Dirsekler iyi çalışıyor,
abanıp sizi görebiliyorum. Kaşık tutamıyorum, sadece ekmek arası
filan tutabiliyorum. Yedi kurşun, dördü bacaklara, bir enseye, bir
bileklere... Bileğimdeki kurşunu ağzımla olay yerinde çıkardım, attım.
Birliğim Bingöl'de jandarmaydı; on kilometre kala olay bitti. Pazartesi
akşamı oluyor bizim olay... Gözümü açtığımda günlerden cumaydı,
Diyarbakır'daydım. Aynı gün Ankara'ya geçtim. Önce Bingöl'deki
hastaneye götürmüşler ama ben hatırlamıyorum. Acemi eğitimi bitmiş,
artık usta birliğine gidiyorduk. Biri yirmi bir kişilik, biri yirmi
üç kişilik iki otobüstük. Korumamız öğleye kadar vardı. Doğan Güreş
o zaman komutanımızdı, öğleden sonra korumayı çekti. Akşam altıda
PKK'nın eline geçtik. Bingöl'e on kilometre kadar kala rampadan inişe
geçiyoruz. PKK kayaların arkasından çıktı. Otobüsçüye işaret
etti, "yanaş" dedi. Bizi indirdiler. İlk anda onları köy
korucusu sandık. Kimlik kontrolü yaptılar. İki kişi dışında görünüşte
hepimiz sivildik. Otobüsümüz de sivildi, şoför de... Kimlikler
askeri. Bizi alıp, köye götürdüler.
Önce hepimizi çalıların içine soktular. "Askere niye
gidiyorsunuz" diyorlar. Biz de, "devletten kurtuluş yok, her Türk
genci askerliğini yapmak mecburiyetinde," dedik. "Bize katılın"
diyorlar. "Düşünmüyoruz" dedik. "Bizim suçumuz yok,
sizin sorununuz bizimle değil," dedik. Köyde kadın çoluk çocuk
hepsi bizi görüyor, bize gülüyordu. Beş yaşındaki çocuk peynir
ekmek getirdi. Suyu içtik de, ekmeği yemedik. Korkudan kimsenin bir şey
yiyecek hali yok. Aç da değildik, dinlenme tesisinde beşte yemiştik.
Ayrıca çantamızda yiyecek vardı. Kırk elli kişi kadar oldular. Sonra
bizi dağa çıkardılar. Dağda paralarımızı, her şeyimizi, üzerimizde
ne varsa hepsini aldılar. Çantalar bir kenara kondu. Sonra başka bir köye
götürdüler. Oradan gene dağa götürüldük. Köylerin isimlerini
bilmiyorum. Telsizle birileriyle görüşme yaptılar. Dediklerine göre,
hapisteki arkadaşları bırakılırsa, onlar da bizi bırakacaklardı.
Herhalde başbakanla görüştüler. O zaman, herhalde başbakan Erdal İnönü'ydü.
Onlar hapistekileri bırakmayı kabul etmeyince bizi dağa çıkarttılar.
Bizi tek sıra dizdiler, sonra da taramaya başladılar. Kendimi yere attım,
hiç kurşun almadım. İçlerinden biri, "yaralı kalmasın"
dedi. İkinci taramada yedi kurşun isabet etti bana. Akşam altıda PKK'nın
eline geçtik. Sabaha karşı üçte kurşuna dizildik. Yani, o saate
kadar konuştular, dağları gezdirdiler. Kurtulacağımızı hiç
ummuyordum. Hiç ölümden korkmadım. Öldürmedik, ölmedik. Arkadaşlarım
öldü. Bizi araba konvoyu gibi, tek sıra yürütüyorlardı.
Birbirimizle konuşmamız yasaktı. Yardım geç geldiği için çoğu
arkadaşımız can çekişerek sabaha karşı öldü. Benim üzerimde
Ahmet adında bir arkadaş vardı, ölü, vurulunca üzerime düşmüştü.
Yara almayan arkadaşlardan birine, "Ahmet'i üzerimden al"
dedim. Almadı. "Biz, haber etmeye gidelim" dedi. Yaralanmayan
arkadaşlar dağları aşıp en yakındaki karakola gitmişler. Karakol
yeterli değilmiş, yardım gelmedi. Sabah altı buçuk yedi civarında
haber vermişler. İki saat sonra helikopter geldi. Onlara katılmayı
kabul eder gibi yapmak aklıma geldi. O zaman da kabul etmeyen arkadaşları
önümüze dizecekler, elimize silah verecekler, "vurun"
diyecekler. Kendi aklımızla öyle düşünüyoruz. Arkadaşına nasıl
kurşun sıkacaksın ki? Böyle de ölüm, öyle de... İnsanca ölmek başka,
öbür türlü, affedersin, hayvanca.
Diyarbakır'da gözlerimi açtığımda her şey bitmişti. Babam
gazetelerde öldüğümü okumuş, Diyarbakır'a cenazemi almaya
geliyorlarmış. Benim askerden önce çalıştığım yerdeki patron
izimi bulmuş, babamgile haber ediyor. O sıra yoğun bakımdayım.
Babamlara, "gelmeyin" dedim. Yürüyemediğimi bilmiyordum.
Omuzdaki yarayı, bir de parmağımı görüyordum. "Durumum
hafif," dedim. Cuma abim geldi, beraber uçakla Gülhane'ye geçtik.
GATA'da yedi ay kaldım. Sonra hava değişimi için Denizli'ye geldim.
Tekrar bir ay GATA, ardından Denizli, sonra tekrar dört ay Gülhane...
Sonra Denizli'de askeri hastanede de kaldım. Tekrar Gülhane'ye gittim.
Şimdi senede bir Gülhane'ye gidiyorum. Denizli'deki askeri hastanede bir
asker gördüm. Askeri beni vuran PKK'ya benzettim. Askerin memleketini öğrendik.
Bingöllü çıktı. Kesindi. Kuşkulandığımı söyleyerek Jandarmaya
ihbar ediyorum. Ben teşhis edince, asker tutuklandı. Beni tugayda
yemekhaneye koydular, perde arkasından teşhis ettim. Ama sonra gazeteler
teşhis ettiğimi yazdı. Oysa gizli tutulması lazımdı. Nasılsa,
gazeteciler bunu savcıdan aldılar. Adam psikiyatri tedavisi görüyordu.
Olay olduğunda, on altı-on yedi yaşındaydı. Üzerinden dört yıl geçmiş,
yani tam denk geliyor.
Askere severek gittim, ağlamadım. "Askere gidiyorum" diye
millet ağlıyordu ama ben güle oynaya gidiyordum. Denizli'de terminalde
eğlence yaptık, videoya çektik. Doğu'yu istiyordum, merak ediyordum.
