellerini arkadan bağlıyorum, bir ayağını kıstırıyorum palaskamla. Botlarım çıkartılmış, silahım gasp edilmiş, çıplak ayakla yürüdüğümü bilirim. Palaskan alınınca, askeri elbiselerle komik bir duruma düşüyorsun. Elbise genişliyor, ayaklar çıplak, başta kep yok... Savaşmaya hazırdık. Kötü karşılamıyordum bunu, yaşamak zorundasın. Ben gitmesem başkası gidecek... Böyle bir savaş var, orduyu da suçlamıyorum, üstlerine düşeni yapıyorlar. Sonuçta, bu savaşı askerler başlatmadı. Her yerde savaşı siviller başlatır, askerler ölür. Savaşı siviller kazanır gene de. Manisa'dan 600 kişiden çürükleri ayırdılar, 352 kişi oraya.. Bir işi yapıyorsan hakkını vereceksin. Sivilde de böyleydi, işimi seviyordum, bağlıydım ve sonuçta bu da bir işti. Hayatımın en güzel günlerini acemide geçirdim. Yalan söylenmedi. Komutanımız, kulakları çınlasın, gerçek bir liderdi, ölmeye hazırdık. Eğitimde yüreğimizdeki savaşı ortaya çıkartmaya çalıştılar. Hepimiz potansiyel katilleriz aslında. İnsan başlı başına bir cani. Her zaman, savaşmak konuşmaktan daha kolay.
Mayının yolun neresine döşeneceğini bilseydim, otobüsün o kısmına oturmazdım. Anlatabiliyor muyum? Oturuyorum, silah yanımda. Ulan, burada mayın vardır... Hava sıcak, uyuyacak gibiyim. Tam dalarken, o gürültü. Öne doğru giderken, havaya fırlarken, yerdeki döşemenin açıldığını görmek, tamam mı? Döşeme komple yok oluyor, fırlıyorum. Kısa bir karanlık, artık bu boyutta değilim. İnsanlar sırtıma vuruyor. Daha zamanın dolmadı sesleri... Kendime geliyorum, bir Allah'ın kulu yok, otobüste tek başına. Arka kapının girişinde yatıyorum. Bağırıyorum. Kalkmaya çalışıyorum, belden aşağısını hissetmiyorum. Bacaklarımı kaybettim. O kadar soğukkanlıyım ki... Acaba, geri zekâlı mıyım? Çok mu cesurum? Aracın içinden çıkıyorsun, "başka yaralı var mı" diye düşünüyorsun. Biri sarılıyor, "tamam, bir şey yok" diyor. Bir şeylerin olduğunun farkındasın. Çok ucuz yırtılmış bir olay, bir sürü mühimmat vardı otobüste, tüpler falan. Bazen malum oluyor, "ulan" diyorsun, "öleceğim"... O gün gitmek istemiyorsun. "Gitmek istemeyen var mı" diye sorulduğunda... Gitmesem, arkadaşlarım gidecek. Bana olmazsa onlara olacak. İnsan kaderine katlanmak zorunda. Dört-beş gün Şırnak'ta kaldım. Helikoptere bindik. Gülmeye başladım helikopterde, "bunun da olacağı varmış" diyorum kendi kendime. Diyarbakır'da müdahale edemediler; GATA, dört ameliyat. Baktım bacağımın biri yok. Doktora, "kesme," dedim, "annemin karşısına böyle çıkamam". Annemi düşünüyordum, gerisi hikâye. Hastanede intihar etmeyi düşündüm. Kolaydı. Doktor, "kurtaramayacağız, kesmemiz lazım" dedi. Kes!..
Acemi birliğinden Adapazarı'na gitmiştim. Orada tugay olması gerek ama, taburun biri Bitlis'te, biri Diyarbakır'da, biri Şırnak'ta. Koskoca tugay hayalet şehir gibi. On beş gün orada kaldıktan sonra trenle yüz kişilik grup sivil ve silahsız Şırnak'a girdik. Şırnak'ta artık ordu denetimi ele almıştı. Bizdeki de şans, jandarmaya desteğe gittik. Tabur Andaç'ta, Cemil Berk'in korucu başı olduğu Ortaköy'den beş buçuk kilometre ötede. Ortaköy eskiden terörist, şimdi korucu köyü, teröriste bayağı mukavemet ederler. İleride Araporuç Köyü, onun ilerisinde Hakkari'nin Serbest Karakolu var. Üç ayda bir basılır orası. Ortaköy'de dört ay kaldım, Köyün hemen yukarısındaki karakolda. Jandarmanın hali perişan, ne doğru düzgün eğitim alıyorlar, ne doğru düzgün silahları var. Ortaköy Jandarma Karakolu hiç sakin değildi. Köpekler yabana atılacak canlılar değil. Askere saldırmaz, mayına basmazlar. Koku aldıkları için çoğu zaman timleri pusulardan kurtarırlar. Mayına basmayan katır da çoktur. Yekmal Karakolu'nda Katil adındaki köpek bir çocuğu parçalamış, boğarak öldürmüştü. İnsanın Allah'a inancı orada çok kuvvetli. İki metre karda görev yaparken belimiz bükülüyordu ve ölmüyorduk. Ne ellerimiz dondu ne ayaklarımız. Bir yaratıcı var, diye düşünüyorsun, tamam mı? Yani, yaradan çatışmalarda taraf tutuyor. Gece saat on biri beş geçiyor, gazino çadırındayız, çay içiyoruz, nöbete gidecekler orada, kırk kişi var. İlk havan düştü, basıldık, on saniye bile sürmeyecek bir olay. Herkes koştu, o karışıklıkta tüfeklikten kendi silahı aldı. Katıldığım tek çatışma bu oluyor. Orası gerçekten çok kritikti. Taştan fazla mayın vardı, toprağın üstüne çıkmış ya da üstü açılmış. Yürümek ölümdü. Çatışmada dört ceset ele geçirdik, daha fazlaydı ama PKK cesetlerini kaçırıyor. Biz kayıp vermedik, iki korucu yaralandı, bir de köpeğimizin kafasına havan düştü...
Olduğumuz yerde sefil köylere rastlamak çok zordu. Askerin yanında olan kaçakçıya bayağı göz yumuluyor. Turfanda sebze meyve kaçakçılığı duydunuz mu? Katır sırtında patlıcan, domates kaçırıyorlar. Kuzey Irak'tan 80 bin lira yevmiye ile katırı ile birlikte işçi tutuluyordu. Adam Türkçe bilmiyor, her geçişinde bana el sallıyordu, ben de ona. Sonuçta her şey paradan kaynaklanıyor. Karnı tok sırtı pek adamın silahla işi olmaz. Korucu oldukları için maaş alıyorlar, hepsinde Toros vardı. Ortaköy'ün korucu başı eski PKK'lı Cemil Berk'in Mersedes'i, Toyota'sı, Toros'u vardı. Dağlıktı, ama ummadığın anda çölde vaha ile karşılaşmışsın gibi elma ağaçları falan, küçük bodur ağaçlar, soğuk sular.
İnsan bitleniyor. Kışın insanı mahveden bir toprak biti vardır. Kazağının dikiş yerlerine yerleşir, soğuk havada ölü gibidir, hareket etmez. Sıcak bulunca hareketlenmeye başlar. Kan emer, sırtta dolaşır. Silahıyla sırtı kaşıyan gördüm. Sivilde, iki günde bir duş alırdım. Dört ay doğru düzgün duş alamadım. Her an basılabilirsin, gündüz bile. Çadırlardayız. Pusuda kaldın yirmi dört saat, sabah indin altı saat uyudun, nöbete gittin, on ikide geldin yattın. Duş için uykudan feragat etmek lazım. Günde iki öğün mercimek çorbası içmekten, bisküvi yemekten bıktım. Mercimek çorbası içmiyorum artık. 15 günde bir mektubum gelirdi. Telefonu bir defa bağladılar. Karayolları gerçekten çalışıyor, telefon hatlarını bağlıyorlar, kesiliyor. Devleti kötü göstermek için uğraşılıyor.
Destek kıtası olduğumuz için dört ay sonra Batıya döndük, yani garaja nöbete gittik. Herkes, o dönemde Doğu'da olmayı tercih ediyordu. Batı'da nöbetin bile bir haysiyeti yok. Yemeğin belli, gece iki saatlik nöbete kalkıyorsun, kalktığına değmiyor. İki makara yapıyorsun, biraz sohbet ediyorsun. İşte nöbet bitti. Yunanistan'a Karaburun tarafından uçar birlik operasyonu dolayısıyla bizim tugay konuşlandırılacaktı. Bir çıkarma olayında adalara intikal ettirilecektik. Sınır ötesi Çelik Operasyonu çıkınca ona iştirak etmek durumunda kaldık. 2 Mart 1995'te operasyona başlamadan, eski alayımıza intikal ederken Ballı Karakolunun önünde mayına bastık.
Bacakların olmayınca insanların gözünde fiziksel statün düşüyor. Bazen ölmeyi de düşündüm gerçekten. Yani ölsen, hiçbir sorunun yok. Ben insanları kabullendim, insanlar beni kabullenmediler. Benim kadar normal karşılayamadılar. Özürlü arkadaşlarla geyiğini yapıyoruz. Bizim mahallede bir arkadaş orada bacağını yitirmişti. Samimiyetim yoktu, sabahın sekizinde bile parktaydı. Bacağı kopmuş birine "nasılsın" diyebilecek cesaretim yoktu. Ben yaralandıktan sonra o geldi, durum eşitlenmişti. Genelde taksiye binerim, genç olduğumdan merak edip soruyorlar. "Trafik kazası mı?" diyorlar, hikâyeden, aslında tahmin ediyorlar. Ankara'da taksiye biniyorum. Tekerlekli iskemleyi bagaja koyduk. Geçmiş olsun! Nereye? Etlik'e, GATA'ya... Anlatıyorum. Vah, vah! Birader, senin yerinde olsam... Adam devam ediyor, dilencilik yapamazmış. Allah Allah!... Bu medya falan hikâye... Ben, Çelik Operasyonu'nda toplanan yardım için TRT'ye çıkıp, "yardım edin" dedim. Beş sefer televizyona çıktık. GATA'ya geldiklerinde, sizleri seviyoruz, bilmem ne, bilmem ne... Geyik. Ateş düştüğü yeri yakıyor.
Ben kesinlikle faşist değilim ama bazen hak vermiyor da değilim. Bir güce de ihtiyaçları var, tamam mı? Bu ülkede birtakım şeyler adice yürüyor. Bu toprakları çok seviyordum, ama yaşanmıyor. Yeterli maddi gücüm olsa, bu ülkede yaşamam. Burada nefes almak bile bazen zor geliyor. Bakıyorum her gün birileri ölüyor. Birileri birilerini soyuyor. İnsanlar da, affedersiniz, o kadar da öküz ki, savaşın gerçek yüzü ortaya çıksa... Sadece Kürt, Türk değil, herkes soyuluyor. 80 milyar dolar para harcanmış, bu parayla kaç üniversite yapılırdı? Adam diyor ki, devlet hiçbir şey yapmıyor... Ulan, dümbük, bir sürü milletvekili, bakan çıkarmışsın. Cumhurbaşkanı bile çıktı Kürtlerden. Bunlar aynı zamanda yatırımı engelleyen insanlar değil mi? Özel Harekât'ta MHP'li insanlar var. Ama, bakın, subayların çoğu çok centilmen insanlar... Aydın geçinenler, "bilmem ne partisi faşist" diyor. HADEP bence çok faşist. Ha Türk milliyetçiliği, ha Kürt milliyetçiliği! Birbirimizi sevmemiz gerekirken savaşıyoruz. Binlerce yıldır öyle iç içe yaşamışız, birbirimizden farkımız yok. Benim bile anne tarafım Pomak, baba tarafım Arnavut. İzmir'de, Bornova'da 85-90 senelik geçmişimiz var.
Bu savaş bitecek ama çok fazla kanla, daha 10-15 yıla ihtiyaç var. PKK'nın devamı niteliğinde bir oluşum olacak diye düşünüyorum. Birkaç değişik grup oluşacak. Şemdin Sakık'ın yakalanmasıyla şu andaki durumun yüzde 75'i çöker. Bu ülke bence birçok ülkeden daha iyi öğrendi bu işi. İyi eğitim almış subaylarımız var. Savaşın içinde pişiyorlar, yıllarca aynı bölgede görev yapıyorsun ve insan acı çeke çeke artık taşlaşabiliyor. Savaşın bitmesi demek ekstra bir parasal gücün sağlanması demek... Bölgede maden var, hatta petrol bile çıkacağına inanıyorum. Mayından kurtulmuş olsa, dağcılık, bir trekking merkezi olabilir, rafting yapılabilir. Oraya âşığım da diyebilirim. Kendimi bir Şırnaklı'dan farklı görmüyorum. Bir parçamız orada kaldı, bir şeyler aldık, bir şeyler verdik. Kültürlerini korumaları şart tabii, zaten koruyacaklar. Biz kültürümüzü koruyoruz. Kürde karşı değilim, kültürüne de, diline de saygı duyuyorum. Ama yazışmalar için resmi bir dilin olması gerekir. Kürtçe'yi öğrenmeye de çalıştım, başaramadım. Onların dili daha karışık, biraz da gırtlaktan konuşuluyor. Oranın sadece Kürt yurdu olarak düşünülmesine taraftar değilim. Bölgede standart bir Kürt tipi gösteremezsiniz. "Ben has Kürdüm" diyecek adamın alnını karışlarım. Mardinlisi farklı, Diyarbakırlısı farklı. Alpaslan 1071'de gelmiş, Türkler buraya geleli aşağı yukarı bin sene, bu da yadsınamaz. Türkiye iki ucu boklu değnek sonuçta. Burada kalmak da zor, gitmek de. Ülkemiz gerçekten çok mükemmel, çok seviyorum. Bir şeyleri aşabilsek o kadar güzel olacak ki... O kadar çeşitli etnik kültür var... Lazca, Kürtçe, Zazaca. Annem Bulgarca konuşuyor mesela.