Askerlik on beş aya düşmüştü. Bir ay izin kullanmayacaktım, bir ay
da erken terhis, yani on ayda dönecektim. Herkes acemi eğitiminden şikâyetçidir
de ben memnundum. Komutanlarımız, "Doğu'ya gideceksiniz, eğitimleri
iyi görün" diyordu. Gece on ikiye kadar eğitim, Cuma sabah yedide
çıkıp, ertesi sabah yedide alaya dönüyorduk. Hiç yorgunluk yok, bir
saat filan dinleniyorduk gece. Beş günlükken G3 verdiler. Silahı söküp
takmasını, ateş etmesini bir haftada öğrendik. Bazıları PKK
oluyordu, biz de asker olarak üzerlerine manevra fişeğiyle ateş
ediyorduk. Askere gitmeden televizyondan haberleri izliyordum. Amacım
PKK'yı... Çünkü bazı askerler yakalıyorlar, ama başlarındaki rütbeliyi
dinledikleri için vurmuyordu. Ben dinlemeyecek, öldürecektim. Ben onu
öldürmesem, fırsatını bulsa, o beni öldürecekti. Yakaladıktan
sonra teslim alıp, bilgi aldıktan sonra öldürürdüm. Hapishaneye
girse, üç yıl beş yıl sonra çıkacak, yine yapacak aynı şeyi. Kürtler
PKK'yla birleşip devleti kuracaklar. Doğu halkının yüzde ellisi yardım
ediyor PKK'ya, köylü zaten PKK. Acemide benim gibi bir Roman arkadaş
daha vardı. Herkese eşit davranılıyordu. Kürtler halay çekiyorlardı.
Nöbetçi amiri Kürtlere eylem yapıyorlar diye kızıyordu, o yüzden
yasaklamıştı. Eylem, halay çekme, şarkı, türkü... Biz sadece çay
içer, sohbet ederdik.
Bütün ameliyatlarım Diyarbakır'da oldu. GATA'da, beyin cerrahi, fizik
tedavi bölümlerinde bulundum. Yatmaktan, yatak yarası açılmıştı,
onun da ameliyatı oldu. Evde yatarken gene yara açılınca bir ameliyat
daha oldum. Şimdi, havalı yatak yok da, ikide bir pozisyon dönüyorum,
dönünce yara açılmıyor. Dirseklerim iyi çalışıyor, onlara abanıp
sizi görebiliyorum. Kaşık tutamıyorum, sadece ekmek arası filan
tutabiliyorum. Yedi kurşundan dördü bacaklara, bir enseye, bir
bileklere... Bileğimdeki kurşunu ağzımla olay yerinde çıkardım, aldım
attım. İkide bir artık ölücem diyordum. Ayılıp bayılıyordum.
Helikopter geldi, taş fırlattı. Sekizinci yarayı da dizimden
helikopterin fırlattığı taş açtı. "Askere gitmeyeceğim artık,"
dedim, "kurtulursam köye döneceğim." 1994' ten bu yana
evdeyim, bu yatakta... Seyahat pahalı, devlet uçak parası vermiyor,
nereye gitsem taksi. Bu tekerlekli sandalyeyi jandarma genel komutanı
hediye etti, 94'te, iki milyarın üzerinde. Çoğu gazinin sandalyesi de
yok, sadece jandarma dağıttı. Hayat çok pahalı, üç ayda yüz altmış
milyon filan alıyorum, üç ayda altmış milyon da Mehmetçik Vakfı'ndan.
Tedaviye Ankara'ya gitmek için sırf arabanın yakıtı gidiş dönüş
en az otuz-kırk milyon... Toplum, öyle gaziydi, şehitti, fazla ilgili
değil. Bir iş kurmaya kalksam devlet benden de aynı vergiyi alıyor. Boşa
konuşuyorlar işte, milleti kandırmaya çalışıyorlar, oy toplamak için...
Gerçi, şimdi devletimiz bize sağlık karnesi verdi, bir maaş veriyor.
Bu kadar gazi var, Gülhane'de, bazen yatak bile yetmiyor. Devlet yine
yeterli aslında. Yani, askere olsun, gaziye olsun gereken ilgiyi göstermiyorlar.
Yani kahramanlık, gazilik, şehitlik bunlar laf ola beri gele. Devlet
hastanesine gittim, ilacı ille bizim almamız lazım. İki saat ilacı
aradık bulamadık. Orada kıvranıyorum, bağırıyorum... Doktor
hastanedeki ilacı kullanmıyor. Vatana elimizi ayağımızı veriyoruz,
şehit oluyoruz, o ilacı vermiyor. Gülhane doktorlarından çok
memnunum. O zamanlarda bunalım içindeydik. Çok bağırıyorduk, çağırıyorduk,
yine de bize dayanabiliyorlardı.
Uykularım fena değil. Kendim uyanabiliyorum. Sonra kardeşimi kaldırıyorum,
pozisyonumu değiştirince sabahı buluyorum. Sabahları havalar iyi olduğu
zaman yedide, yedi buçukta sandalyemle dışarı çıkıyorum. Dokuz-onda
tekrar eve geliyorum. Sekiz yıldır bir kızla beraberim, hâlâ devam
ediyor. Onu sevmeye on üç yaşımda başladım. Ailesi vermiyor. İşte,
gazi olmamızın mükafatı bir de bu. Kaçsa nikâh yaparım, tekstilde
çalışıyor, "ayrılalım" demiştim, ayrılmadı. "İyileşinceye
kadar beklerim" diyor. Şimdi yirmi, yirmi bir yaşında. Ziyaretime
gelemiyor. Bazen Denizli'de görüşüyoruz. Gördüklerinde ailesine
ihbar ediyorlar. Yani sakatım diye, oysa bir şey etkilemedi. Kendiliğinden
böyle kalkıyor ayak, kasılıyor. Kardeşim beni bırakıp bir yere
gidemiyor, çalışamıyor. Yani maaşım beş kişiye aslında. Gazi
olmamızın mükâfatı bu. Devlet ambulans bile vermiyor. "Madalya
vereceğiz" dediler, onu da vermediler, umudu kestik.
İçimizde PKK olduktan sonra bunlar bitmez. Bitmeyince de bizim gibi
gaziler, şehitler, nice analar, nice çoluk çocuk, kadınlar öksüz kalır,
yetim kalır, dul kalır... Mesut Yılmaz'a göre bu iş bitti. Ama
vekillerden yardım gördükçe bitmez. O erzak nasıl gidiyor oraya, o
silah nasıl gidiyor?
Arkadaşlarımla telefonlaşıyorum. Bu yaz birkaç gazi bir arkadaşın
Didim'deki evine tatile gitmeyi düşünüyoruz. Denizin sıcağı yarıyor.
Arabanın iç lastiği ile açılabiliyorum, kayık gibi gidiyorum. Bazen,
"nerede oldun" diye soruyorlar işte, "askerde oldum"
diyorum . "Yazık" diyorlar. ( Mayıs 1998, Denizli, Karakova köyü
)
1973, Denizli doğumlu, ilkokulu bitirdi. Dördü kız, dördü oğlan
sekiz kardeşin beş numarası, küçük erkek kardeşi askere gitmeme
hakkını kullandı, ona bakıyor. Babası gibi tarım işçisiydi. 1993
Şubat ayında acemi eğitimi için Hatay'a gitti, jandarma olacaktı,
1993 Mayısı'nda usta birliğine giderken Bingöl yolunda "33
asker" olayında yaralandı. Yürüyemiyor, elleriyle zorla çay
bardağını tutabiliyor. Okuyabilseydi, doktor olmak istiyordu.
EN AZINDAN KENDİMİ KURTARDIM GİBİ BİR ŞEY
Çiller askerliği uzatınca, 28 Temmuz teskere günü olacağına,
Mustafa'nın ölüm günü, bizim çatışma günümüz oldu. Yani
normalde biz o gün uçaktaydık, Ankara'ya dönüyorduk.