Savaşın yanlış olduğunu da düşünüyorum. "Her kurşun üzerinde bir adres yazar" derler. Ona hedef olmak istemedim. Öleceksem de düzgün bir sebebi olsun, kör kurşunla ölmektense, çatışırken, adam gibi öl yani. Onlardan da ölsün senden de ölsün. Ya da kimse ölmesin. Ne onlar bize ateş etsin, ne de biz onlara... İnsanlar yorulacak, savaş kendiliğinden bitecek. Dağda kalmak çok zor. Kimse bu savaşı istemiyor, ne Kürdü istiyor ne Türkü. Kim ne kazandı? Kazanan var, sürekli silah alıyorsun. Bir savaş uçağı alıyorsun 30 milyon dolar. Vallahi, günde iki trilyona yakın para harcanıyor. İki yüz bin asker bakmak kolay değil. 1994'te bir G3 merminin fiyatı 30 bin liraydı. Amerikan yapımı el bombası, Alman yapımı tüfek bombası... Savaş demek para demek. O dönemde bir helikopterin yerden kalkması30 milyondu. Niye bu savaş? Anlamı yok, canlar yakılıyor. Ölen erlerin çoğunun bir şeyle alakası da yok. Dağda inanmış insanlar var. Adam torna atölyesinden, inşaattan askere geliyor. Ölüyor, sonuçta bir kin, bir nefret. Birike birike bir patlama olacak. Sonunda acı var, ölüm var. Batıda, kimse canı yanmadan bir haltın farkına varamıyor. Bizleri görmüyorlar, duymuyorlar. Bir ara medya fazla yüklenmeye başladı. Güneydoğu Sendromu falan... Aslında, bu kadar korkunç değil. Geçmişten gelen âdetler var. Birbirimizi sevip sayıyoruz, on sene öncesi gibi değil ama... Kahramanlık olayını kimse pek takmıyor. Savaşın haklı bir tarafı yoktur. Kore ile karşılaştırdığımda... Kore'den insanların çoğu çok normal dönmedi. Tanıdıklarım var. Onlar da gereksiz bir savaşın içerisinde öldüler, sakat kaldılar, çoğu da delirdi. Bizi bir şeylerin koruduğuna inandık. Mektup geldi sevindik, gelmedi üzüldük. Mermilerin barutlarını çıkartıp şafak yazdık, isim yazdık.
Geldikten sonra, bana kız bile vermediler. Kötü bir şey yapmadım. Devleti soymadım, bir yeri gasp etmedim, kimsenin ırzına namusuna saldırmadım. Benim seçeneğim değil ki... Adamın ayağı koptu, nişanlısı terk etti. İkinci sınıf vatandaş muamelesi gördüğümüz yerler oluyor. Ben farklı şeyler yaşamak istiyorum. Çok abuk kaçacak ama hovardalık yapmak istiyorum. Yaşamak istiyorum, şansımı denemek istiyorum. Yaralanıyorsun ve... Ben çok aktif bir insandım, bir sürü kız arkadaşım oldu, birkaçını bir arada idare ettiğim oldu. Nasıl olacağını merak ediyordum. Bir erkek için bu çok önemli. Bir kadının doğurganlığını yitirmesi sorun yaratmaz. Bu erkek için gerçekten ölümdür. Bir işe yaramazsın. Adam, affedersiniz, organını kaybediyor, bir şeyler yapılıyor ama o güveni veremezsiniz bir daha. Aklında hep o olacak: "Acaba eşimi tatmin edebilecek miyim?" Korku. Bende de çok vardı, eksik hissediyoruz bazen kendimizi. Dönüşte, bir sürü kız arkadaşım oldu. Kötü tarafı, insan fazla hareket etmeyince çok aktif bir cinsel hayat istiyor. Kiminin derdi erken boşalmayken, çoğumuzun derdi boşalamamak. Bu zor olabiliyor, partnerini korkunç şekilde yoruyorsun.
Askerden önce kavgadan pek hoşlanmazdım, daha sakin bir tiptim. Şimdi çok asabiyim. Vietnam sendromu dedikleri... Kendimi kontrolde zorlanıyorum, herkesi dövebileceğime inanıyorum. Bu işin esprisi de... Birini vurabileceğime inandığım zamanlar da oluyor. Olayları daha yoğun yaşıyorum, saldırganlaşabiliyorum. Dün çok kötü bir olay oldu, çok pişman oldum. Annem hastanede, evde ablam, çocukları ve kardeşim var. Annemle babam da boşanıyorlar bu arada. Bayağı moralim bozuktu. Parkta bir büfe var, çalıştıramıyorum. Kardeşimin, kızdım biraz, elinden çekiyordum. Parmaklarını çektim. Uyuyamadım, nasıl yaptım, neden yaptım? Kendimi affedemedim. Bugün hastaneye götüreceklerdi. Kötü bir niyetim yoktu. Babamın bok yemesi, kardeşimi çok etkiliyor. Ben okumasını istiyorum. Kardeşim askerlikten muaf tutulabilir. Bunun iyi mi, kötü mü olacağı sorusuna cevap veremiyorum. "Bir eve bir asker yeter" diye düşünüyorum. Askerliğini yapanla yapmayan arasında da bir fark oluyor. Ona kalmış da, isterse yakın bir yerde yapmasını isterim. Böyle bir hakkımız var, en güzel tarafı bu zaten. Ama savaşta yapmasını istemiyorum. Bir eve bir özürlü yetiyor. Yani bir kahraman yeterli. Bunun geyiğini de çok yapıyorum.
İlk yatışım üç buçuk ay, sonra üç ay hava değişimi. Geldiğimde protez takacaklardı. Bende kapalı yerde kalma korkusu var. Hastane de cezaevi gibi. Bize çok özen gösteriyorlar. Güzel bir olaydı, hastaneden kurtuluyorsun. Çok zordu, biliyor musunuz? Beş ameliyat geçirdim, yedi-sekiz operasyon yaptılar. Sağımı diktiler, solumu kopardılar, oradan deri aldılar öbür tarafa yamadılar. Ameliyat korkusu oluştu, sürekli öleceğim möleceğim. Son ameliyatta, "acıyor" diye narkozdan bir anda kalktım. İki üç tokat yedim suratıma. Tekrar baygınlık geçirdim. Bir de belden iğne vuruyorlar. Bin bir korkuyla baş etmek zorunda kalıyorsun. "Sakat kalacağım" diyorum. Yeterince kalmışız zaten. Büyük kısmını yenmeyi başardım. En çok başarısızlıktan korkuyorum. O yüzden hiçbir şey yapmıyorum. Geçmişe göre farklılıklardan biri de şimdi silahı seviyorum. Ama heyecanlı insana silah yaramaz, mutlaka hata yapar.
Düzeni fazla savunmuyorum. "Anarşistim" diyeceğim ama dini inancım var. "Tamamen İslam'a bağlıyım" desem günahkâr sayılırım. İkisi arası... Savaşmak için bir sebep bulamıyorum tamam mı? Acaba neden birbirimizi öldürüyoruz? Bana neden silah sıkıyor? Adamların yaşadığı ortam o kadar korkunç ki... Bir kadına beş erkek devrim nikâhı kıyıyor. Dağda hamile kaldığın zaman idam. Ben onlardan daha büyüğüm. Bazılarının yaşları çok ufak. Bu şartlarda, bırak savaşmayı, yaşamaya bile imkân yok.
Düzenli uyuyamıyorum. Genelde, sanki geceleri pusu kurup nöbette kalıyorum. Ya televizyon seyrederim, ya bilgisayar oynarım. Zamanımı o küçük kahvede geçiriyorum. Tanıdıklar geliyor, sohbet ediyorum. Askerde iki şeyden onur duyuyordum: Pazartesi ve cuma günleri bando gelince asker olduğumu hissederdim. Bir de çocuklara şeker vermek hoşuma giderdi. Yol aramasından dönerken çocuklar, "asker" diye toplanırdı. Başlarını okşardım.
Askerlik öncesi bana hayli uzak şimdi; farklı arkadaşlıklar, ailemle farklı diyalog ve iş yaşantım... Yaşam bir bıçak gibi, anlatabiliyor muyum? İki yönü var ama sadece o bıçağın keskin tarafını görebiliyorsun. Sana doğru dik geliyor. Askerden önce kurduğun yaşantıyı, hayalleri değiştirmek zorunda kalıyorsun. En zor savaş doğayla ve kendinle olanı. Yağmurla, karla, sıcakla, soğukla. Üsteğmenle mücadelen var, tim komutanıyla. Üç kişiydik. Bütün bok bizim başımızın altından çıkardı. O yüzden fırsat buldukça bizi döverdi. Kendinle hesaplaşmak! İşin içinden çıkamamak. Burası başka bir gezegen mi? Savaşa geçerli sebepler bulamamak. Her şey birbirine çok yakın, çok uzak. Her şey görüldüğü gibi ama her şey göründüğünden farklı. Çok absürd. Kimseyi öldürdüm mü? Bilmiyorum. Sanmıyorum. Belki de öldürmüşümdür. Bunu düşünmüyorum. Ama şu an birini öldürebileceğimi sanmıyorum. Çok canice geliyor. Herkesin yaşam hakkı var. Artık birimizden birinin hayatta kalması gerekiyordur, seçme şansı yoksa, başka. Bence kahraman Hz Ömer, çok dürüst bir insandı. Gazilik absürd geliyor, bilinçli savaşmadık. Zafer yaşamdır. Gün ağarması zaferdir. O geceyi atlatmışsındır. Şu anda, benim için tehlike yaşamak, askerdeyken hayatta kalmaktı. En sevdiğim silah MG3, en nefret ettiğim silah da MG3, düşmanın elindeyken. Savaşmak, öldürmek doğru değil. Askerlere üzülüyorum. Bizden ölüyor, onlardan da ölüyor. Sonuçta ölen herkes bu ülkenin vatandaşı. En çok sivil bir karşı tepkinin oluşmasından korkuyorum. (Nisan 1998, İzmir)
1974, İzmir doğumlu, ilkokul mezunu. Babası terzi, annesi ev kadını. Dördü kız, iki oğlan altı kardeşin beş numarası. Askerliğini 1994 Mayıs - 1995 Mart arasında Manisa Batıkışla acemi birliği ve Diyarbakır'da piyade komando olarak yaptı. Koltuk değnekleriyle yürüyor. Bukowski'ye bayılıyor. Çoğu gazi gibi, acıyı yazdıkları için Charles Dickens, Jack London ve Dostoyevski seviyor "Ve Çeliğe Su Verildi"nin Pavel Korçagin'i ile tanışmasaydı, hayata bu kadar bağlanır mıydı emin değil. Mazhar-Fuat-Özkan'ın "Mazeretim Var Asabiyim Ben" ve Metalica'nın "One"ı favorileri. Eskiden kitapçılık yapardı, döneli üç yıl oldu, hâlâ iş arıyor.



BEN DE O BAYRAM GÜNÜNÜ YAŞADIM
Tankımız sabaha kadar çalıştı. Sabah, Silopi'den Özel Harekât ile komutanımız da geldi. Komutan, "inşallah ceset vardır, yoksa jandarmaya rezil oluruz" dedi. İnsan, hayvan ya da domuz, katır olsun. Yeter ki bir canlı olsun...
Etimesgut'ta nizamiyeden girişi insanın unutması mümkün değil. Girince, "artık her şey bitiyor" dedim. Kurada "Cizre - Şırnak" denince, tabii ürperdik. İlk defa Doğu'ya gidiyorum. Dağıtım izninde, evdekilere önce, "sahilde bir yer" dedim. Sevindiler. Ağabeyim kâğıdı okuyunca, herkes şok... Terörist korkusuyla Tatlıses Turizm'den bilet aldım. Tatlıses'e pek dokunmuyorlar, yani hiç ismi duyulmadı. Toplanma merkezi Urfa'ya geldik. Öbürsü gün bizi Mardin'e götürdüler. Akşam olduğu için, bir gece de orada kaldık. Devamlı gündüz yolculuk yapıyoruz. Öğle vakti, Cizre'ye ulaştık. Cizre çukurun içinde bir yer, duvarlarda kurşun delikleri, her taraf yağmalanmış, yıkılmış, açık petrol istasyonu yok. Daha iyi görmeyi düşünüyordum. Bir yüzbaşı bizi, "burası Doğu'nun Paris'i, korkmanıza gerek yok" diye karşılayarak cesaret verdi. Taburdan Cizre kuşbaşı görünüyor. Karşımızda radyolink, aşağıda polis lojmanları vardı. Polis lojmanlarıyla radyolink arasında devamlı çatışma oluyordu. İzli mermileri gördükçe heyecanlanıyoruz. "Buraya da mı baskın olacak" diyoruz. Korku var.
Cizre Tank Taburu'nda 15-20 gün kaldıktan sonra, komutan beni İdil Piyade Taburu'na gönderdi. Kamyonla giderken, yan yatarak yolu kesen kamyonu görünce, elimizde silah var ama korktum açıkçası. Pusuya mı düşürüldük? Müsait bir kayanın arkasına çekildik. Komutan şoförden kamyonu çekmesini istiyor ama adam da, "nasıl çekeceğiz; traktörüm yok, kurtarıcım yok" diyor. Hep birlikte aracı yoldan çektik. İdil macerası böyle başladı. Zırhlı tümen olarak Piyade Taburu'nun güvenliğini sağlıyorduk. Akşam beşten sabah beşe kadar oradaki tek tankta görevdeydik. Arada, bir saat izin veriyorlardı. Gündüz uyuyorduk. İçtima da yoktu... Cizre'deki duvarlar nasıl delikse, İdil'de de aynı. Hesap mark dolar üzerine. Silaha meraklı olduğum için uygun fiyata bir tabanca almak istiyordum. Kız arkadaşına hediye alacak arkadaşımla dükkânda konuşurken, "ona layık bir hediye bulamayız, bir silah götürürsün" dedim. Tezgâhtar, "silah mı lazım" diyerek örtüyü kaldırdı. İki kalaşnikov. Sıfır. Kılıfından çıkmamış. "En son dört buçuk milyon" dedi. Üç milyon yedi yüz elli bin lira aylık alıyordum. İzne de geleceğiz, paramız da var. Ama nasıl çıkaracağız? Koca kalaşnikov! Dört buçuk milyon. Yolda arama olunca ne yapacaksın? Silah olsa tamam da... Orada peynir ekmek gibi silah satılıyor. Kötülemek istemiyorum oranın insanını; iyisi de var, kötüsü de. Çarşıya çıktığında, "asker ağa, hoşgeldin!" derler, sırtını sıvazlarlar, adamın içini bilemezsin. Güvensizlik var. Zaten çarşıya çıkınca, mermi silahın ağzında. Bir korku var içinde. Oranın insanına pek ısınamadım açıkçası...