Belki yüz belki yüz elli fotoğrafım var hiçbirine bakamıyorum, bakınca
aşırı derecede sinirleniyorum, anlatmak da pek hoşuma gitmiyor. Şemdinli,
Yüksekova, Hakkari falan istiyordum. Van çıkınca üzülmüştüm. O
hayatı görmek, yaşamak istiyordum. Tabur seyyar olunca, "fena değil"
dedik.
Beş arabaydık, arkadan sivil bir kamyon geliyordu. Öndeki iki araba
virajı aldı döndü, arkada üç araba kaldık. Aşağı doğru dere akıyor
yanımızda. Bizden tarafta bir tümsek olduğundan fazla ateş
gelmiyordu. O yüzden bizim araba kurtuldu, sadece iki şehit, yedi yaralı.
Önümüzdeki arabada 16 şehit, iki kişi de hiç yara almadan kurtuldu.
O anda, Başkale civarındaki Mor dağlar operasyonundan bölüğümüze dönme
yolundayız. Bölükte hazırlanıp Mezi kampına tekrar düzenlenecek
operasyona gideceğimiz için moral bozukluğu vardı, biri bitti, bir
daha gibi. Hazırlıksız da olduğumuz için, çok kötü yakaladılar.
Çiller askerliği uzatınca, 28 Temmuz teskere günü olacağına,
Mustafa'nın ölüm, bizim çatışma günümüz oldu. Normalde, o gün uçaktaydık,
Ankara'ya dönüyorduk.
Askere öyle şamatayla gitmedim. Eğridir'e beni dayım bırakmıştı. Ağladık
falan... Çabuk gitmek için yaşımı büyütmeyi bile düşünmüştüm.
Hem hayatımı düzene koymak hem de askerleri çok sevdiğim için gitmek
istiyordum. Televizyonda izlediklerim ve gazeteler sayesinde Doğu'ya
gitme hevesi vardı. Zengin çocuğu değilim, oradakiler de fakir
oldukları için kendimi o sınıfa koyabiliyordum, "onların yanında
olmalıyım" diyordum. Komando olmayabilirdim, olmak için kendimi
zorladım.
Yemeğinden tutun, tuvaletin ve koğuşların temizliğine kadar her şey
Eğridir'de iyiydi. Askere iyi bakılıyordu. Eğitim ağır gelmişti,
ama usta birliğinde gene de zorlandık. Tanksavardım. Gitmeden bir tek
av tüfeği almıştım elime. Yat komando, kalk komando! Bu duyguyu aşılamaya
çalışarak Doğu'ya hazırlıyorlar. Ona rağmen içimizde ürperme
yoktu, yok denecek kadar azdı daha doğrusu. Eğitimin amacı korkuyu
yendirebilmek. Genelde güç eğitimi.
Van'ı daha önce görmemiştim. Acemideki eğitimin tekrarını,
oryantasyon yaptıktan hemen 15-20 gün sonra ihtiyaç olduğu için daha
hazır olmadan bizi araziye verdiler. Seyyar olduğumuz için gruplara
(PKK) göre hareket ediyoruz. İlk Şemdinli civarına gitmiştik. İlk
operasyonda üsteğmenimiz yaralanmıştı. Başımın üstünden geçen
mermi sesiyle ilk o zaman tanışmıştım.
Üç sıcak temas, yani birbirimize el bombası atacak kadar yakın,
toplam 12 çatışmam var. İlk sıcak temas Mustafa şehit olduğunda. O
zaman usta asker olduğumuz için hemen kamyonlardan atlayıp dağın
yamacına doğru siper alıp yapışmaya başladık. Acemileri kamyonun
arkasına gönderdik, çatışmaya katmadık. Birinin ateşin geldiği taşın
arkasına bomba atması gerekiyor, onu öldürmezsek hepimizi öldürecek.
Tekirdağlı çavuşla ikimiz gittik. Bana, "arkandaki taşın arkasında,
dikkat et" diyorlar. Biz devamlı o taşa doğru atmaya başladık.
Tekrar el bombası için aşağıya indiğimde, "yanlış yere atıyorsun"
dediler. "Taşın orda PKK'lı olmasının imkânı var mı?"
dedim, döndüğümde şarjör buldum, varmış, kaçırmışız.
Atabilseydik ölecekti. O da bizi vurabilirdi, vurmamış... Şarjörden
sonra, akli denge yitirme gibi bir olay oldu bende. Mustafa'yı da bulamadıktan
sonra, neredeyse kafayı üşüttüm. Hatta binbaşı yanıma geldi.
"Kendine biraz çeki düzen ver, sen çavuşsun, ustasın, örnek
olacaksın" deyince, rütbeleri yırtıp "bundan sonra, normal
erim" dedim. Askerlik bitene kadar da rütbe takmadım. Rütbe sökmenin
cezası var ama verilemiyordu, daha feci olacağından korkuyorlardı.
Beni hava değişimine gönderdiler, normalde yasak. "Ölen arkadaşımın
ailesini görmek için," dedim, "on gün bile olsa izin verin,
yoksa çok daha kötü olacağım." Üsteğmen geri dönmeyeceğimi
sanıyormuş. Döndüğümde, "gelmeseydin bile bir şey yapmayacaktım,"
dedi. Bitirmişim gibi gösterecekmiş. İzinde sadece evde oturdum. Dönüşte
uçağa binerken anneme, "bekleme geri dönmeyeceğim, hakkını
helal et" dedim. Mustafa'nın annesinin bir sözü vardı, geldiğimde
en çok kahreden o olmuştu: "Oğlumu niye getirmedin?" Ölmeye
gittim aslında. Bomba atılacak, mevzi kurulacak! Hemen, "ben yapayım"
diyordum. Yani, ilk gittiğimde değil, ikincide şehit olmak için
gittim. Bir taşın arkasından, "şehit olacağım, vurun beni"
diyemiyorsunuz, ama bütün imkânlarımı seferber ettim. Mesela,
herkesin yorgun düştüğü anda helikoptere dört yaralı taşıdım, o
sırada akıl almaz derecede mermi yağıyordu. Mermi, sıyırıyor, aklıma
annem geliyor, "dualarını tekrar ediyor galiba, mermiler değmiyor"
diye düşünüyordum.
Normalde çatışmaya gireceğimiz zaman belli olmadığı için gece
yatarken dahi operasyonda gerekli mermi, tulum her şey sırt çantasında,
botlarımız yanımızda... "Operasyon var" dendiğinde hazırlanmak
üç beş dakika sürüyor. 15 kilo ile 40 kilo arasında ağırlık taşıdığımı
biliyorum. Normalde 25 kilo. Şimdi boş da götürseniz gidemem.
Mustafaların olayı ders niteliğinde olduğu için her görevde hazırlıklıydık.