Acemiliğimiz bitti, görevin ne olduğunu anladık. Beş buçuk ay sonra Cizre Tank Taburu'na döndüm, bir-iki gün sonra komutan beni izne gönderdi. Böylece kurban bayramını memlekette geçirdim. Hiç dönesim yoktu. Yani sivili bırakıp tekrar askere gitmek... Biri "kal" dese kalacağım. Ama mecburuz. İzinden tabura döndüğümde, bu sefer, İdil'in çaprazına Silopi'ye gönderildik. Irak'a doğru, Habur Kapısı'na yaklaşıyorum. Silopi Botaş Karakolu. Tam baharın geldiği bir esnada. Karakolun önünde beş tanktan ikisi bizim bölüğe ait. Orada da görevimiz geceydi. Ben doldurucuyum, yani mermi sorumlusu. Güvenlik için bir tank karakolda kalıyordu. İki tank Silopi'nin şehir merkezindeki polis lojmanlarına, biz de iki tankla Nevcüş Tepesi'ne gidiyorduk. Nevcüş tepesi Dicle Nehri'nin hemen kıyısında, elli-altmış metre ötede, nehri atlasak Suriye'deyiz. Suriye'nin köylerini, ışıklarını, çalışan insanlarını görüyorduk. Birinin nehre atlaması dolayısıyla biz oraya konmuştuk. Üç-üç buçuk ay orada görev yaptım. Haftanın iki günü Nevcüş Tepesi'nde, beş gün de yolun kıyısındaki yakılmış Yılık Petrol'de kalıyorduk. Yolda, mazot için Irak'a giden kamyonlar bulunuyordu. Teröristlerin telsiz konuşmalarını dinleyebiliyorduk. Kürtçe konuştukları için anlayamıyordum. Bir gün asteğmenimiz, "ben Almanca konuşayım. Bakalım biliyorlar mı?" dedi. Almanca karşılık geldi. Bizim asteğmen, "adamlar Almanca bile biliyor," dedi. Nasıl biz gece termalle gözetliyorsak, onlar da bizi gözetliyor. Biz göremiyoruz ama onlar görüyor. Hatta telsizde, "o tankçıları kamyoncuların önünde linç edeceğiz," diyorlarmış. Bu lafları duyunca korkuyoruz. Ama her akşam bir uyarı atışı yapıyorduk. Taciz atışı gibi, Cudi'ye, Suriye'nin tepelerine doğru. Son ayda, bizi Silopi su deposuna çağırdılar. Tankın etrafını çevirmiş, pusuda yatan iki tim vardı. Karşıya birkaç mil öteye, Cudi dağına Kayseri İndirme gelmişti. Oradaki izli mermileri termalsiz çıplak gözle görüyorduk, roketlerin patlayış sesini duyuyorduk. Bir akşam, saat iki-iki buçuk esnasında görüntü aldık. Asker gibi tek kol halinde yürüyorlar. 10-15 kişi gibi. Asteğmenimizi çağırdık: "Terörist de olabilir, katır da, domuz da." Telsizle Silopi'ye asıl komutanımıza bildirdik. Komutan Cizre ile irtibat kuruyor. Oradan "büyük uygulayın" denmiş. Yani tank topu. Tank topunu doldurdum. Mermiyi ağzına verdim. Emniyeti açtım. Nişancı arkadaşımız artikıla getirdi, kitledi. Tank komutanımız da düğmeye bastı, ateşledi. Termalden merminin gidişini görüyoruz. Merminin uzunluğu 45-50 santim, ağırlığı da 23 kilo. Tam hedefe vurdu, havaya büyük beyazımsı bir şeyler fırladı. Termal doğayı siyah gösterir, canlıyı beyaz gösterir, ya da tam tersi. Tam 12 tank topu attık. Asteğmen bizden de acemi. Tankımız sabaha kadar çalıştı. Sabah, Silopi'den Özel Harekât ile komutanımız da geldi. Komutan, "inşallah ceset vardır, yoksa jandarmaya rezil oluruz" dedi. İnsan, hayvan ya da domuz, katır olsun, yeter ki bir canlı olsun. Özel Harekât aşağıya indi. Asteğmenle birlikte heyecanla bekliyoruz. Bir şey vuramadıysak, ceza alma durumu da olabilir. Bir merminin maliyeti o zaman 30 milyondu. O gece, devletimize, ordumuza 350-400 milyonluk zayiat verdik. Vurduklarımız katırmış. Sekiz-dokuz katır telef oldu. İnsan olmasın da canlı olsun. Aslında, terörist olmasını istiyoruz da... Askerliğimin bitmesine dört ay gibi bir zamanım kalmıştı. Komutan yine izne göndereceğini söyleyince, istemedim ama mecbur. Doğu'da böyle. Tekrar izne geldim.
Dönüşte, yeniden İdil... Gabar Dağının eteklerindeki Sulak Köyünün yanındaki karakola gönderiliyorum. İdil Jandarma'da kaldığım gün Fındık taburundan teskere alan askerler geldi. Adamlar yeni doğmuş gibi sevinçli, sivili çekmişler, bayram yapıyorlar. Kendi kendime, "o günlerimizi görecek miyiz" diyorum. O esnada, o mutluluğu yaşamak isterdim. Sulak karakolu tehlikeli mi, değil mi bilmiyorum. Bir arkadaş ranza gösterdi. Asker temizdir, ama görevde temizlik aramanın imkânı yok. Arkadaşlar yatıyor, "sen de yat" dediler. Battaniyeyi bir açtım, beyaz nevresim hep bit. Buradaki bitler gibi değil oranın biti. Toprak biti, aynı karınca gibi. Çarşaf denecek bir yanı da yok. Bitleri bir kıyıya çektik, uzandık. Karakol için, "pek bir tehlike yok ama görüntü alıyoruz" dediler. Akşam beşte giriyoruz tankın içine sabah beşe kadar sohbettir, teyp dinlemektir geçiyor. Askerlikte ne konuşulur? Tabii ki kızlar... Doğu ile ilgili, "bir kurtulsak da gitsek" diyorduk. Yani Doğu'yu ağzımıza bile almak istemiyorduk Bir de, bazı şeyleri sivilde yapamamaktan pişman oluyorsun. Sevgilim vardı, sağolsun, 15 ayım onun sayesinde bitti. Askerden sonra da mecburen ayrıldık. Bir sevdiğinin olması lazım. Bir telefon geldiğinde, moral düzeliyor. Tank taburundan teskeremi aldım. Hemen aklıma, İdil'deki o gece Fındık taburundan terhis heyecanı yaşayanlar geldi. Demek ki o mutluluğu yaşıyabilecekmişim. Ben de o bayram gününü yaşadım. Sivilleri çektim. Vedalaştık. Taburdan da çıktım. Gözümden yaş akmaya başladı. Askerde hiç ağlamamıştım. Taburdan ayrılırken ağladım.
İlk günlerde uyuyamıyordum. Askerde gecem gündüzdü, gündüz de gece. Döndüğümde, "iki-üç gün deliksiz uyumak istiyorum," dedim.
İlk 10-15 gün insan kendine gelemiyor. Burada, özgürsün bir anlamda. Uykumdan ansızın uyanabilirim. Eskiden, affedersiniz ama, eşek gibi yatar eşek gibi kalkardım. Şimdi ufak bir seste, kapı açılmasında, bir tıkırtıda uyanırım. Sese çok duyarlıyım, eskiden değildim. Dizlerim hâlâ ağrıyor. Romatizmadan. Tankın içinde, aynı pozisyonda, 12 saat soğukta oturuyorduk. Oranın, soğuğu çoktu. Halen geceleri sevmiyorum. Gündüzleri seviyorum da akşamın olmasını hiç istemiyorum. Askerlik insanı değiştiriyor. Askerden önce, sokakta bir kıza laf atıyordum. "Şişt nasılsın?" mesela. Şimdi atamıyorum. İstiyorum ağzımdan ses çıkmıyor. Askerlik insanı ağırlaştırıyor. Geçenlerde İstanbullu bir asker arkadaşım geldi, sanatçılara müzik sistemi kuruyor. İdil Piyade Taburu'nda Mustafa Keser konser verecekmiş, görev vermişler, gitmemiş. "Fırsat gelmiş, insan özlemez mi?" dedim. "Gidesim gelmedi" dedi. Askerlik yaptığım yerleri sevmiyorum, ama özledim. Aşk nefret ilişkisi gibi. Nöbet tuttuğum yerleri, arkadaşlarla oturup çay içtiğim masaları, yemekhanesini, tankları bile özledim. Televizyonda tank çıkınca yerimde duramıyorum. "Benim tank çıktı" diyorum. Tankın üzerindeki malzemeleri sayabiliyorum, hâlâ unutmadım. Heyecanlanıyorum. Sinirli olduğum kadar duygusalım da. "Mehmetçik" programında bir anneyle oğul kavuşuyordu. Onları seyrederken doyasıya ağladım.
Sistemin değişmesi lazım. Bu partilerin kapanıp yeniden parti açılmasını istiyorum. 24 sene olmuş anamdan doğalı, bildiğim insan Demirel hâlâ televizyonda. İnsin de, yeni bir yüz görelim. Bitirirse, bu işi askeriye bitirir. Orada insanlar manyak mı, deli mi? Ne amaçla uğraşıyor? Evinizde, kışın, soba başında çorbanızı içseniz, çayınızı demleseniz... Böyle rahatlık varken ne işin var karda kışta, bitin pirenin içinde dağda? Dağa çıkmak, bence boş... Oranın zengini çok zengin... Ağa, altında son model bir araba, arkasında beş-altı silahlı adam. Hesap soramıyorsun. Karakol komutanına geliyor. Ne konuştuklarını bilemiyoruz. Bilgi alıyor, bilgi veriyor. Bu aşiretin kalkmasını istiyorum. Bir kişi beş-on köye hitap edebiliyor. Devletin içinde devlet, öyle değil mi? Oranın halkını hiç sevmiyorum, çok gıcığımdır Kürde... Buradakiler için, "Allah" diyorum, bir laf deseler de bir dövsem. Bizim burada bin dokuz yüz kaçlarda Serik Olayı oldu. "Serik'e it girer, Kürt giremez" diye bir slogan vardı. Biz o zaman ufaktık. Serik'in insanı farklı. Serik deyince bir dururlar. Ben yörüğüm. Bizim buradaki 77 milletten insanı kabul ederim ama Kürtleri hayatta kabul etmem. Eninde sonunda bu Kürtler Türkiye'ye sahip olurlar. Aile planlaması var, batıda iki ya da üç çocuk. Git Doğu'ya, bir kadın on bir-on iki çocuk doğurur. Kadınlara da yazık Türkiye'ye de...
Domates, salatalık, pamuk, tahıl, buğday ekeriz. Yılın on iki ayı çalışırız. Sonuç, yakası kirli gömlekler. Ama mutluyum, gururluyum. Niye gururluyum? Çalışıyorum ama param yok. Neden? Sesimizi duyuramıyoruz. Bir-iki gazeteye göz gezdiriyorsun... Akşam filmlere bakarız, habere mabere. Yani güncel olayları takip ederiz. Doğu'da askerlik yapmayı gerçekten istedim, yaptım da... Ölmesin, kimse ölmesin, ölüm olmasın. Türkiye'nin her tarafı bizim. Batısı da bir, doğusu da... Ama terörist korkusunu yenmek, o sivrisineklerin burunlarını kesmek lazım.
Yağmur fırtınası her yanı ekmiş
Herkes evinde bir biziz dağlarda kalmış
Islanan elbise vücudumu sarmış
Gel de isyan etme bir kış gecesine
Ateş diye bir söz çıktı dilimden
Silahlar çalıştı daha sözüm bitmeden
Boğuştuk saatlerce soğuk demeden
Gel de isyan etme kış gecesine
Ah dostlar yaşadığımız düşman başına
Üç arkadaşı benzettiler nişan taşına
Daha gerdek gecesini görmeden bile
Gel de isyan etme bir kış gecesine
Bu şiiri, Güneydoğu'da bir arkadaşım yazmıştı. Hiç unutmam, unutmak da istemiyorum. (Kasım 1998, Serik-Antalya)
1974, Serik-Antalya doğumlu. Lise 2'den ayrıldı. Çiftçi. Ağustos 1994'te Ankara Etimesgut Zırhlı tümene teslim oldu. Kasım'da Urfa'daydı. Üç oğlan, iki kız kardeşin en küçüğü. Bekâr, "kız arıyorum," diyor.

ASKERLİK KAÇMAKLA BİTMEZ, GÜNÜNÜ DOLDURMAYLA BİTER
Eğitimde, "gel, aslan gibi şunu yap, uçağın kargo bölümünde değil iç bölümünde dön, hostesler sana ikramda bulunsun" derler. Genelde şehit haberleri arşiv yapılmıştır. Nasıl oldu, nasıl öldü falan. Kurtalan'da da aldık o bilgiyi, çoğu asker çarpışmanın dışında, mevzide uyuyarak şehit oluyor...
İlk gittiğim gün bir yatakta üç kişi yattık. Geriye bakınca, şunu hatırlıyorum: "548 gün biter mi?" Çünkü daha iki günü geçmişti. Yürürken, koşarken, yemeğe giderken marşlarımızın hepsi kahramanlık türküleriydi. İki, üç gün uykusuz kalıyor, soğukta üşüyorsun. "Niye uykusuz kalıyorum, niye sürünüyorum" diye düşünüyorsun. Affedersiniz, "şerefsizler için" diyorsun. O şekilde alıştırıyorlar. "Torpil aramadım" diyen yalan konuşur. Ben buldum, "yüzde 90 Ankara, yüzde 60 Samsun" dendi. Marşlar söylenirken ben gülüyordum. "Vuracağız, keseceğiz biz geliyoruz/ Taş üstüne taş, omuz üstünde baş bırakmayacağız" dendikçe, "siz gidin, bırakmayın, ben nasıl olsa ya Ankara'dayım ya Samsun'dayım" diyordum. 9 bin kişi dağıtım olduysa, en az 8 bin 500'ü komple Doğu'ydu. Eğitimde, "aslan gibi şunu yap, uçağın kargosunda değil içinde dön, hostesler sana ikramda bulunsun" derler. Şehit haberleri arşivlenmiştir. Pek silah eğitimi almadık. Aşağı yukarı 25-30 civarında mermi harcadım.
"Siirt" dediler. Siirt neresi? Annem de babam da çok etkilendi. Siirt'e gittim, beni Kurtalan'a revir sorumlusu olarak gönderdiler. Normal jandarma eriyim, sıhhiyecilik sınıfım yok. İğne, tansiyon ölçme, serum takma işlerini bilmem olumlu karşılandı. Aslında jandarmanın reviri yoktu. Ben öğlen içtimaından önce, hasta askerlerin listesini nöbetçi astsubaya verirdim. Karşıdaki komandoya muayene için gider, ilaçları eczaneden alır, dönerdik. Karakol komutan yardımcısının odasında bir dolabım, bir de yatak gibi bir şey vardı. Serumları askerin kendi yatağında takardım. Asker uykusuz geziyor. Bünye de zayıfsa her türlü hastalıkla kapıda bekliyor. Kurtalan ekspresinin tren korumasında da görev aldım. Bahar operasyonları başlayınca, Şubat-Mart ayı itibariyle Ağustos sonuna kadar asker uykusuzdur. Dört saatlik uykuyla gün bitirir. İlk korkum nevruz. Beni Kurtalan mevziine yazdılar. Ateşler yakılıyor. Usta askerler, "bugün sağ çıkarsanız, daha bir şey olmaz" dediler. Nevruz ilk nöbetimdi. İlk dolu, emniyeti açık silahla nöbete çıkıyorum. Nöbete 6'da çıkardılar, 9'da alacaklar. O gece, bizi nöbetten çekeceklerine, her üç saatte bir kişi daha gönderdiler. Ondan sonra gece pusu timleri geldi. Ancak sabah beş gibi istirahata geçtik. Betereci dediğimiz bir uzman çavuş vardı, 1988 ya da 1989'da komple timini kaybetmiş. Askeri çok severdi. Nöbette uyuyana tutanak tutmaz, "hadi aslanım uyan" deyip çekirdek verirdi. Çavuş bizi rahatlatıyor, gevşememizi sağlıyor, çok gevşeyince, "fazla gevşemeyin" diyordu. Askerlik çok garip, insanın aklına ölüm gelmiyor. Sadece sabahı düşünüyorsunuz. Şu andaki eşim, o zamanki nişanlım askerde beni ayakta tuttu. Nevruzdan sonra operasyonlar başladı. "Duyum var" denilirdi, mevzie giderdik, izli mermileri görürdük. İşin gerçeği ciddi bir çatışmaya girmedim.
Er olarak gittim, bir iki ay zaman içinde kendimi sevdirdim. O yüzden, onbaşılık diploması geldi. Son iki-üç ayda askerleri nöbete kaldıran, nöbet mevzilerini kontrol eden çavuş kolluğu tuttuk. Asker uyandıktan sonra, on beş dakikada uyumaz da on altıncı dakikanın garantisi yoktur. Kritik günlerde uyku yaptığı için kürk giymek yasaktı. İnce giyineceksin, üşüyeceksin, koşturacaksın. Bizde koruculuktan gelen üç-dört asker vardı, onlar kendi memleketlerinde askerlik yapıyor. Pusuya giden asker olsam onlarla gitmeyeceğimi kendilerine söyledim. "Size güvenmiyorum" dedim. "Biz de vatan çocuğuyuz" derlerdi.
Bizim birlikten şehit olmadı, bu şanstı. Bir gün köye baskın oluyor. Muhtar haber verince, timden üç-dört kişi gidiyor. O gün bir şey olmuyor. Ertesi gün tekrar baskın oluyor, köylü vuruluyor. Muhtarın hanımı, oğlu orada öldürülünce PKK'lıyı vuruyor, öldürüyor, sonra kafasına kazık çakıyor. Bizim tabip askerlerle o kazığı çıkardı, pamuk doldurduktan sonra gömdü. 150 günden sonra şafak tutmaya başladım. Dolabımın kapağındaydı her gün bir çapraz atardım. Asker, komutan "ateş et" dediği için ediyor. Biz, 20-22 yaşımıza gelmişiz, vatan borcumuzu tamamladık, döndük. Askerliğimin bitmesine az kalmıştı. Hiç köy aramasına gitmediğim için kendimi özellikle yazdırmıştım. Kurtalan'da tam yol kavşağında yol araması vardır. Listeler dağıtılır, aramalar yapılır. Şüpheliler beş on dakika bekletilir. Gerçekten şüpheliyse arabadan indirilir, arabası bağlanır. Yol aramasını almaya giden timde muhafızlık yaptım. Kimliğe bakmak formalite. Aranan üç ya da dört kişidir. Asker bu isimleri ezberler. Bir gün nizamiyede nöbet tutarken bir adam geldi, şuna bir bakıver diye... Yeşil kart, kimlik işlemleri gibi işlerde karşıda jandarma olduğu için köylü gelirdi. Belgeler karakoldan onaylanırdı. İlgilendik. Üç beş gün sonra aynı adam "yataklıktan" geldi. Nedir, kalaşnikof bulunduran direkt PKK damgası yer. Hemen gözleri bağlı Siirt'e gönderilir. Ondan sonra bizi izlediklerine inandım. Yaşlılar gelir, "tabii amcacığım" falan deriz, üç-beş gün sonra suçlu olarak gelir. Suçlu olduğu bilinmiyor aslında. Köyün şikâyeti oluyor.
Çoğu asker çarpışmanın dışında, mevzide uyuyarak şehit oluyor. Çoğu insan PKK mayınıyla sakatlanabiliyor. On kişi sakatlanıyorsa, belki bunun biri-ikisi de askerlerin kendi yerleştirdikleri mayınlarla. Yerleştirilince nerede hangi mayın var diye proje yapmak lazım. Karakol komutanları iki senede bir değişir. Bu sürede mayınlar yenilenmediyse, giden komutan da projede bildirmediyse mayınlar orada kalır. Denk gelirse...
Şu anda beni askere alsalar gene Doğu isterim. Doğu'daki paylaşım çok farklı.
Askerin mevziden dışarıyı gözetlemesi lazım, ama içeriyi gözetliyordur. Niye? Dışardan gelen ya beni öldürür, ya da ben onu. İçerden gelen rütbeliyi öldüremem, o da beni öldüremez, tutar askerliğini yakar. Rütbeli, ceza vermesinden dolayı düşman olarak görülüyor. Ceza vermese, dayak olayı, o da olmadı hakaret. Askerde, "dayak yemedim" diyen yalan konuşur. Acemi birliğinde de, usta birliğinde de, grup halinde de, tek tek de dayak yedim. İlkin dayağı, küfrü çok kafaya takıyordum. Sivilde hiç tahammülüm yoktu. Oradaki 18 ayı hiç yaşanmamış kabul ederim. Botun bağı dışarıdadır dayağı yersin. Yatak yapılmamıştır, herkes elini açmıştır. Tüfeğin el kundağını çıkarır, herkesin eline şak şak vurur. Rütbeliyle savaş, yani rütbelinin dediğini yapacaksınız. Doğayla savaş... En güzel verdiğimiz savaş akreplere karşıdır. "Yazın uyuma PKK gelir, uyuma akrep ısırır" denir. Akrep timimiz vardı. Üç dört kişi toplu akrep arardık. Oranın akrebi süründürmüyor, öldürüyor. Sekiz-on saniye içinde müdahale edeceksiniz. Gece görüşlerde on dakika dışarıyı gözlesek iki-üç dakika akrep, böcek var mı diye mevziinin etrafını gözlerdik. Çok üzücü bir olay yaşadıysanız, o an, "ne işim var burada" diyorsunuz, "benim yerim burası mı?" Ama oranın şartlarına uymak zorundasınız. Askerlik kaçmakla bitmez, gününü doldurmayla biter. Kendinize bu şekilde telkin ediyorsunuz.
Şimdi askerliği düşününce, ilk aklıma gelen acemi birliğine girişim. Arkamı döndüğümde babamı görememiştim. İkincisi, Nevruz'da ilk mevzide bulunmam. En güzel gün terhis günü. Sivilleri çıkarır ütülersiniz. Gece 12'de askerlik biter, gece çıkışı olmaz. Gece 12'den sonra banyonuzu yapar, tıraşınızı olursunuz, sabaha kadar oturursunuz. Uyunmaz. 25-30 tane hatıra defteri vardır, tek tek onları yazarsınız. Son iki-üç gün o ısmarlamalarla geçer. Nizamiyeden çıkıldığında bitiyor. Batman'dan uçakla Ankara'ya gittim. Oradan otobüse bindim. Samsun'dan karşılayacaklar. Tonya'daydı herhalde. Bir sigara yaktım, o zaman otobüste sigara içme yasağı yoktu. Dışarıda biri zıplaya zıplaya gülüyor. Küçük kardeşim. Babamlar oraya kadar gelmişler. Sigaramı içememiştim. İki üç ay tam alışamadım. Zaten hemen evlilik hazırlıkları başladı. Uyuyamıyordum. İçim kıpır kıpırdı. Askerlik bende heyecan bıraktı. Önceye göre daha çok okumaya başladım. Nerede ne olmuş ne bitmiş izliyorum. İzi mutlaka kalıyor, yani hâlâ oradasınız. Biri bir olay anlatıyor, pat aklınıza geliyor. Basın hem abartıyor hem eksik yazıyor. Bize haber gelmişti, dokuz ya da on şehit var diye. Televizyonlarda üç şehit diyor. Karşı tarafta dört ölü varsa, 14'tür ya da 24'tür. Askerin sayısı düşürülür, karşı tarafın sayısı yükseltilir. Önceden bir asabilik vardı. Onu istiyorsam mutlaka olacak. İtiraz yok. Şimdi tam tersi, yani şöyle, kişiliğime ya da aileme herhangi bir hakarette bulunulursa bire bir karşısındayım. Onun dışında ufak bir şey olduğunda bağırma çağırma pek yok, daha sakinim. Askerlik mi olgunlaştırdı, bilmiyorum. Yaşam benim için hep değerliydi, herkes için değerlidir. Vatan üzerinde yaşanılan birtakım şeyleri birlik olarak ya da tek olarak paylaştığımız, hayatımızı devam ettirdiğimiz bir yer. Askerlik herkesin vatan borcudur ama... Niye gidilir? Askerlik yapılmadan ne evleniliyor ne iş kuruluyor. Hiçbir şey yapılmıyor. Vatan aşkıyla olsaydı 20 yaşında giderdim 23 yaşında gitmezdim.
Öncelikle, yavaş yavaş da olsa OHAL diye bir şey kalmaması lazım. Askerde biz de Özel Tim görünce ürktük. Hepsi kafasında bandana, devletin polisi olayından çıkmış, tamamen savaşçı kimliklere bürünmüş, Rambo kılıklı heriflerdi. Halk bunlardan korkuyor. Aslında tüm görev halka düşüyor da, onun gücü de yetersiz kalıyor. Bire bir sıkıntıyı, çileyi çeken oradaki insanlar. Silahların konuştuğu savaş belki biter. Oradaki insanların içindeki savaş, geçim sıkıntısı, işsizlik bir savaşın basamaklarıdır. O yüzden halk bilinçlendirilmeli, bilgilendirilmeli, yani o insanların sadece PKK'ya endeksli olmadıkları gösterilmeli. Kesinlikle kurşun sıkmayla, adam öldürmekle, askerin vurulmasıyla karşı tarafın vurulmasıyla bitmez. Oranın kültürüyle yaşıyorsa niye benim kültürüme boyun eğsin ki? Tabii ki kendi kültürüyle yaşayabilir orada. (Temmuz 1998, Samsun)
1972, Samsun doğumlu, liseyi bitirdi, konfeksiyoncu. İki kız kardeşi var. Babası diş teknisyeni, annesi emekli. Kasım 1994 - Ocak 1996 arasında, askerlik hizmetinin acemi bölümünü Birecik Jandarma'da, usta birliğini Siirt Kurtalan'da yaptı.

TÜRKİYE'NİN TERAZİSİ EŞİT DEĞİL
Şimşek çakınca kendimi bisikletten dümdüz asfalta, yere atmışım. Şimşek sesi silah sesi gibi geldi. Millet bana gülüyor. Ayağa kalktım, ben de kendime gülmeye başladım.
Terhis oldum, geldim. Kendimi çok büyük bir boşlukta hissettim. Uyku uyuyamadım. Taşların arasında bir saat, yarım saat uyku 24 saat uykudan bile daha tatlı geliyordu. O uykuyu, o yaşamı özledim. Normal bir yatakta rahat edemedim, yerde yattım. Bu hayat bir buçuk sene devam etti. Otobüsten indim, bütün insanları terörist olarak karşıladım. Orada gördüğüm sivil halk ya terörist ya da teröriste yataklık yapan kişi. İçlerinde iyileri de çok. Sivil halkı görmüyorsun, çarşısını görmüyorsun. Dağlardasın, iki üç ayda bir iniyorsun. Bir sıcak çorba içene kadar zaman doluyor, tekrar dağa çıkıyorsun. Her gün çatışma, ne bileyim, rezil bir hayat. Her gün her saat ölümle burun buruna. Kurtulup buraya canlı, normal bir halkın arasına girince insanların hepsini PKK görüyorsun. Değil ama, psikolojik olarak böyle görüyorsun. Aptal gibi bir halim var. Her an bana kurşun sıkılacak gibi sağa sola bakıyorum. Dağ görünce, "terörist karşıda, bize ateş ediyor" diyorum. Köyde bahçede geziyorum. O taşın altından terörist kalkacak, bu taşın altından terörist kalkacak. Bazen kendimi, siper diye yere atıyorum.
Terhisten üç ay sonra işe başladım. Bir gün yolda yürüyorum. Şimşek çakınca kendimi bisikletten dümdüz asfalta, yere atmışım. Şimşek sesi silah sesi gibi geldi. Millet bana gülüyor. Ayağa kalktım, ben de kendime gülmeye başladım. Gündüz de düşünüyorum da, gece daha başka tabii. Hafif canım sıkıldığı zaman kafam bir gidiyor. "Herkes terörist, alayım silahı, herkesi öldüreyim" diyorum.
İnsanlığın bittiği yer orası. İnsanlıkla hiçbir alakan yok, afedersin, vahşi bir hayvan olmuşsun. Nedenine gelince her gün çatışma, her gün ölü kişiler; ölmüştür, yakılmıştır, işkence yapılmıştır. Açsın, susuzsun. Ekmeğini ıslatıyorsun, taşla kırıyorsun, yiyorsun. Az bir su bulursun, simsiyah. Üzerine mendil seriyorsun, içiyorsun, içmek zorundasın. Üç dört ay duş alamadık. Afedersin, kirlendik, duş alamadık, su yok. Saç sakal birbirine karışıyor. Önüne kim gelirse gelsin, hiç gözünü kırpmıyorsun. Hayatımda insan ölüsü görmemiştim. Orada insan ölüsünü, bütün işkencesini gördüm, yakılmasını, işkencesini, her şeyini... Sivil hayatta insanı jiletle kıymalık yapsalar, kılım kıpırdamaz. Katılaşmışız orada. Bazılarının rüyalarından çıkmaz ama benim hiç tüyüm kıpırdamıyor. Oradaki ortam rüyalarımdan çıkmıyor. Bu akşam rüyamda çatışıyordum, çatışmadaydım. Yanımda arkadaşlarım şehit düştü. Dağda keklik avına çıkınca, keklik avlamayla bitiyor değil mi? Kekliğin anaçlarını vurunca yavrulama yapmıyor. Terör de aynı. Devletin içindeki başlarını veya terörün liderlerini aldın mı, dağdaki kişilerin avlanması çabuk olur. Devletimizin elinde dünyanın haritası vardır. Haritaya göre, her suyun başına bir tim asker koy. Açlıktan ölmez ama susuzluktan insan haliyle ölür. Su içmeye gelecek. Vur gitsin, suyun içine zehir at, bir şeyler yap. Önemli olan başındaki liderleri almak. Terör örgütünün bitmesini istemeyenler devletin içerisinde.