Kamyonla gidiliyorsa yüz metre aralıklarla gidiyorduk. Yani, üç değil
de en fazla bir kamyon pusu yiyebilir. O çatışmada biraz dağınıktık,
her şey bir tarafta... O çatışmadan sonra iki şehit, dört yaralı
verdik ama aldığımız çok daha fazlaydı. Kimseyi öldürdüm mü? Biz
Mustafa'yla aşırı derecede samimiydik... İzinden dönünce,
"komutanım," dedim, "bana öç alma niteliğinde bir şey
yapabilir misiniz?" Ondan sonra ilk yakaladığımız kişiyi, fazla
bir bilgi vermediği için, artı 18 şehidin stresi olduğu için, seçilen
üç dört kişi birlikte kurşuna dizdik. İnsan rahatlamıyor. Pişman
dahi oldum. "Kelime-i şahadet getirirse, mermi atmayacağım"
demiştim. Herkes mermi atmaya başladığı zaman ben de attım. Çok yakındı,
dört beş metre, kelime-i şahadet getirseydi, duyardım. Televizyonun çekmesi
için ölüleri bir araya taşırız. Zaten yirmi tane ölü vardı, yirmi
birinci ölü yere yığıldı. Onu da yirmi birinci ölü yapmış olduk.
Şimdi, kendimi askerden önceki halim gibi buluyorum. Kendimi toparlamak
için çok uğraştım. Bir teğmenimiz vardı, beni çok teselli etmişti.
"Olmasan dahi neşeli gözükmeye çalış" derdi. Döndüğümde
içe kapanık bir haldeyim. Bitkisel hayat gibi her şey... Normalde
arkadaşlarımla da hiç konuşmadım. Mustafa'nın çatışması bitip bölüğe
geri döndüğümüzde Mustafa'nın yatağına sarılıp hüngür hüngür
ağlamaya başlamıştım. Arkadaşlarım beni yataktan zorla çekmişlerdi.
Artık hiçbir şey umurumda değil. Teğmene, "izin verin, bu gece Yüksekova'yı
tarayayım" dedim. "Olur mu" dedi üsteğmen, "masum
insanları mı öldürmek istiyorsun?" Ben de, "bunlar masum değil
mi? Onlardan da masum ölsün, bizden de masum ölsün" dedim.
"Anne evladını 20 yaşında bir kurşuna hedef olsun diye dünyaya
getirmiyor" dedim. "Onun da evlattan beklentileri var, biz
kurbanlık koyun değiliz" dedim. Annemin dul bir kadın olarak evde
beni beklediğini söyledim. Kim için şehit olayım ben burada? Devlet için
değil aslında, çok fazla konuşmak istemiyorum.
Askerlik yapıyorsam, tamam annem babam için, kardeşlerim için, Müslümanlar
için, biraz dinime bağlı bir insanım. Ben kendim için askerlik yapıyorsam
herkes kendisi için yapsın. Bize dağa çık denildiğinde, "çıkmayız,
hep beraber boykot ediyoruz" diyemiyoruz. Emir doğrultusunda nereye
görev olursa bilmeden gidiyoruz. Her göreve muhakkak çatışma çıkar
diye hazırlanıp gidiyoruz. Çatışma olmadan döndüğümüz de oluyor,
binlerce mermi atıp döndüğümüz de. Ben askerdeyken, "PKK köşeye
sıkıştı, tamam artık bitti" açıklamaları yapılıyordu, şimdi
de yapılıyor. Beş sene sonra da yapılacak, on sene sonra da. Aslında
Abdullah Öcalan bir araç, olmasa bir başka kişi muhakkak olacak. Benim
hiç Kürt arkadaşım olmadı. Mahallemizdeki Kürt bakkaldan alışveriş
yapmazdım. Kürde karşı bir gıcıklığım yok, ama samimi olmak da
istemiyorum. Biz onları dışladığımız için onlar da kendilerini dışlanmış
hissediyorlar. Aslında kültür olarak farklı oldukları, bize uymadıkları
için dışlıyoruz. Güneydoğu halkı, PKK'yı istiyor mu, istemiyor mu
bilmiyorum. PKK'ya yardım eden çok köy gördüm, nefret eden de.
Mustafa'nın şehit olduğu yerdeki köy PKK'ya yardım ettiği için
komple boşaltıldı. O an çok kötü bir durumda olduğum için beni
katmadılar. Bana devamlı sakinleştirici iğne ve de hap veriyorlardı.
Yakaladığımız bir PKK'lı üst düzey bir komutandı. "Ne zaman
PKK olarak askerle vuruşmaya başladık, devlet yardım göndermeye başladı"
diyor. "Elektriği, suyu, barajı." "Şu an PKK'yı
durduralım," diyor, "devlet bize yardımını keser. O yüzden,
savaşmak zorundayız." Buna katılmıyorum ama, adam söyleyince düşündük,
hakikaten daha önceden orda herhangi bir şey yoktu. Ne zaman savaş
oldu, Doğu'ya elektrik gitmeye başladı. Gene de bunu PKK ile bağlantılı
bulmuyorum. Doğu bu kadar dışlanmamış olsaydı, sanayi olsun, bir
gelişmişlik imkânı verilseydi zaten orada PKK olmazdı. Onlar,
"batıya göçmek istemiyoruz" diyorlar. Yüksekova'nın bir
ovası var, ürün ekilmedikten sonra hiçbir işe yaramıyor. Çukurova
Üniversiteli bir PKK'lı yakalamıştık. Çok kültürlüydü, Kürt
aksanı dahi yoktu. Konuşmalarıyla bizim şeyleri altedebilecek şeydeydi,
o derecede konuşabiliyordu, yani kendini haklı çıkarabilecek şekilde.
"Ne yapıyorsunuz, yanınızda kadın var mı, yemek nereden
buluyorsunuz" diye soruyorduk. Mustafa öldürülmeden önce konuşurken
pek bir şey hissetmezdim. Sonra, yakaladığımız PKK'lının başında
nöbet tutmak istedim, yazmadılar. Yazsalardı, belki de sabaha sağ çıkmayacaktı.
Bilerek yazmadılar. Bana kalsa, bizim hep askerde dediğimiz, Malatya'dan
Sivas'tan ötesini komple... Yani ver kurtul... Böyle uğraşmaktansa...
İstedikleri vatansa, bıraksınlar bizim vatanımızı, biz de rahatça
yaşayalım. Arkadaşlarla bunları konuşurduk, "ya sev, ya terk
et" çözümü var. Madem ülkeyi bölmeye çalışıyorsun, terk et,
kendine başka yerde memleket ara. Hepimizin geldiği nokta şuydu: Biz
burada olmayalım, bu çatışmalar bitsin. Bunları komutanlarla
kesinlikle konuşmazdık.
Altı aylık yaz döneminde devamlı arazide, çadırlarda kalıyorduk. Çadırlara
kar düşmeden bölüğe geri dönülmez. Van'a dönünce rahat ediyoruz.
Yat kalk spor işte... Akşam da televizyon seyredip varsa nöbet, biz çavuş
olduğumuz için devriye çıkıyorsun. Çığ altında 12 şehit verilmişti,
onları taşımıştık. Evet, çok şehit taşıdım, halime şükrediyorum.
Bende bel fıtığı teşhisi var, bunu askerde buldum. Zorlamazsam belimi
herhangi bir şey olmuyor, şimdi ilaç kullanıp, idare ediyorum.
Ameliyatı son çare olarak düşünüyorum. Ölü taşımak çok zor! O
yorgunluğun üzerine bir de onları taşımak insanıbayağı kahrediyor.
En çok öfkelendiğim an... Şehitlerin listesi gelmiş, bana gösterilmiyor.