Dönmemi annem çok duygusal karşıladı. Teyzemi, amcamı tanıyamadım. Kardeşimi tanıyamadım. "Tanımıyorum" diyorum, "nasıl tanımıyorsun" diyorlar. Çok rezil bir hayat, yani insan hakkı yoktur. Bugün terörist köye gidiyor, kundaktaki çocuğu işkence yapıp öldürüyor. Sağ salim yakalanınca cezaevinde besliyorlar. İnsan hakkı varmış... Ölen ailenin insan hakkı nerede? Onun hakkı nasıl ödenecek? Ödemiyorlar. Bir milyar parayla bu insan hakkı ödenmez. Benim insan hakkım yok. Hakkım oradaki silahımdır, kendi kendimi korurum. Adam sana, "sür, tepeye çık" der. Tepede ölürsen şehitsin. Kendi hakkını kendin savunuyorsun. Çok iyi hatırlıyorum. Diyarbakır Kulp'a akşamüstü vardım. Silah verildi, gece yattık. Saat 4'te "kalk alarmı" çalındı, saat beş gibi çatışmaya başladık. Acemiden yeni gidiyorsun, araziyi tanımıyorsun, hemen çatışmaya gidiyorsun. O çatışmada iki üç arkadaşım kafayı yedi. Kendimi kaybetmişim. Kaç çatışmaya girdiğimi sayamam. Bir gün girmesem öbür gün girmişimdir. Hiç nöbet tutmadım, dağda hep pusudasın, nöbettesin. Çok rezil bir hayattı ama hâlâ gurur duyuyorum. Şu andaki işim çok güzel, geliri de güzel. Şu gün çağırsınlar, bütün işimi bırakır giderim. Özel Harekât için müracaat ettim. "Lise mezunuysan gel" diyorlar. Yahu, kardeşim sen beni ne yapacaksın, daktilo mu yazacağım, bilgisayar mı kullanacağım? Beni arazide kullanacaksın. Kafam çalışıyorsa, orda görev yapmışsam, ne araştırıyorsun lise mezunu mu diye? İlkokul mezunu milletvekilleri var. İbrahim Tatlıses, "milletvekilliğine adaylığımı koyacağım," diyor, bu adam da ilkokul mezunu. İlkokul mezunu milletvekili oluyor da, bir gariban köylü çocuğunu ilkokul mezunu diye Özel Harekât'ta devlet için savaşmaya almıyorlar. Bugün, Güneydoğu'da hiçbir zengin çocuğu yoktur, hepsi gariban. Benim birliğime çok zengin çocuğu geldi, ikinci gün aynen geri... Evet rezil hayat, ama ben hâlâ orayı istiyorum, ortamı özlüyorum. Televizyonda görünce, "keşke ben de olsam" diyorum. Orada vatan millet için savaşacaksın. PKK'nın kökünü bitirmek için savaşacaksın. Benim için en büyük gurur. Burada pisi pisine ölmektense orada vatan millet için şehit olayım daha iyi. Hiçbir sanatçı hiçbir zengin çocuğu yoktur Güneydoğu'da. Yani vatan sevgisi daha çok yoksullarda var. Vatan meselesinde çok bir gariplik var zaten. Televizyonlarda, "vatanım milletim," diyor, niye askerlik görevi çıkınca kaçamaklık yapıyor. Örneğin Tarkan askere gitmemek için bazı şeyler uyduruyor. Operasyona git. Çatışmaya git de göreyim senin vatanı milleti sevdiğini. Politikacılar karar veriyor ama hiçbir marifetleri yoktur, marifet askeriyenin elinde. Terörle mücadele eden kahraman Mehmetçiktir. En basiti, bir milletvekili çatışma esnasında bir helikopterle gidip de niye kontrol yapamıyor? Milletvekili camiye arkasında sekiz-on korumayla giriyor. Sen Allah'ın evine, camiye giriyorsun. Seni koruyacak olan zaten Allah, niye korumayla giriyorsun? Orayı görmeyen kişiler inanmıyor, masal gibi dinliyorlar. Vatan millet için git istediğin kadar savaş, toplumda sana değer veren olmaz. "Benim için mi yaptın, vatan için yaptın" deyip geçiyor adam. Devlet de ilgilenmiyor tabii. Çok fazla eşitsizlik var; Türkiye'nin terazisi eşit değildir. Paralı taraf ağır basmıştır.
İçimde savaş veriyorum. Bunu, oradan gelen arkadaşlarımla paylaşıyorum. Ben 12-13 yaşından askerlik çağıma gelene kadar, "komando olsam" diyordum. Kalbimde ne varsa hepsi çıktı, gittim yaptım geldim. Manisa Kırkağaç'taki eğitim çok iyiydi. O eğitimle Diyarbakır, Muş, Batman, Siirt, Bingöl, Kuzey Irak'a kadar gittim. Döndükten üç ay sonra tekrar Güneydoğu'ya gittim. Korucu arkadaşlarım bana baktılar. Korucu arkadaşlarım suçu hep devlette buluyorlardı. Arazileri var, ekemiyor. Akşam teröriste, gündüz askere ekmek veriyorlar. Savaş hayatında yaşıyorlar, ölümle yaşıyorlar. Bir hafta on gün dolaştım. Güneydoğu'da misafire verilen değer hiçbir yerde yok. Oraya git, "selamünaleyküm" deyince köşeye oturtur, çay içirmeden bırakmaz, misafirhanede yatırır, paran yoksa biletini de alırlar. Akdeniz'de çayı, kahveyi bırak, "selamünaleyküm" de, selamı da alan çok nadir.
Müslüman ise herkes kardeştir. İçinden beş kişi çıkıyor, dağda PKK'lık yapıyor, "Kürdistan devleti" diyor, bunun bedelini bütün Kürtler ödüyor. Kürt diye iş vermiyorlar, dışlıyorlar. Niye yatırım yapmıyorsun, okul yapmıyorsun? Çocuklar cahil kalıyor. Ben gitmeden orayı Alanya gibi düşünmüyordum, mahrumiyet bölgesi olduğunu biliyordum ama hakikaten mahrumiyetmiş. Doğayla iç içesin, dertlerini doğayla paylaşıyorsun. Zaten kafayı yemişsin kendi kendine konuşuyorsun. Doğayla mücadele ediyorsun. İlk kez orada kar gördüm.
Gitmeden çok normal bir insandım. "Sen kız mısın?" derlerdi. Öyle olgun, sakin... İçkim, sigaram, kumarım hiçbir şeyim yok. Gittim geldim, insanlıkla ilişkim kesilmiş. Türkçem zayıflamış, yobazlaşmışım. Oranın ortamı her şeyi köreltiyor, hayatı köreltiyor. Önce sevgilim vardı. Artık sevgili istemiyorum. Yalnız kalmak, yalnız yaşamak istiyorum. Bir de sevgiliye zaman ayırırsam bunalıma girerim. Kendimi ölüme en yakın on metrelik bir çatışmada hissettim. On metre arasında el bombasıyla çatışıyorsun. Komutan şehit oldu. Yaralanan oldu. Vermeden alamazsın. Şerefsizlerin elinde olan muhabere cihazı Türkiye'nin elinde yok. Bu Kürtçülük, Türkçülük ayrımı olmasın, eşitlik olsun. Oralarda insanlar tahsilleşsin, iş sahaları açılsın. Batı bölgesi nasılsa orası da öyle olsun. Oranın da çok doğal güzellikleri var. Oraya da turizm akını yapılsın. Çocuklar okula gitsin. Çalışmak isteyen çalışsın. Herkes Türk vatandaşı Türk bayrağının altında, Türk dili konuşarak yaşasın. Eşitlik olsun, Kürtçülük, Türkçülük ayrımı yapılmasın. Herkes eşit bir dünyada yaşasın.
1974, Alanya doğumlu, ilkokul mezunu. Üç kız, üç oğlan altı kardeşin iki numarası, babası çiftçi. Acemi birliği Manisa Kırkağaç. Komando. Askerlik yıllarını tam çıkaramıyor, 1994-1995 arası diye tahmin ediyor. Turizm işinde çalışıyor.


ASKERE GİTMEMEK İÇİN ALTERNATİF OLSA GENÇLERE ANLATIRIM
Mesela Dardanel, devlet bunu askere yolluyor. Dardanel ton askere yasak, subay astsubay yiyecek. Askerlere markasız barbunya...
Güneydoğu'ya gitmek istiyordum. Savaş için çok şeyler söyleniyordu, görmek istiyordum. Merak vardı. İlk gün ağladım. Saçımın kesilmesi, bir üst devrenin veya astsubayın, rütbelinin sana karşı davranışları insanı bitiriyor. Biz de o anlamda yenik düştük. G3 kullandık, MG3 ve lav eğitimi aldık. Üç aylık eğitim, o kadar olur yani. Gece terörle mücadele eğitimi veriliyordu. Dinledikçe, daha çok merak etmeye başlıyorum.
Üç aydan sonra izne gittim, dönüşte İstanbul Ümraniye. Eğitimin orada gene başladığını görünce, "tamam" dedik, gidiyoruz. Taburun yarısı da orada... Trendeyiz, mühimmatla beraber Siirt'e gidiyoruz. Gece yolculuğu yasak, duruyoruz, gündüz devam ediyor. Yolculuk altı yedi gün sürdü. Tedirgin oluyoruz. Tren çok uzun, saldırı çok kolay. Kurtalan'da trenin işi bitiyor, oradan araçlarla. Siirt'te Piyade Taburu. Güçlükonak'a gideceğiz. Orada karakol yapılacak. Güçlükonak'a girer girmez önde detektör mayın araması yapıyoruz. Mayınlar çıkmaya başlayınca, araç mayınları, personel mayınları bu sefer korku başladı, ayak atamıyoruz, bir yere gidemiyoruz. Olduğumuz yerde kaldık. Köylere gitmeye başladık. Bizim yüzbaşı ile birlikte köylülerle sohbet ediyoruz, piyadeyle köylülerin arası iyi. Köylü, "Jandarma geliyor vuruyor, Özel Tim geliyor vuruyor, PKK geliyor, 'niye vatan hainliği yapıyorsunuz, ispiyonculuk yapıyorsunuz' diye vuruyor," diyor, soruyor: "Komutanım, nereye güveneceğiz, ne yapacağız?" Gerek gerillanın yaptığı yanlışları, gerekse devletin savaşı ısrar ettirmesinin yanlışlığını anlamaya başladım. Bir büfe var orda, geliri Binbaşıya ait, bir kola 200 bin lira. Maaş kolaya yetmiyordu. Mesela Dardanel, devlet bunu askere yolluyor. Dardanel ton askere yasak, subay astsubay yiyecek. Askerlere markasız barbunya... Arkadan nöbetçi askere görünmeden sürünerek çadıra giriyor, Dardanelleri alıyordum, dağıtıyordum. Dardanel daha güçlü olduğu için askerin ayakta durması için ihtiyaçtı.
İlk nöbetim... Güçlükonak'a çıktıktan sonra hâkim tepeler vardı. Sen ayakta duruyordun, ben yatıyordum. Ben duruyordum sen yatıyordun, hiç aşağıya inmiyorduk. Korku oluyordu bazı kere. Karşıda çatışmalar oluyordu, izli mermileri görüyorduk. Acaba buraya doğru sızdı mı? Veya uyuyup kaldım da bir an uyandım da, işte ne oldu, acaba biri yanaştı mı, bir şey oldu mu? Bir an uyuduğun için karşını göremiyorsun, korkuyorsun. Ben direkt çatışmaya girmedim. Bizden önceki tim çatışmaya girdi. Bir uçaksavarcı arkadaş öldü, piyade. Biz sadece sıkıştırma görevi yapıyorduk. Jandarma giriyordu. Mesela bölgede gerilla göründü, haber veriliyor, hâkim bölgeye giriyoruz, bize doğru yaklaşınca ateş açıyoruz, jandarma havadan helikopterle iniyor, çatışmaya giriyor. Biz Güçlükonak yolunda mayın araması yapıyoruz, araç gelirken mayına basıyor. Araç tahrip oluyor, ama ölen yok. O sırada Güçlükonak'tan bir kadınla yaşlı bir amca hastaneye gidiyorlar, yürüyorlar yani. Asker araçtan iniyor, direkt amcayı vuruyor, tabii ölüyor. Biz mayın taraması yaptık, dinleniyorduk, patlamayı duyduk, gittik, kadın ağlamaya, ağıt yakmaya başladı. Bu patlayan yerde önce mayın aramasını yapmıştık. O mayın, nasıl yerleştirildiyse, aradığımızda detektör ötmedi. Detektör plastik mayında ötmüyor, öyle detektörler var ki her yerde ötüyor, ne yapsan ötüyor, mayın olmadığı halde ötüyor. Bozuklar yani. Bu ateş açmaların asker arasında dedikodusu oluyordu. Heyecandan dolayı asker iniyor direkman ateş ediyor. Mesela ben avcıydım, mağaraya yaklaşmıyoruz, uzman çavuş, "mayın at oraya" diyor. Ben de atıyorum. İçerde ne olduğunu bilmiyoruz. Bazen boş çıkıyor, bazen silah çıkıyor ama yanmış oluyor. Köy aramaları olmuyordu, insan yok. İnsan varsa, o köy boşaltılıyor, yakılıyor. Cami bile yaktık. Eruh'un arkasında bir köy, ismini unuttum. Orada 30-35 tane ev vardı. İnsanları evlerden çıkarttık. Genellikle oranın korumasını alıyoruz, kuşatıyoruz. Üst rütbeli, köylülere "köyü boşaltacaksınız" diyor. İki-üç timle beraber köyün içerisine giriliyor, insanlar dışarı çıkarılıyor, arama yapılıyor. Adamlar, kadınlar, çocuklar ayrılıyor. Erkeklere, "burada durmayacaksınız, PKK'yı destekliyorsunuz, onlara yiyecek veriyorsunuz" deniyor. İnsanları şehre sürüyorlar, Siirt'e gidiyorlar. Halk ne diyecek? O anda eşyalar çıkıyor meydana. Sonra iki tim giriyor, arama yapıyor, boşaltma yapılıyor, sonra yakılıyor yıkılıyor. Benzinle tutuşturuluyor, kenarlardan falan yanıyor. Köy yanarken seyrediyoruz. Görüyoruz, zaten yakın arazi, biz korumadayız. Merakımın bütün cevaplarını orada buldum. Devletin bunu sürdürmek istediğini görüyorum. Çünkü devlet oradaki insanlara sahip çıksa, kültürel, dil, ırk yönünden sahip çıksa, yaşamsal şeylerini iyileştirmeye baksa savaş olmaz. Ben yalnız bir tanesine, bu anlattığıma katıldım. Siirt'te, Eruh'ta, Pervari'de, Güçlükonak'ta, Taşkonak'ta devamlı geziyorduk. Kırmızıtepe operasyonu vardı. 1994'te büyük bir operasyon. O operasyonda, bizim askerlerin büyük bölümü gitti. Biz köylerde evlerde kaldık. İki ev boşaltıyorduk. "Burada kalacağız" diyoruz, muhtar tahsis ediyor. Eşyalarımızı oraya koyuyoruz. Uzman çavuş veya astsubay kalıyor orada. Biz tim olarak hâkim bir tepede kalıyoruz. Ev toprak, fark etmiyordu, postalla falan...
Ben hiç PKK ile karşılaşmadım ama telsize girdi. Kurmay binbaşı teslim olmaları için çağrıda bulunuyordu. Onlar da, "asıl siz teslim olun" diyor. Tabii binbaşı küfür ediyor. Onlar, "sen askersin, küfür etmene gerek yok" diyor. Geçmişte, "PKK" diyordum, şimdi netleşmiş şeyler var, gördük, yaşadık. Devletin oradaki haksız savaşından dolayı gerilla diyorum. Kürtlerle ilgili bir merakım yoktu. Laz, Çerkez, Ermeni nasıl oluyorsa Kürt de öyle oluyordu. Askere gitmeden Gündem gazetesi vardı, devamlı Güneydoğu'da neler oluyor yazıyordu, tabii o da bir taraftır. Bildiğim halde okuyordum. Başka gazeteleri de okuyordum ama onlar Güneydoğu'da ne olup bittiğini sadece "çatışma oldu, şu kadar insan öldü" diye yazıyordu. Bir gün, yaşlı bir adamı PKK'ya mühimmat yiyecek taşıdığı için katırlarla beraber sürükleyerek getirdiler. Adam kabul etmiyordu. Belli değildi, iki un çuvalı katırın sırtında yakaladıkları için, sen bunu PKK'ya götürüyorsun. Adamı kollarından halatla bağlayıp sürüklediler. Yaşı altmışa yakındı, oradaki insanlar çok ezildiği için yaşını bilemezsin. Adam bağırıyor, ağlıyordu.
Pusu atılan yere gerillanın inmesi intihardır. Bu Güçlükonak olayını* gerillanın yaptığına inanmıyorum. Yapsa zayiat verir, bir çatışma olur. Karakolun orada olmadığını say, tepelere her zaman pusu atılıyor. Karakolu korumak için tepelere çıkıyorsun. Köyü korumuyorsun ki, bulunduğun bölgeyi koruyorsun. İki-üç tim çıkıyor her iki tepeye. Gerillayı onların görmemesi imkânsız. Halk piyadeden memnundu ama mesela jandarmadan, polis ve Özel Tim'den memnun değildi. Devamlı dayak atıyorlar.
Oraya gitmemden önce düşmanımı bilmek istiyordum. Şimdi, sorgulamayı tamamladım. Düşmanım kim? Hâkim sınıflar yani, kim olacak? Çok savaş var. Psikolojik olarak kendinle mücadelen var, karşıdakiyle mücadelen var. Taraf olsan da olmasan da bir yerlerde duruyorsun, o anlamda kendini koruman gerekiyor, artı biraz tarafsın, karşıya zarar vermek istemiyorsun. Mesela Dardanel ambargosu var, onu yeme mücadelesi. Savaşın en zoru orada bulunmak, savaşa bir taraftan destek olmak. Yani devamlı seninle var olacak, kendi iç savaşın. O çelişkiyle devamlı hesaplaşacaksın. Taburda bir arkadaş şehit düştü. Biraz kahraman birisiydi, devamlı atılıyordu, vurulması pek sürpriz değildi. Vurmak, PKK'yı geri püskürtmek, kelle almak onun için çok gurur verici şeylerdi. Çoğu asker üzülmüştü, ben bir insan öldü diye üzüldüm.
94'te bizi sıkıştırma amacıyla üç buçuk dört ay sonra Lice'ye gönderdiler, piyade taburuna katıldık. 15-20 gün kaldık. Olaylar olduğunda yoktum. Çatışmaya katılan arkadaşlarla sohbet ettik. Orada PKK'nın başarması imkânsız. Orası Özel Tim'in, jandarmanın koruması altında olan bölge. Paşa vuruluyor, sonra Lice yakılıyor. Operasyonda bizi jandarma istiyor. Bize, "gideceksiniz şu bölgede sıkıştırma yapacaksınız veya konaklama yapacaksınız" deniyor. Zaten piyadenin işi bu, devamlı yürüyoruz. Bizim olduğumuz zaman Lice'nin içinde çok az sayıda insan kaldı, çok az. Köye, Lice'ye inmiyorduk. Hâkim tepelerde oluyorduk.
Orayı düşündüğümde ilk aklıma arkadaşlarım geliyor. Onlarla paylaştığım ekmek, işte o Dardanelleri çalıp dağıtmam, çorap vermiyorlardı, çorap çalıyordum, dağıtıyordum. Döndüğümde burada, Tonya'da, insanlar ne olduğunu merak ediyordu. PKK'nın ne yaptığını, bizim ne yaptığımızı, köy boşaltmaların nasıl olduğunu, savaşın nasıl sürdüğünü anlattım. Döndüğümde uyuyamıyordum. Biz askerde gündüz uyuyorduk, gece ayakta oluyorduk. Dönünce geceleri devamlı geziyordum. Gece saat bire kadar arkadaş bulsam gezerdim veya oturup sohbet etmek isterdim. Askere gideceklere gitmemek için alternatif olsa anlatırım. Yapı olarak, kafa olarak değiştim. Bu savaşın kimler tarafından sürdürüldüğünde, beslenenlerin kimler olduğunda daha netleştim. Subaylar savaşın sürmesini istiyorlardı, güzel para kazanıyorlar. Tehlikesi var, kendini çok uç noktaya atanlar ölüyor. Astsubay bizimle pusuya gelmez, uzman çavuşu yollardı. Asteğmenler devamlı askerle gider, askerle arkadaş gibidir. Ölebileceğimi hiç düşünmedim. Bir kere korktum. Nöbette ben uyuyordum, arkadaş kolluyordu. Sonra ben kollayacaktım. Uyumuşum. Bir anda uyandım. O an korkmuştum. Hiç müzik dinlemiyorduk, dinleyebilsek Grup Yorum'dan Dersimin Dağları'nı dinlemek isterdim. (Temmuz 1998, Tonya-Trabzon).
1973, Tonya doğumlu. Ortaokuldan ayrıldı. Lokantacılık yapıyor. Ağustos 94'te askere gitti, Manisa'da acemi eğitimi aldıktan sonra piyade, avcı olarak Siirt bölgesindeydi, Kasım 95'te döndü.
ÇOCUĞUM OLSA KESİNLİKLE ASKERE GÖNDERMEZDİM
Aile gurur duydu. İmam, "üzülmeyin" dedi, "Allah şehitleri cennete gönderir". Yolculuk çok kötü değildi, arabada cenaze olduğunun pek farkında değildim. Bir yabancılaşma sanki.
Kış ortası, üşüdüm, cenaze sığmadığı için arabanın arkasını açık bırakmıştık.
Samsun'dan dağıtım sonrası Edirne'ye gittim, iki gün sonra da Van'a gitmek beni bayağı korkuttu. Bir de kalp rahatsızlığım var. Rakım yüksek olduğu için tıkama yapıyor, halsizleştim. Samsun'da bütün gün, rap, rap, rap yürütüyorlar. Sağa dön, sola dön. Çatışmaya yönelik düzenli savaş, haç şeklinde saldırma gibi teorik bir şeyler öğretiyorlar. Kurada Doğu çekenlere ikinci bir eğitim verdiler, silah konusunda daha tecrübelendiler. Batı çektiğim için, "işiniz bitti" denmişti...
İlk gece bir kıyamet koptu. Herkes bir şeyler görmüş bir yerlere ateş ediyor. Aslında bir şey yok. İkinci gece karşı tepedeki askerler bizim tepeye ateş ettiler, askerlerden birini vurdular. Birileri görüntü aldığını, birileri de bir şey olmadığını söylüyorlardı. Ertesi gün görüntü alınan yerde bir grup kadın ot topluyorlardı. O kadınların kadın olmadığını çok sonra anladık, ama onlar hiç ateş etmediler, karşıdan bizimkilerin ateş ettikleri kesin. O gece bir üsteğmen yaralandı. Ben çatışmadan çok uzaktaydım. Mermiler uçuşuyor uzakta. Işıklarını görüyorsunuz, vurulmadan ne olacağını anlayamazsınız gibi geliyor.
Daha sonra karlar eridi, taburun daha yukarıya çıkması gerekiyordu. Yukarı çıkınca iyice halsizleştim. Biz üç doktorduk, çadır revirdeydik. Yukarı çıkınca toprağı dozerlerle kazdılar, roket gelmesin diye çadırlar toprağın içine kuruldu.
Biz ikinci bölük olarak çıktığımız gece, "herkes görüntü aldık" diyor. Askerler o kadar panik ki... Herkes, "iki kişi eğilmiş gidiyordu" diyor... Sabahleyin o iki kişinin aslında bir eşek olduğu, taburun etrafında dolaşan eşeğin sürekli tarandığı ortaya çıktı. Eşek de vurulmadı, vuramadılar. Bir süre sonra ben iyice halsizleştim, tabur komutanı "seni Edirne'ye göndereceğim" dedi. Sevindim tabii... Sonradan, fikir değiştirince Van'a gittim. Asteğmenler orduevinde kalamıyormuş, otelde kalmaya başladım. İyice bir otel, parasını da ben veriyordum. Bu altıncı ayda falan. Doktorlar izne çıktıkça, ben yukarı çıkıyordum.
Bir çatışmada ölen askerlerden birini köyüne götürdüm. Daha önce de bir asker, asteğmenin silahını temizlerken kazayla kendini vurmuş. Asteğmenin silahını vermesi yasak ama... Asker silahı temizlerken mermileri boşaltıyor, "tetiğe nasıl girecek" diye bakarken mermi gözüne giriyor ve parçalanıyor. Onu da Maraş'a götürdüm. Bu tür işlere bakıyordum, bir de taburun ihtiyacı olan şeyleri, ne de olsa yabancı bir tabur ve Van'daki birlik her ihtiyacı karşılamıyordu. Taburumdan bana, "şu lazım" diye telefon açıyorlardı. İzne gidecek askerleri yolluyorlardı, uçak bileti sağlıyordum. Rütbeli dolaşıyordum. Zaman zaman korkuyordum. Gece yürürken yanından bisikletli biri geçiyor, küfür ediyor, bir şey diyemiyorsun. Silah da taşımıyordum, kullanmayı bilmiyorum. Acemide tabanca ile bir kere atmışım, yani kullanamam da.
Kış geldi, tabur yine aşağıya indi, Başkale'ye yerleşti, birkaç kere sivil minibüsle gittim, geldim. Sarışın olduğum için insanlar asker olduğumu anlıyorlar. Askerler zaman zaman el bombalarıyla oynuyorlar, patlıyor, elleri parçalanıyor tabii. Üç kişinin böyle eli parçalanmış, bir de mayına basan askere baktım. Taburdan beş kişi mayına bastı, biri teğmendi. Bunlar örgütün mayınları, plastik, topuk koparan deniyor, detektör de algılayamıyor. Asteğmenin silahıyla vurulan askeri önce Ankara'ya, oradan Adana yoluyla Maraş'a götürdüm. Maraş'taki bir Kürt köyüydü. Asteğmen çok iyi bir çocuktu, askerlik yapmaya karşı bir insandı, yıkılmıştı. Askerin ailesi oğullarının asteğmenin silahıyla kendini kazayla vurduğuna inanmadılar, Kürt olduğu için "siz vurdunuz" dediler. Allah'tan oraya ilçe jandarmanın aracıyla gittim. Aile tabutu açmak istedi. Ayrıca bana saldırabilirlerdi, teşebbüsleri de oldu. Asker hemen ölmemişti, Van'da birkaç gün yaşadı. 100. Yıl Üniversite hastanesinde yatıyor, tek ben varım yanında. Yoğun bakımın kapısında insanların yakınlarını bekledikleri gibi bekliyordum. Sorumluluk duyuyorsunuz, götürmeniz gerektiğini düşünüyorsunuz. İtiraz da edemezdim. Aileden en az 20 kişiye olayı ayrı ayrı anlattım. Bu durumda şehit olmadığı için maaş da bağlanmıyor. Taburun kantin gelirinden aileye iki yüz milyon kadar bir para gönderildi. Çatışmada ölen ikincisini de memleketi Erzurum'un bir köyüne götürdüm. Van'dan götürecek araç bulamadık, steyşın vagon bir taksinin arkasında götürdüm cenazeyi. Hesapta bize yollarda eskort yapacaklardı. Ama 30 km sonra bıraktılar, biz de bastık gittik. Erzurum'a geldik, köy 200 km uzakta şehirden. Gece boyunca gittik. Neyse sonuçta ilçeyi bulduk ve ilçenin jandarma karakolunda kaldık. Ertesi gün landlarla köye gittik. Köy bir felaket, sanki kayalarla yapmışlar, okul yok, elektrik su var mı? Emin değilim. Türk köyü. Onlar, "şehit oldu" diye neredeyse sevindiler. Askerlerle birlikte, ilçe jandarma komutanı geldi. Havaya ateş falan ettiler. Şehit töreni. Aile gurur duydu. İmam, "üzülmeyin," dedi, "Allah şehitleri cennete gönderir". Yolculuk çok kötü değildi, arabada cenaze olduğunun pek farkında değildim. Bir yabancılaşma sanki. Kış ortası, üşüdüm, cenaze sığmadığı için arabanın arkasını açık bırakmıştık. Rütbeliler cenaze taşımaya yanaşmıyor, nedense korkuyorlar. Hoş değil ama birinin yapması gerekiyor. Ben pek dini inançları olan biri değilim, hatta hiç inancı olan biri değilimdir. Çok güçlük çektim, namaz kılmak gerekiyor, hayatımda namaz kılmamışım. Kenarda durdum, çok antipatik oldu. Tabur komutanı cenaze namazı kılmadığımı bilmez. Bilse, bir daha göndermez. Aslında askerler de kılmadı ama ellerinde silahları var, bende yok. Sivilim, asker gibi yanlarında durdum. "Asker dövülmüyor" deniliyor, ama aslında çok kötü dövülüyor. Tabur komutanı, kızdığı bir astsubay asker döverse hakkında tutanak tutuyor, ama kendi de dövüyor ya da sevdiği bir astsubaya karışmıyor. Astsubaylar çok kişiliksizler, haklılar da. Orduevleri ayrı, ikinci sınıf insan muamelesi görüyorlar askeriyenin içinde.
Mesela tabura malzeme getiren biri vardı, taburdan para kazanıyordu ama örgüt ona hiç dokunmuyordu, muhtemelen örgütü besliyordu. Bir kısır döngü. Sen adama veriyorsun, adam örgüte veriyor. İşte adamın askerleri de beslediği haberleri geliyordu ama, direkt şahit olmadım. Oradaki Jandarma komutanı korucuları atamaya yetkili. Bu insan, kimi zaman oradaki korucuları değiştiriyormuş ve ilk maaşlarını alıyormuş gibi hikâyeler anlatılıyordu. Mesela 1000 korucu var orada, adam ay sonunda onunu işten çıkarıyor, yeni 10 tane çağırıyor, "ilk maaşınızı bana vereceksiniz" diyor.
Bir mevzi kazıyorsun, bütün gece orada bekliyorsun, yağmur başlıyor, mevzi de dolmaya başlıyor. Emir gelene kadar çıkamıyorsun, yani suyun içinde bekliyorsun. Çok kötü, bir süre sonra uyuşuyorsun, hissetmemeye başlıyorsun. Korucular mevzide değil, açık havada yatıyorlardı. Sanki ne zaman çatışma olacağını biliyorlardı. Mesela görüntü alınacak, daha hiçbir şey yok. Korucular hemen ateş etmeye başlıyorlar, öyle olunca herkes birbirine ateş ediyor. Sonra korucuları yanımıza almamaya başladık, çok daha huzurlu olduk. Çünkü ortalığı karıştırıyorlardı. Bulunduğum yerde iki köy var, arada dere ve köprü, kavgalı oldukları için bir kilometre arayla iki okul dikilmiş, çok da fakirler. Taştan şeylerin içinde oturuyorlar ve tembeller. Yani çalışmıyorlar da, en azından toprağın bir bölümünü ekebilirler. Van'a gidip yerleşmeyi tercih ediyorlar. Ama Van'da kiralar İstanbul gibi, ev yok.