Durumumdan haberi olmayan birinin yanına gittim kâğıt ondaydı,
"Mustafa var mı" dedim. Baktı, "var" dedi. O anda
yere yatıp çığlıklarla bağırmaya başladım. Beni üç tane asker
tutmaya çalışıyor tutamıyor. Rütbeli biri geldi, "oğlum senin
adın neydi" diyor. Adamın üstüne masayı fırlattım, kaçtı
gitti. İlk kez o kadar çok siniri yaşıyordum. Ben, "Allah için
şehit olunur" diyorum. Türkiye'nin bütünlüğü için savaşıp
ölenleri de şehit sayabilirim. Ölenin PKK'lı mı, yahut da bizden biri
mi olduğunu bilebiliyorsunuz. PKK'lı ölünce acayip bir karalık, tuhaf
bir morluk oluyor, şehit bembeyaz, bizden ölen kişinin eti bembeyaz. Yüz
tane koysanız, arada bir şehit olsa ayırt edilebiliyor.
Bingöllü biri yakalandı. Bingöllü askere, "Kürtçe biliyorsun,
şunun söylediklerini tarif et" dediler. Başına toplandık. Teğmen
sordurtuyor: "Nerelerde ne yapıyorsunuz, başka yerde grup var mı?"
Adam da cevap vermek istemiyor. Teğmen, "bunun icabına bak"
dedi. Asker olan Bingöllü PKK'lıyı dövmeye başladı, resmen kemik
sesleri geliyordu. Ayırmak zorunda kaldık, çünkü öldürecek...
Askere başladığımızda Kürt askerler acaba PKK'lı mı diye bir korku
olmuştu, sonra ister PKK'lı olsun isterse olmasın fark etmiyor. Onu düşünecek
an olmuyor. Pek Kürt de yoktu. Zaten Sünniler daha çok Sünnilerle,
Aleviler daha çok Alevilerle arkadaşlıklar ediyor. Sağcı solcu
kavgaları bile oluyordu. İçimizde komünistler de vardı, biz de sağ görüşlü
olarak ağız dalaşı yapıyorduk. Radyodan, kendi çatışmalarımızı
kendi operasyonumuzu dinliyorduk. Hatta operasyonu yaparken dinliyorduk.
Fakat çok yanlış bilgiler veriliyordu. Mesela biz alan düzlüğü
operasyonuna gitmiştik. En fazla 15-20 tane ölü ele geçirmişizdir,
TV'den 90 tane duyulmuştu.
Askerliği bitirdiğimin ikinci gününde kendi kendime düşündüm. Ne
yaptın? Çatıştın, devleti, milleti kurtardın geldin. Aslında
kurtaramadım. Kurtardığımız devlet ya da millet değil. Anlatmak
istemiyorum. Evet, en azından kendimi kurtardım gibi bir şey. Şimdi,
çok aşırı derecede sinirlendiğim oluyor. Askerden önce yoktu. Üstüme
gelinince gene kötü olabiliyorum. Bir titreme olayı oluyor. Kimin oğlu
oraya askerliğe gidiyorsa ilgileniyor. Toplumda, en fazla, "vah vah,
şurada bir şehit olmuş", hepsi bu. Bizim o çatışmada bir arkadaşımızın
mermi şu yanağından girip buradan çıkıyor. Alt dişleri komple yok.
Askerliğinin bitmesine 20 gün vardı. GATA'da 20 gün yatırdıktan
sonra, "askerliğin bitti" deyip çıkarıyorlar. Daha sonra,
"böyle böyle yaptılar" gibisinden mektup yazdı. Para toplayıp
çocuğa gönderdik. Çok fakir bir çocuktu. Kimse sahip çıkmıyor, biz
neyiz? Kobay mı, kurbanlık koyun mu? Bilemiyorum. Bu "Anadolu'dan Görünüm"
programı için herkesin eline bir kâğıt veriliyordu, ya da astsubay o
kâğıdı okuyordu. Bu kelimeler dışında kesinlikle bir kelime söylemek
yasak. Televizyona çıkanlar, "kökünü kurutacağız, annem babam
beni merak etmesin" der. "Konuşmak istemiyorum" demek yok,
sıralanıyorsunuz, birini seçiyor, "şuradan, şu kişiyim, PKK'yı
mutlaka bitireceğiz, annem babam merak etmesin, rahatımız iyi"
deniyor. "Apocu" gibi kullanılması yasak kelimeler de var.
Televizyonda, general yanına gitmiş çocuğun, "ne istiyorsun
asker" diyor. Evlilik kredisi, bilmem ne... "Bana sağlığımı
geri verin" diyemeyeceğine göre... Ama bu kadar çocuğu çatışmaya
katıyorsan, şehit ediyorsan, bakamayacaksan hiç katma. Sandalye de
verilmeli, tedavi de yapılmalı. Kimse, "bana milyarlar verilecek
" diye gitmiyor. Amaçları vatan için savaşmak, vatanın birliğini
korumak için silah altına girmek.
Hemen hemen hiç onurlandığım bir olay yok desem olur. İnsan olarak
vazifemizi yaptıktan sonra ölümden korkmak saçmalık olacak zaten
korksanız da. Savaştıklarımızın arasında PKK, doğa, komutanlar
var. Çok disiplinli olduğu için onlara karşı da bir isyan... Tabii, bütün
komutanlar birbirine benzemiyor. Mustafa şehit olana kadar,
"askerlik bitsin de gideyim" diye düşünmedim. Mustafa'dan
sonra, günlerim hiç geçmemeye başladı. Yedi gün kar yağdı,
gelemedim. O yedi gün dahi yedi bin gün gibi insanı geriyor. Askere nişanlı
gittim, dönünce ayrıldık. Kafa yapısı uymadığı için diyelim kısaca.
Yaşadıklarımın da çok etkisi vardı, nişanlımla paylaşamadım.
Benim sefer görev emrim İstanbul Hasdal olarak çıktı, şimdi orayı
merak etmeye başladım. Batıda askerlik nasıl acaba? Yani askerlik
yapmak istemiyorum, diyemiyorum. Gerekirse. İstanbul Hasdal'da yapmak
isterdim. Gerçi belimden rahatsızlığım olmasa, Doğu'yu da isterim,
fark etmez...
1973 doğumlu, meslek lisesi mezunu... Nisan 1993 - Kasım 1995 arasını
acemi eğitimi için Eğridir Dağ Komando okulunda, sonrası için Van-Yüksekova'da
geçirdi. Babası hayatta değil, annesinin tek oğlu. Tornacılık yapıyor,
Fatih Altaylı ve Emin Çölaşan'ı beğeniyor.
BİR TARAFTA ÇOK GÜZEL
SAYGI SEVGİ, BİR TARAFTA DA ACIMASIZLIK
Bölgeyi Nazımiye'nin Jandarması yaktı. Raporu, "çatışmadan kaçan
teröristler yaktı" diye imzalamak zorunda kaldım. Kamer Genç,
Asayiş Bölge Komutanı Hasan Kundakçı paşaya " ne oldu"
diye soruyor. Paşa, "çatışmadan kaçan teröristler bölgeyi yaktı"
diyor. Sen gidiyorsun tek bir kişiye soruyorsun.
Gitmek zorundasın, kişisel bir çaresi yok. Yedek subay olarak da vatanın
53 çocuğu emrimde. Üniformalıyım, askerimi koruyacağım. Herkes
kendisini kurtaracak. Karşı taraf ateş açmazsa sen açmazsın, ama açılan
ateşe cevap vermezsen ölüyorsun. Dağdakilerin çoğunluğunun ne yaptığını
bilmediğini sanıyorum. Biz ateşleri tanıyoruz. Uzaktan, zarar vermemek
şartıyla, taciz atışı yapıyorsa, askeri vurmak değil, gösteriş
yapıp kaçıyorsa TİKKO, ölüm pahasına sızıp, içine girip askeri
vuruyorsa PKK. Bir çocuk ormanın içerisinde çıktı geliyor, sabaha
karşı. Yakaladık. Cebinde TİKKO broşürü. Tabur komutanı, kurmay
nereden geldiğini soruyor. "Yukarıdaki arkadaşlara ekmek almaya
gidiyorum" diyor. Necisin? Çocuk, "ben TİKKO'cuyum"
diyor. Ne yapar TİKKO? Çocuk, "işçilerin, memurun hakkını
arayacak, başka bilmiyorum" diyor. Üstü başı biraz kötü. Ona
askeri elbise giydirdik, meyve suyu, Dardanel ton verdik. Çocuk bizimle
geldi. En son bir köye bıraktık onu. Normalde bırakılmıyor tabii. Çocuk
bir şey bilmiyor. Köyden geçerken, "şuradan ekmek getir"
diyorlar. Tabii ki daha değişik durumlar da var. Sürekli dağda olduğumuz
için halkla pek az diyaloğumuz oldu. O taraftaki olaylar, bir kartopunun
yuvarlanıp dereye kadar büyük bir kütle halini almasıdır. Yani
halkla askerin birbirinden kopması... Geçende televizyonda gördüm, çok
saçma buldum. Asker Diyarbakır'da sağlık taraması yapıyor. Isınmayı
sağlamak için yapıyorsun bunu ama diğer tarafta açık veriyorsun.
Oraya sağlık hizmeti götüremiyorsun, halk askeri sevsin diye onunla
duygu sömürüsü yapıyorsun, yanlış bir şey.
Dağdan helikopterle indik Tunceli'ye, izine geleceğiz. Tunceli Ziraat
Bankası'ndan maaş alacağım. Sivil giyindik. Dağda sürekli engebeli
arazide yürüyorsun, şehre indin mi polis dağdan indiğini anlıyor. İnsan
tedirgin yürüyor. Biri karnımdan, pat tuttu. O zaman beş ay uzadı
askerlik, teğmenim. "Kimliğini göster" dedi. "Kimsin
sen" dedim. "Baş komiserim," dedi. Ben de, teğmen... Özür
diliyor. "Bak," dedim, "şehirde böyle yapıyorsunuz, dağda
biz onlarla uğraşıyoruz. Ben vatandaş olsaydım, kimsin diye böyle
sorsaydın, beni bir daha bulamazdın."
Ovacık'ın yandığı dönemler, ordaydım. Asker gece gündüz yürümekten
tedirgin, ayağı pişmiş, botu yırtılmış. Zaman zaman helikopter bölgeye
gelemiyor, zaman zaman açlık korkusu. Tabiri yanlış olmasın ama biraz
hayvanlaşıyor insan. Subay, asker olsun böyle, asker daha müsait
tabii. Çatal ağaçların aralarından, çalı çırpı çayır, geçiyorsun,
asker çıkarır kibriti yakar. 800 kişi olarak hareket ediyorduk. En küçük
birim 13 kişiydi. 13 kişinin başında biri var ama her zaman el altında
tutamazsın askeri. 20 yaşında adam bunalıyor. Bit, pire üzerinde, yıkanmak
yok günlerce, aylarca, bir de yörenin şey yapısı, kibriti yakıp
sigarasını yere atıyor. Bu tür yangınlar oldu. Kasıtlı şahsen görmedim,
kasıtlı bir rütbeli yaktı, ama iki tane terörist oradaydı. Yatağı
var, her şeyi orada, ihbarı alınmış, biz bölgeye gittiğimizde onlar
kaçtı. Tekrar oraya gelip barınacaktı. Nazımiye'nin Jandarması bölgeyi
yaktı. Bizzat kendim gittim, "çatışmadan kaçan teröristler yaktı"
diye rapor tuttum, onu imzalamak zorunda kaldım. Ovacık yanıyor bilmem
ne. Kamer Genç geliyor, Asayiş Bölge Komutanı Hasan Kundakçı paşaya
"ne oldu" diye soruyor. Paşa, "çatışmadan kaçan teröristler
bölgeyi yaktı" diyor. Dırt helikopter gidiyor. Hepsi bu kadar. Akşam
BBC radyosundan haberleri dinliyoruz: "Kamer Genç bölgede
incelemelerde bulundu." Yalan yani. Devletin imkânlarıyla
Malatya'ya indin. O kadar askeri senin korunmanı alsınlar diye rahatsız
ettin. Helikopter tahsis ediliyor. Tek bir kişiye soruyorsun.
20 yaşındaki çocuğun eline MG3 diye bir silahı veriyorsun, şeritler
şu kadar, gece görüş dürbünleri var. 20 saniyeden fazla gözünde
tuttun mu değişik şeyler görüyorsun. Asker takıyor gözüne, uzun
tutuyor tabii. Ateş böceği bu sefer insan gibi görünüyor, panik yapıyorlar.
Çalıştırıyor MG3'ü, havancı havan çıkarıyor, geri tepmesiz topçu
topu çalıştırıyor, gördükleri insan değil, ateşböceği. Giden
bir servet o anda, bu da ekonomik boyutu. Gece on birde Nazımiye Düzgünbaba'da
en zirveye çıktık. Bölük komutanı olarak görevlendirildim. 53 kişiyi
dizdim. Çocuklar kahvaltı yapmaya başladılar. Beş dakika geçmedi,
ateş gelmeye başladı, silahların sesini tanıyoruz, keleş. İki buçuk
saat orada çatışmada kaldık. Bunlar çukur kazmışlar, belli aralıklarla.
Nöbetleşe her mevzide iki kişi uyur, biri nöbet tutar. Sabaha karşı
bunların hepsi uyumuş. Aralarından geçip içlerinde bir halka da biz
yapmışız. Ben geriye doğru çekildim. Gerisi uçurum, ateş gelemez.
Tepeden bizimkiler görüyor bizi ama yardım edemiyorlar. Bizimkiler,
telsizde, "içinize girdiler, buradan destek verirsek sizi de
vururuz. Kendi imkânlarınızla kurtulun" diyor. Sonradan anlıyoruz,
teröristler de kuşatıldılar diye bizden korkuyorlar. Teröristler üsttekileri
görüyorlar ama bizim tam yerimizi tespit edemiyorlar. Bu sefer ne yapıyorlar?
Bir grup ateş ediyor, bir grup kaçıyor. En son bir tane bıraktılar
orada, o ateş ediyor. O ateş de kesildi, ben kalktım. Oradan rütbeli
telsizle, "bulunduğun bölgeyi ara" diyor. Ben de, "gel
sen ara, ben gidiyorum" dedim. İki buçuk saat çatışmanın altında,
bir de arama yapacağım. Az ilerde bir ceset, yolun üzerinde. Bizim
Adanalı bir asker, "komutanım mekaplarını alabilir miyim"
dedi aldı ve çok da sevindi. O atmosfere girdin mi, ister istemez değişiyorsun.