Çatışmaya girsem en pasif yerde kalmayı tercih ederdim herhalde. Belki de kaçardım. Pusuya çıkınca, en emniyetli yer teğmen ya da üsteğmenin yanı olduğu için orada duruyordum. Daha üst rütbeli hiçbir zaman çıkmıyor yukarıya. Sağlık ekibi takım komutanına bağlı. Komutanların bazıları çok insancıl, bir süre sonra da kaçıyorlar, istifa ediyorlar. Bazıları da fazla milliyetçi, kelle alalım, kulak koparalım cinsinden insanlar. Arada büyük bir uçurum var. Asteğmenlerle askerlerin arası iyi, doktorlarla daha da iyi. Mesela bizim taburda kardeşi PKK, kendisi de bir zamanlar PKK'da bulunmuş askerler vardı. Büyük bir çelişki tabii. Belki kardeşi kardeşe vurduruyorsun sonuçta. Mesela taburun etrafı mayın döşeliydi, gelip bizim mayını ters çeviriyorlar ya da gece mayını söküp götürüyor, bize karşı kullanıyor. Mesela bizi üç ay boyunca izlemişler. Telsiz konuşmalarında, tabur komutanıyla "kaç kere kanasın ucuna geldin biliyor musun" diye dalga geçiyorlardı.
Askerde çok kitap okudum. "Doktorlar" kitabımı doktor arkadaş çantasında çatışmaya götürmüş, çantasını PKK çaldı. Sonra arazide dolaşan ekip kitabı buldu, atmışlar. İnsan orada çok milliyetçi oluyor. Gene de "kafasını koparalım, kulağını keselim" diye düşünmedim. Negatif bakıyorsun, "pis Kürt" falan diyorsun. Şimdi daha farklı ama gene de Kürtleri çok sevdiğimi söyleyemem, Lazları da pek sevmem. Belki de askerlik yüzünden, çünkü askerlik öncesi öyle gelmiyordu. Belki de, "onlar yüzünden askere gittim, bunları yaşadım" diye. Toplum savaşanları kahraman gibi görüyor, ama ben kendimi öyle görmüyorum. Sarıyer'de yapana, "sen de askerlik mi yaptın" diyorlar. Bu puan getiriyor, ama kesimden kesime değişiyor. Burjuva kesimde, " kerize bak, askere gitmiş" derler, halk, "helal olsun, adam gitmiş askerliğini yapmış" derler. Bu da çelişki. Jandarma Özel Harekât devamlı çatışma içinde olduğundan çok daha sinirli ve agresif oluyorlar. İşsizler askerlik bitince uzman çavuş olarak kalıyorlar. En çok onlar eziyet ediyor, şiddet kullanıyor. Onlar astsubaylardan da kimliksiz. Van'da bana ulaşmak her zaman kolay olmadığı için cep telefonu aldım. Mesela taburun jeneratörü bozuluyor, koca jeneratörü tugaya bırakıyorlar, nasıl alıp götürüp tamir ettireyim? Yalvar yakar tugaydan araç isterdim, yükleyecek asker gerekli, kimse beni dinlemiyor, benim askerlerim değiller. Özel işim gibi Van'da kalmanın bedeli buydu.
Kış şartları çok kötüydü. Arkadaşlarım izne gidecekti, dağa çıkmıştım, yaşadığım en kötü zaman oydu herhalde. Bir askerin üzerine yıldırım düştü. Yani yıldırım tele düştü ve telden ilerledi, asker çarpıldı, ölmedi ama akli dengesi çok kötü oldu, saçları yandı. O gece kötü bir tipi, arkasından dolu, kar yağışı, arkasından da çadırlar çöktü ve çadır reviri bile en büyük olduğu halde, darmadağın oldu. Tamamen suyun içinde kaldık. Bütün eşyalarımı önceden tedbirimi alıp yüksek yerlere kaldırmıştım. Çok da tişört, iç çamaşırı falan gibi şeylerim vardı, askerler pusudan sırılsıklam döndüler, her şeyimi onlara verdim. Bana bir şey kalmadı, ama koyun koyuna yattık. Bu farklı bir şeydi ve hiçbir rütbeli öyle yatmazdı. Yani tabur komutanına karşı maksimum yetkimi kullanmaya çalışıyordum. Böyle şeylere sıcak bakmazdı, aradaki mesafeyi korumak gerektiğini düşünürdü. Sıhhiye birliği olarak on iki askerime yetecek kadar eşyam vardı. Onlara yaralı taşımayı, enjeksiyon yapmayı, damar açmayı öğrettim. Bir bölümü eğitimli oldu. Bir tane sağlık memuru vardı, o geldiğinde de iyiydi. Askerlikle ilgili hatırladığım en kötü şey dağdaki bu gece. İşte çadır yıkılmış, altındayız. Aslında her taraf yatak, ama üstümüze kar gelmesin diye yatakların altında yatıyoruz. Üzerine yıldırım düşen arkadaşımızı da yatağa bağlamışız. İyi olarak hatırladığım şu: İlk gün o tepeye çıkmıştık. Aramın çok iyi olduğu yüzbaşıyla, belki o da ateistti, kahvaltı ediyorduk. Güneş yeni doğuyordu, doğa çok güzeldi. Aslında doğa da çok çetin. Askerin üzerine yıldırım düşmesi ne demek, hayal bile edemezdim. Orada düşerken gördüm. Onu hastaneye götürdük, akıbetini bilmiyorum. Van'da olduğum için ayağı kopan askerlerin ziyaretlerine gidiyordum, onlarla kimse ilgilenmiyor ve oradan bir süre sonra GATA'ya sevk ediliyorlar. Çok kötü bir manzara. Düşünsenize bir odaya giriyorsunuz, kimsenin ayağı yok. Mayın. Genelde parmaklar kopuyor, topuk kalıyor. Askerler hep ağlıyorlar, o dönemde bir şey konuşamıyorsun, çok akut bir dönem. Teselli etmeye çalışıyorsun, "iyi olacak" diyorsun, ama bir şey olacağı yok. Karşı taraf da mayından zarar görüyor. PKK'nın hastanesi olduğunu biliyorduk. Oraya kimse giremiyordu. Bir kere Bolu komando mu ne girmiş, çok büyük hasar alarak çıkmış. Yani, PKK orada içtima alıyor, eğitim yapıyormuş. PKK mayın döşemeyi tercih ediyor, çatışmaya girmek istemiyor. Doğal değil mi? Sizden daha güçlü biriyle karşılaşmak yerine, onu devamlı yıpratmaya çalışırsınız. Tabii, en büyük silah mayın. Mesela Parmaksız Zeki (Şemdin Sakık) diye biri oradaydı, adam her tarafa mayın döşeyip duruyordu. Yakalandı galiba, gazetede gördüm.
İstanbul'a dönünce kendimi çok boşlukta gibi hissettim. "Ne yapacağım" diye bir süre dolandım ortalıkta. Çocuğum olsa kesinlikle askere göndermezdim. Yani bir şekilde yurtdışına, oraya buraya gönderirdim ama askere göndermezdim. Askerden önce Güneydoğu'yla çok fazla ilgili değildim. Oradaki olayların ancak %40'ının falan gazetelere geçtiğini gördüm. Rant sağlayan bir grup savaşın bitmesini istemiyor. Biteceğine de inanmıyorum. İki taraf da bir uzlaşma bulamıyor. Kimse masaya oturmaya yanaşmıyor. Kıbrıs meselesine benziyor. Yani ilk önce Kıbrıs'ı bir tanısınlar, ondan sonra tartışsınlar.
Dönerken askeri şeyleri bıraktım, bazılarını attım. Yatıyorsun, kalkıyorsun, yatağa giriyorsun bir buçuk yıl boyunca aynı elbise. Annem belki benden daha kötü geçirdi, devamlı savaş hikâyelerini dinliyor. Halbuki ben orada bir şey yaşamıyorum. Otelde olduğum zamanlarda rahattı ama dağa çıkınca rahat değildi. Kız arkadaşımdan askere giderken ayrılmıştım. Askerlik günlerini insanlar devamlı soruyorlar ama kimseye anlatmadım. Askerliği kaybedilmiş bir zaman olarak görüyorum. O yüzden de anlatmıyorum. Hayatımda hiç yaşanmamış bir bölüm. Toplum ne olup bittiğini dinlemek istemiyor değil de, merak etmiyor, çok fazla umursamıyor. Her gün gündemde ama, pek çok şey var her gün gündemde olan ve gene de herkes duyarsız kalabiliyor. Türk insanı birçok şeye karşı duyarsız. Bu da onlardan biri. Bir kez "Anadolu'dan Görünüm"ü seyrettim, dün akşam da "Mehmetçik"e baktım. Saçma sapan şeyler gösteriyorlar, mağaralara el bombası atıyorlar, böyle şeyler gösterildiği gibi olmuyor. Asla gündüz çatışmaya girilmiyor, daima gece. Tamamen mizansen. Buraya gelince oradaki her şey ve oradaki insanlar unutuluyorlar. Kürt olsun,Türk olsun, Ankara'nın batısına geçtiği zaman orasını orada bırakıyor. Kimse onu çözmeye uğraşmıyor.
1967, İstanbul doğumlu. 1992'de Tıp Fakültesini bitirdi, biri oğlan, biri kız iki kardeşler, annesi öğretmen, babası muhasebeci. 1995 Şubat- 1996 Mayıs günlerinde yaptığı askerlik hizmetinin ilk eğitim bölümü Samsun'daydı. Sonra kurada Edirne'yi çektiyse de, hemen Van'a gönderildi. "Askere gitmeyenleri devlet memurluğundan men edecek bir kanun çıkacak diye hemen askere gittim," diyor, "ama öyle bir kanun da çıkmadı."

EMRİ VERDİM ASKERE, KÖPEĞİ VURDURTTUM, BAŞKA YOLU YOK
Asıl akla gelmeyen sektörler savaştan çok fazla çıkar sağlıyorlar. En fazla gelişen sektörlerden biri konserve sanayii. Dağda asker de konserve yiyor, gerilla veya terörist denilen vatandaş da. Birbirlerine kurşun atacaklar, belki, aynı balığın yarısını o yiyor, yarısını öbürü.
Patnos'ta Uğur Mumcu'nun askerlik yaptığı yerde görevlendirildik. Başka türlü giremeyeceğimiz bölgelere girebilmek ve olayları yaşayarak görebilmek gerekiyor tabii. Artık silahlar konuşacak. Asteğmen okulunda MHP'liler, BBP'liler, gönüllüyüz hikâyesi yapıyordu ama Trakya çıkınca sevinmişlerdi. Bizi, "en az yarınız Doğu'ya gidecek, en az beş altınız ölecek" diyerek o psikolojiye adapte etmeye çalışıyorlardı. İlk günden arkadaşlarımı buldum. İnsanları okudukları dergiden, gazeteden ayırt edebiliyorsun. Gittiğimde Gazi olayları yeni yaşanmıştı. Hasan Ocak'ın* ölüm haberi geldi, onun kız kardeşinin yakını bir arkadaş ağlamaya başladı. Bir arkadaş, "orada savaş, şöyle böyle" deyince bir komutan, "nasıl savaş dersin" diye çıkıştı. Çocuk, "özür diliyorum, düzeltiyorum," dedi, düzeltti. Ben, "düzeltmiyorum" dedim. Annem, babam tedirgin, torpil aradılar, olmadı. Önce Erzurum'a gittim, üç gün araba bekledim, Ağrı'ya dört otobüs biz yeniler gidiyoruz, karşıdan teskeresi bitenler geliyor. Araçlara resmi bayrakların üzerine MHP bayrakları takılmış, kurt selamları falan beni çok tedirgin etmişti. Patnos'a indiğimde akşam olmuştu, sabaha göreve başladık. Gecekondu gibi bir misafirhane, yaşam koşulları hakikaten vahim, nevresimi falan kendi paramızla aldık. Asteğmen arkadaşa, "bu yaşama tepki koyma şansımız yok mu?" diye sordum. "Biri söyledi, soluğu karakolda aldı" dedi.
15 gün sonra geçici olarak bir karakola gönderildim. Patnos'u 5 km geçiyorsun, kayalar arasında bir yer, iki taraftan da 5 km. ilerden araç görünüyor, ama o bölgeye giren araç görünmüyor. PKK adına da çok eylem yapılmış, herkes biliyor; bombalayacaksa, tarayacaksa, rüşvet alacaksa PKK adına yapmışlar, yolları kesmişler, insanların ziynetini almışlar... PKK da reddetmemiş, üstlenmiş. Doğu Beyazıt'a indim, sivil vatandaş olarak minibüsle Iğdır'a, daha sonra, karakola, bölük merkezine gittim. Bölük komutanı benden genç üsteğmen, söylediği şuydu: Sizin demokratik düşüncelerinize katılıyoruz ama askeriyede geçmez. Bayağı sertti. "Ermenistan sınırında görev yapacaksınız, gece sabaha kadar kalıyorsun" dedi. İlk akşam astsubay kılavuzluk yaptı. İki akşam sonra, araziyi tanıyınca kendi başıma askerle araziye çıktım. Askerin hepsi uyuyor, bir tane sağlam yok... "Hiçbir akşam bir şey olmadı" deyip uyuyorlar. Sabahtan akşama kadar uyusan da, uyku basıyor ya da hayallere dalıyorsun, uyanıksın ama uykudasın. Bir gün araziyi dolaşırken çıplak yerde pusu attığımızı fark ettim. Asker burada gerçekten satrançtaki piyon. Vurulsun, silah sesi çıksın ki, birinin geçiyor olduğunu hissedelim. Bir gece bir sigara ışığı hissettim, "bu taraftan ateş gelirse, siz şuraya, siz şuraya..." dedim. Bir tanesi, "ateş edeyim mi" diyor. "Pusuya giderken, silaha mermi vermeyin" diyordum. Dinlemiyor, anlamıyor, silahı patlatıyor. G3 silah, nasıl tutacağını bilmiyor, eğitim hikâye. On dört saat duruyor, "sınırdan kimse gelip gidiyor mu" diye gözetleme yapıyor. Elinde değil, uyuyor, uyuyacak. Komutan onu uyurken yakalayınca cezalandırmayı iş sayıyor. Ben uyandırıyordum, önce korkutuyordum, psikolojik etkisi olsun diye, "yandın" diyordum. Sonra çay getirttiriyordum, "hiç kuşlarla sohbet ediyor musun?" diyorum. O da tabii, içinden, "bir manyak komutan geldi," diyor. Sonra alıştılar, doğayla ilgilenmeye başladılar. Şiir de okudum, temizliği öğrettim. Hepsi bit içindeydi. Banyo saatini tamamen kaldırdım, soba devamlı yanacak. Arazi parasıyla temizlik malzemesi alıyordum. Ne kadar çarşaf falan varsa hepsini kaynattırdım. Parasını kendim verip motorla odun kestirdim. Askeri bitten kurtardım. Aşçılarına yemek yapmayı, servis yapmayı biraz öğrettim.