Tabii insansın, karşı tarafa da acıyorsun, kendi askerine de acıyorsun.
Yine Ovacık tarafında bir asker çatışmada öldü. Orada çocuk
battaniyeye sarılmış, ağaçlar geçirdiler battaniyeye, omuzda
gidiyor. Bir bölük öbürüne teslim ediyor. Mağarada bisküvi üzüm
kurusu, saz, fener öyle bir şeyler, kavurma teneke bulmuştuk.
Helikopter gelmiyor. Erzak yok. Üzüm kurusunu, bisküviyi görünce,
cenazeyi yere attılar. Herkes cenazeyi çiğniyor. Bağırdım orada, hiç
unutmam, sisli bir hava, yağmur yağıyor. Bağırdım: "Orada
arkadaşınız öldü belki bir saat sonra biz de böyle olacağız iki
tane bisküvi için çiğniyorsunuz, terbiyesiz adamlar." O anda çok
açlar... Psikolojik olarak tamamen değişiyorsun. Astsubay, "sırtımızda
götüremeyiz, kovboy filmlerindeki gibi atın üstüne koyalım mı,"
diyor, "Onu alay komutanı karşılayacak, resmi tören yapılacak,
bayrağa sarılacak, sen bunu kovboy filmi gibi atın üstüne koyup
da..." dedim. Kabul etmedim. "15 kişiyle seni görevlendiriyorum,
cenazeyi teslim ettiğini telsizle bana bildirip geri döneceksin"
dedim. Bir tarafta çok güzel saygı sevgi, bir tarafta da acımasızlık,
acıma duygusunun yok olduğu bir şey.
Yüz yüze hiç PKK ile karşılaşmadım. Tabii, yakalananlardan bize yol
gösterenler vardı. Bunlar pişmanlık yasasından yararlananlar, silahı
vermiyorsun ona. Onlar bizimle geliyor, nereden geçtiklerini, mayınları
nasıl yerleştirdiklerini anlatıyor, gösteriyorlar. Hatta bize,
"mayın nasıl ve nerelere yerleştirilir" diye ders bile
veriyorlardı. Onun dışında, PKK ile ceset olarak karşılaştım. Çatışmalarda
da neyse ki her zaman ölü olmaz. Bakıyorsun bir çatışma oluyor,
tabii ki çoğunluk bizde olduğu için, ne kadar sürerse sürsün sonuçta
çatışma bölgesini ele geçiriyorsun.
Orduda zayiat versen bile hâkimiyet sende. Ama terörist kendi adamını
götürdüğü gibi askeri de alıp götürüyorsa, zor tabii. Askerin
silahını alabilirse genellikle götürür. Benim gördüğüm kadarıyla
çözüm çok köklü bir çözüm olmalı.(Temmuz 1998, Tonya)
1965, Tonya doğumlu, Temmuz 1993 ile Aralık 1994 arasında 17 ay
Tunceli'de askerlik yaptı. Açık öğretim bitirdi.
1313, KOLUMA VURULAN
NUMARA
Eskiden hemen âşık olurdum; geceleri bazen ağlardım, film falan
izlerken etkilenebilirdim. Şimdi âşık olamıyorum. Cinselliğimi, her
şeyi daha iyi yaşıyordum. Şimdi, yaşıyorum ama önceki gibi değil,
daha hevesliydim. Ölü bir hayat yaşıyorum
Pislik, disiplin, küfür, dayak... Çok dayak yedim. Ben 70 kilo ile usta
birliğine teslim oldum, 49 kilo ile döndüm, tam 21 kilo... Kendimi,
ancak beş-altı ayda toparladım. Memleketimden 45 km uzakta askerlik yapıyordum.
Bu da beni üzüyordu. Neden hepsi Doğulu? Devlet politikası Doğulular'ı
birbirine vurdurtuyor. Savaştan önce, Doğulu Batı'ya, Batılı Doğu'yaydı,
şimdi tersi. Bölükte 350 kişiyiz, ellisi bile Batı'dan değildi.
Patnoslu yarım saat ötedeki Erciş'te askerlik yapıyor. 1313, koluma
vurulan numara... Gece saat üçe kadar tıraş olmayı bekledim, kafam
kan içinde kaldı, makine kesmiyordu. Adamın biri, şırıngayı hiç değiştirmeden
çok kötü iğne yapıyordu. Öyle büyük şırıngalarla hayvanlara yapıldığını
görmüştüm. İğne üç-beş kişide bir değiştiriliyordu. Evden
kahvaltı yapıp çıkmıştım. Gece saat 3 olmuştu, daha hiçbir şey
yememiştim. Birer ekmek getirdiler, paylaştık arkadaşlarla, sabah saat
beşte yattık, altıda bizi tekrar kaldırdılar. 58 günlük eğitim,
hapishanelerde tutsaklar gibi. Bütün gün selam ver, tüfek as, çıkar,
düdükle otur, kalk, çay servisi... Acemide altı mermi kullandım,
hepsi karavana. "İyi eğitim alın, ölebilirsiniz" diyorlardı,
ama eğitim iyi değildi. "Çatışmada PKK'ya esir düştün mü, şehit
oldun mu kulak kesiyorlar" gibi bir nevi hırslandırma yapıyorlardı.
En kötü piyade, hatta "bitli piyade" derler. Ağrı! Annem
babam inanamadı, çok üzüldüler. Şehitleri gördüğümde çok üzülüyordum,
az çok bildiğim için de, "niye böyle oluyor" diye bir düşüncem
yoktu. Muş'a birliğe amcam bırakmıştı, el sallarken ağlamıştım.
Usta birliğinde her şey kötüydü; temizlik yok, yemek yok, yataklarda
tahta kurusu. İlk gittiğimde 5 kişi 2 ranzada yatıyorduk. İlk sabah
kalktığımda bütün vücudum kaşınıyordu. İç çamaşırımı çıkardım,
komple tahta kurusu. Bir hafta bütün vücudum alerji oldu. Tahta
kurusuna da alıştım. Yemekleri kimse yemiyordu, parası olmayan bile.
Çayla kuru ekmek yiyorduk. Bizi taburlara yerleştirdiler. G3 uçaksavar,
el bombaları... Güzel eğitim verildi de, dört dörtlük değil. 15 ay
diye gittim, 18 ay oldu, bize "Çiller askerleri" deniyor.
Ben ilk gittiğimde iki ay hiç banyo yapamamıştım. Bulaşığa bakıyordum.
On dakika kaynar su açık tutuluyor, önce üst devreler yapıyor, bize
" banyo yapın" dediklerinde, suyun bittiğini biliyorlar.
Hatta, bulaşık yıkamaktan parmaklarımın arası hep yağ olmuştu. Çok
kötü kokuyordu. Bir gün üst devreden, kazan dairesinde çalışan bir
arkadaşımı gördüm, çok sevindim, ağladım. Özel banyolarıvarmış.
Bir saat rahat banyo yaptım, giysim de yok, orada kolaymış, yeni bir
takım elbise de aldı bana.
Kıştı, köy aramasına gitmiştik, ilk operasyon... Evleri aradık.