Bir sabah BTR zırhlı araçla sınır boyunca gidiyorum. Baktım, çalılık bir bölgede, insanların sırtlarında çalı kaçışıyorlar, ölecekler neredeyse. "Durun kaçmayın" dedim ama kadınlar Türkçe anlamıyorlar. "Kolay gelsin" diyorum, yüzüme bakmıyor. "Buraya gelin" diye sert bağırınca, mecbur koştu geldi. "Ben görevli olduğum müddetçe," dedim, "istediğiniz zaman odun alacaksınız." Böyle deyince, "önceden hem odunlarımızı alıyorlardı, hem de bizi dövüyorlardı" dediler. Sınır bölgesi, yasaklanmış, başka yerden odun bulma şansı yok. Bir gün, köyden, "bize merhaba dedi, gelsin çayımızı içsin" diye beni çağırdılar. Köylü buna bile hasret. Teğmen, bitişikte samanlığı olan vatandaşın evinin çatısına, sormadan, karakolun su deposunu koyuyor. Depo taşıyor, samanı ıslatıyor. Köylü, "neden böyle yapıyorsunuz, hayvanımın yiyeceğini ıslatıyorsunuz" deyince, 20-22 yaşındaki teğmen 40-50 yaşındaki adamı dövüyor. Köylü şikâyet etse, yukarıdan "iyi yaptınız" diyorlar. Bu köy 50-55 haneli, ötede 400 hanelik bir Kürt köyü, arkada karışık 70-80 hanelik olan köy de Nahcivan-Iğdır yolunun altında kalıyor. Üst taraftaki köyler ve yaylalar boşaltılmıştı. Teğmen dövüyordu, biraz da psikolojik yapısı bozuktu. Aynı teğmen askeri de çok sert dövüyordu. Ben tavrımı koyunca dövmeyi bıraktı. Bir gün, teğmen elinde balıkla geldi, "ziyafet çekeriz" dedi. "Nereden aldınız?" dedim. Sazan balığı, vatandaş Aras nehrinden tutuyor. "Yasak ama vatandaş vurulmayı göze alarak balık tutuyor, yedi-sekiz kişiyi doyuracak bir balık, boğazımdan geçmez" dedim. "Umurumda değil," diyor. Karakolun köpekleri vardı, köylünün de kazları, ördekleri. Köylü kazın etinden yumurtasından faydalanıyor, köpek gidip köylünün kazını yiyor. Bunlar gülüyorlar köylüye. "Vur emrini" verdim askere, köpeği vurdurttum, başka yolu yok. Kendim vurmaya kalktım, kıyamadım. Askerlerle oturup ülke üzerine sohbet etmeye çalışıyordum. Hemen vurulmanın bir anlamı olmadığını anlatıyordum. Silah tutmasını bilmiyor, okuma-yazması yok, gün sayıyor. Bir ay sonra Patnos'a döndüm. 24 Aralık seçimleri yaklaşıyordu. Tankla kasabada dolaşarak halka "biz buradayız" diyoruz. Seçimlerde, cumadan görevlendirilmeler başladı, aşağı yukarı 60 saat çalışma. Isı eksi 20 dereceye kadar iniyor, askerleri zaman zaman ısıtmak için Karayolları binasına getiriyordum. Baktım, uzman çavuş, mazotu toprağa dökmüş, harıl harıl yakıyor. Biri uzaktan tarasa, hepimiz meydandayız, ateşi söndürttüm. Gece polisin zırhlı aracında MHP marşı çalınıyordu. Nöbetçi amiri yüzbaşı da tabii rahatsızlık duyuyor. "Marş çaldırtmam" dedim. HADEP'lilerin sadece seçim büroları vardı, propaganda yapma şansı yok, korkuyor, toplanamıyor. İnsanlar HADEP'e oylarını verdiler ama seçimden sonra tamamen HADEP çıkan köylerin durumunu gördük. Özgürce mi HADEP'e oy verdiler, o da başka. Seçim akşamı, askerler kablo kasalarını kırmış yakmışlar, arada haber seyrediyoruz, seçimle ilgili yorumlar yapılıyor. "Herkesin seçime girmesi lazım, HADEP'in de" dedim. Baktım uzman çavuşlar MHP propagandası falan yapıyorlar. Dışarı çıktım, askerin birine, "gidin çağırın uzman çavuşlarınızı" dedim. O arada biri arkamdan küfür etmiş, "bunu döveceğim" demiş. Geldiler, "kim bu emri veriyor" dediler. "Ben" deyince, aynen "siktir ol git" dediler. Bir el hareketi yaptılar, kimseye tokat atmış değilim ama el hareketi yapınca vurdum indirdim aşağıya. Bir yumruk salladılar, yere kapandım. İkisi giriştiler, ben sadece yüzümü kapadım. "Beni dövdünüz," dedim, hata ettiklerini anladılar. Polisler de ayırmadılar, kaçtılar. Burnumdan kan gelince tugaya bildirdim. Beni Tugaya götürmek için bir gün önce MHP marşı çalan polis zırhlı aracı geliyor. "Sizi kim gönderdi," dedim, "kurmay başkanı" dediler. Kurmay başkanının bildirmesi gerekir, aksi takdirde görevden ayrılamam. Ambulansla revire gittim, 10 günlük adli rapor aldım. Revirde yatarken benden savunma istiyorlar. Savunmayı verirken ceza kâğıdını gördüm: "Şu tarihte savunmanızı almıştım, işte maaş cezasına çarptırıldınız." Daha savunmamı almadan kafadan yazıyor. Tugay komutanı, "asteğmeni 10 gün içeri atın" demiş, "10'ar gün de onları atın, bu iş kapansın". Askeri ceza yasasını açtım, dilekçe yazdım. Dilekçemde, "olay askeri mahkemeye intikal etmek zorunda, kamu davasıdır" dedim. İş savaşa döndü, ama uzman çavuşlara gerçekten acımaya başladım. İlk mahkemede tutuklanmışlar, affedeyim diye ağabeyi, babası arıyor. İfadelerinde, "yaşasın HADEP" diye bağırdığımı söylemişler. Beni, "öldüreceğiz falan" diye tehdit ettiler.
Yaş günüme tekabül eden günde Küçük Ağrı Dağı'nda Sultantop karakoluna görevlendirildim. 1992'de PKK vadiden gelerek bu karakolda 21 kişinin kafasını kesmiş. Askerler silahların iğnelerini sökmüşler, uzman çavuş pusuda ateş etmemiş, yani karakol içerden satılmış. Asteğmenin cinsel organını da kesmişler, ağzına koymuşlar. Vahşet yaşanmış orada, sekiz asker İran'a geçmiş. PKK 300 kişiymiş. Daha sonra karakollar, yollar açılıyor, güvenlik alınıyor, çatışmalar en aza indirgeniyor. Bahsettiğim Kürt köyünde hepsi köy korucusu aşağı yukarı, soyadları aynı. Adı köy korucusu ama her işi yapıyor, kaçakçılık, PKK'lı geçirme gibi. Vatandaş ihtiyaç fazlası bir çuval unu getirmeye kalktığında el konuyor. Aşiretten olursa kimse bir şey demiyor. Aşiret bir çuval unu 100 dolara PKK'ya satıyor. Patnos'ta on bin asker var. Patnos'un eski nüfusu kadar, şimdi 75 bini geçti sanırım, oraya bayağı yoğun göç yaşandı. Benden önce Küçük Ağrı dağının yarısı yanmıştı, bir izli mermi atılmasıyla yanıyor. Nahcivan yolunun üstüne geçmek yasak, Aras nehrinin kenarındaki sete çıkmak yasak, köylüyü iki km'lik hudut içerisine sıkıştırmışsınız. Doğu Beyazıt'ın güneyinde, Tendürek dağları tarafında karakol komutanlarına sınırda 500 metrelik bir bölgede sınırdan yasadışı geçişe imkân verecek iki saat boşluk için iki-üç milyar para teklif edildiği oluyordu. Yapan da vardı yapmayan da. Bir saat İran'a gitme, bir saat de dönme için toplam iki saat oraya görevli göndermeyecek. İkinci sürgüne gittiğimde, binbaşının birisi, "sen enayisin, devlet seni para kazanasın diye gönderiyor," dedi, "sen niye sıkıntı ediyorsun". Bu adam sınırdan içeri ne sokacak? Beyaz!
Tugayın muhasebesini yapan arkadaş Tunceli-Ovacık'tan gelen hesapları göstermişti. Tugay komutanının imzasıyla 300-400 milyon ödeniyor. Önceki asteğmenin Ovacık'tan ailesine 20 000 DM para aktardığı tespit edildi. Bir şey de yapılamadı. 11 milyon maaş, hadi 16-17 milyon olsun eklerle, alıyordu, bu parayı nasıl biriktirecek? Astsubaylar asla ev ihtiyaçlarına para harcamazlar, bunları alışveriş yaptıkları market karşılar. Orada bir kurmay yarbay vardı, hakiki vatan, millet, Sakarya kafasıyla rahatsız oluyordu, müsaade etmemeye çalışırdı. Dağda rütbeleri sökülen bir yüzbaşı vardı, hesapları çok inceliyordu ama hediye adı altında geleni denetleme şansı yoktu. Savaş ekonomisi derken, silah pazarı zaten çok belli, asıl akla gelmeyen sektörler savaştan çok fazla çıkar sağlıyorlar. En fazla gelişen sektörlerden biri konserve sanayii. Dağda asker de konserve yiyor, gerilla veya terörist denilen vatandaş da. Muş'tan, Malazgirt'ten gelmiş, o asker kanadında, öteki gerilla kanadında birbirlerine kurşun atacaklar, belki konservede aynı balığın yarısını o yiyor, yarısını öbürü. Ağrı Dağı volkanik olduğu için kamyonla gelen suyun son kullanma tarihine bir hafta kalmış... Tabii, iç çamaşırı sektörü, çorap sektörü hep gelişmiş. Asker dağa gidiyor, "maaş alacağım" diye ama aldığı para 3 milyon 800 bin lira, kantinde haydi haydi geri alıyorlar o parayı. Her türlü lüks var kantinde. Asıl sorun 1990 yılının Kemalpaşa tatlısını yemek; o yıl görevli subay yüklü miktarda alım yapıyor ki gelecek görevliye bir şey kalmasın, ne kadar çok alırsa, o kadar çok komisyon... Süresi geçmiş ya da geçmemiş hiç önemli değil. Doğu'ya para akıyor ama eratın hiçbir şeyi yok. Öyle binbaşılar var ki, sadece ticaretle uğraşıyor, iki tane astsubay ayarlamış kolunun altına, birlikte organize edip götürüyorlar. Uyuşturucu kullanımı yoğun, dahası sürgün geliyor. Yüzbaşı biliyordu benim psikolojik yaklaşımımı, genelde görevde benim yanıma veriyordu onları, doğayla ilgilenmelerini sağlıyordum, esrar yaklaşımı versin diye puro getiriyordum. Tugay komutanının bahçıvanı bahçeye dikmiş, başçavuş yakalamış. Kendisi yetiştirmeye çalışıyor yani. Onlar birbirini tanıyordu, bir arada oluyorlardı.
İstanbul'a döndüm, sonraki gün İstiklal caddesinde gezerken İstanbul'un daha tehlikeli olduğunu hissettim. Yürürken bir polis geldi, daha subay sayılıyorum, "kalemini ver," dedi, "vermiyorum" dedim. Yürüyorum, yanında kız arkadaşı, arkamdan, "gel buraya" diye bağırdı. "Sen gel buraya," dedim, koşarak geldi, elimi tuttu. "Sakın," dedim, "hareket yapma, ben subayım, seni dövmeyeyim, git yerine." Sivil olsam hiç şansım yok. Burada insanların hiçbir şeyin farkında olmadığını hissediyorum, oradaki bir kasabada da aynı olay yaşanıyor. Iğdır'ın ekonomisi bugün fuhuşa dayanıyor. Otellerde saatlik odalar veriliyor, ben Iğdır'da otel bulmakta zorlanıyordum. Ağrı dağında PKK'nın yoğun olduğu zamanlarda 100 kişilik bir grup adına birisi Iğdır'a iniyor, Özel Tim'e gidiyor, teslim olmak istediklerini söylüyor, onu vuruyorlar. Kız dağda vuruluyor, Iğdır devlet hastanesinde cenaze işleri yapılıyor, cenaze ayaklarından tutularak merdivenlerden indirilmeye başlanınca, annesi, "yavrum" diye ortaya çıkıyor. Şimdi siz bu kızın kardeşini artık engelleyemezsiniz, dağa çıkar, ben de olsam dağa çıkarım. Ben Karadenizliyim, teğmen benim babamı dövse dağa çıkarım. Bizim memlekette asker 50 yaşındaki adama tokat vuramaz. Vurursa, onu vururlar. Bundan 20 yıl önce atın üzerindeki bir adama asker "dur" demiş, adam durmamış, o da çekmiş vurmuş. Adapazarı'nda görev yaparken, izne çıktığında gidip vurmuşlar askeri. Ölen gerillaların, teröristlerin, her ne deniyorsa, cesetlerini Özel Timciler Iğdır'ın içinde arabanın arkasına takıp geziyorlar. Ölen insan üzerinde işlem yapmanız bir defa yasalara aykırı. İnsanca ailesine teslim edersen, bir başsağlığı dilersen, "yanlış yoldaydı" dersen bunu engellersin. Bunlar yüreğimi acıtıyor. Böyle davranırsan bir kişinin daha dağa çıkmasını engellersin. Ama böyle bir niyet yok, ben göremiyorum. Bu savaş bitsin istenmiyor. Alparslan Türkeş, "altı ayda Kürtleri kökünden temizleyelim" diyor. Gece PKK, gündüz devlet. Birbirlerinden farkları yok. Mesela PKK geliyor gece Muş-Bulanık'ta iki kurşun sıkıyor, çekip gidiyor. Asker de, onların çıktığı evleri yerle bir ediyor.
Döndüğümde, arkadaşlar "ne oluyor ne bitiyor" diye sordular, öğrenmek istiyorlar. Bugün mesela TÜSİAD raporunu açıkladı. Onun da artık o bölgeden ekonomisi tıkandı. Bir gün, askerin de tıkanacak... Orada artık işlevini yerine getiremeyecek hale gelince, "artık yeter" diyecek. Askeriye kapalıbir kutu. Çünkü konuşamıyorsun, üst hakkında konuşursan içeridesin. Ordunun temizlenmesi lazım, şeriatçı kanat da vardı tabii. (Ocak 1997, İstanbul)