Sadece kimlik arıyoruz, bazı evlerde erkek kimliği çıkıyor, erkek
yok. Üslerimize bildiriyoruz. Kadın, "eşim dağa gitti"
diyemez ki... Tabii, ben askerim, öbür taraf düşman oluyor. Düşman
olarak görmesem, gitmem icabında. Ben de katılırım. Çok üzülüyor,
neden böyle oluyor diye düşünüyordum. O halka çok eziyet ediliyor.
Tendürek dağında bir çatışmaya girmiştik. PKK bizi görmüş, çukura
saklanmışlar. Biz gidiyoruz, görmüyoruz, en sondaki timin en sonu görmüş
onları. Çembere aldık, 16 tane PKK'lı öldürüldü. 14 keleş, bir
kanas çıktı. Cesetleri toplamıştık. Sabah kalktığımızda
cesetlerin kulaklarını kesmişlerdi, sağ görüşlü arkadaşlar gece nöbete
kalktıklarında kesmişler. Çok kötü olmuştum, hayatımda parçalanmış
ceset görmemiştim. Tabur komutanı, çok pis küfür etti, "aranızda
cami hocası var mı" dedi. El kaldıran bir iki kişiye, "gelin
buraya," dedi, "yaptıkları doğru mu? Düşman da olsa, ölmüşler,
müslümanlıkta cenazeye dokunmak günahtır" dedi. Kötü oldum, üzüldüm.
Ranzada uzanıyordum, her görev bitiminde on gün falan istirahat
veriliyor, çünkü ayaklar patlamış. Onun kulağı mektuba koyduğunu gördüm.
Kesenler ailelerine gönderiyordu. Konuşsam, "Kürtçülüğü
destekliyorsun" diyecek. Sen de PKK'lısın falan diye, belki beni
Terörle Mücadele'ye gönderirlerdi. Kürt olduğumu askere gittikten
sonra düşündüm. Bütün insanları aynı görüyordum, halen de öyle
görüyorum ama başta bu PKK'yı falan yadırgıyordum. Kürtlüğümü dönüşte
daha çok yaşadım. Sanayide askerliğini Güneydoğu'da yapmış güvenlik
görevlisi aranıyordu. İki kişi santral için başvurmuş, ben güvenlik
için. Öbürüne, "güvenliği yapabilir misin" dedi. Çocuk,
santral için başvurduğunu söyledi ama onu aldılar. Gitmeden önce
kavrayamıyordum. Babam 1990'larda belediyede şoförlük sınavına
girdi, 90 puan aldı, onun yerine 60 puan alan Konyalıyı aldılar. O
zaman, "Kürtlük nasıl bir şey" diye düşünmüştüm. Bu
Tendürek'teki çatışmada bir üsteğmen ayağından vuruldu, bu üsteğmen
zamanında bir askeri sopayla döve döve öldürmüş. Ceza yemiş, yatmış
da birkaç sene. Gece içki içip geliyor, koğuşlarımıza girip bizi dövüyordu.
40-45 yaşında, yarbay falan olması gerekiyor ama kıdemli üsteğmendi.
Bir keresinde, yatıyorum, kaldırdı, "ne yapıyorsun" dedi.
Beni güldürmeye çalışıyor. Gülmedim. Sonra bir yerlerimle oynamaya
başladı. Ben de güldüm, ondan sonra beni dövdü. Çatışma çıkarsa,
arkadaşlardan biri "ben vuracağım", öbürü "ben vuracağım"
diyordu. Göreve giderken de, mesela beş bira bana zimmetliyor, beş bira
öbürüne... Adam alkolik yani. Yük ağır, bir de beş bira, yeri
geliyor ağırlıktan kumanyamı bile atıyorum. Molada çağırıyor,
birasını veriyoruz. Herkes içtiğini biliyordu, bölük komutanları
da. Tendürek'te çatışmadayken, bu üsteğmen şahlanmış, ayağa kalkıyor,
küfür ediyor. Ayağa kalkmak yasak. Bacağına kurşunu yedi. Çatışmada
16 keleş, bir kanas çıktı. Ona değen G3, yani askeri. Üsler de
"asker vurmuş" dedi. "Yanlışlıkla oldu" diye
yorumlandı ama herkes askerin bilerek vurduğunu biliyordu. Geri dönmedi.
Askerin hepsi, bunu yapana dua ediyordu. Tendürek'te üç kişiyi de sağ
yakalamıştık. Sağ yakalananlardan biri ölü arkadaşlarını görünce,
"komutanımız" diye ağlamaya başladı. Öbürü de,
"sizden kaç kişi vurduk" diye sordu. Yüzbaşı üçünü yan
yana dizdi. Bize de, "kar başlıklarınızı onlara verin"
dedi. Almak istemediler. Soyunun denince soyundular, yüzbaşı timi çağırttı,
onları vurdurttu. Aynı komutan, "kulakları niye kestiniz,"
diyor, günahtan bahsediyordu. Adamı yakalamışsın, cezası neyse ver,
öldürmen mi gerekiyor? Diyarbakırlı arkadaşım, "gözlerim
doldu, o yüzbaşıyı öldürmek istedim" dedi. Yolda bir bayan, bir
erkek ölüsü gördük. Kafalarını taşlarla ezmişler, tanınmasınlar
diye, kadın olduğu saçlarından belli. Şehit vermedik ama arkadaşın
biri bunalıma girip askerlik yapmamak için kendi ayağını vurdu. Sakat
kaldı, bir-iki sene de ceza verdiler. Komandolar çatışmadaydı, yardıma
gittiğimizde, beş komando şehit olmuştu. Arabaya alırken birinin pançosu
çekildi, yüzünü gördüm, ölmemiş gibiydi, çok kötü olmuştum. Üzülüyorsun,
kin ve nefret duyuyorsun, birini öldürmek istemek gibi şeyler
hissediyorsun.
Üç gün mü ne, yemek yememiştik, susuzluğu karla gideriyorduk,
kumanya istiyorduk. Adam, "helikopter kalkışı 80 milyon, bir iki gün
daha dayanın" diyordu. Sonunda, bayılanlar oldu, zar zor gönderdiler.
Ekmek geliyor, 1 haftalık; konserve, barbunya, markası bile belli değil,
haftada bir kere Dardanel. Bir keresinde kavga eden iki arkadaşı ayırdım,
dayak yiyen arkadaşım benim de vurduğumu söyleyince bir astsubay beni
yatağa düşecek kadar kötü dövmüştü. Yere düşüyorum, bayağı
zayıfım, kalkınca tekrar dövmeye başlıyordu. Ayağa kalkmak zorundayım,
ona selam vereceğim, beni dövmeye devam edecek.
Ağrı dağındayız. Çok yağmur yağıyordu, sıtma olmuştum, Doğu
Beyazıt radyosunu dinliyorduk. Sunucu, telefonla programa katılana
"şu anda ne yapıyorsunuz," diyor, adam, "çay içiyoruz
" falan diyor. Onlarla olmak isterdim. Sıcak bir yerde ailemle,
arkadaşlarımla çay içmek isterdim. Sıtmayken, nöbet yerinde kaybolmuştum.
Çadırıma girmeye çalışıyordum. Arkadaşım, "nereye
gidiyorsun" dedi. Ters istikamete gittiğimi söyledi. Hayatımı
kurtardı. Sonuçta dağda PKK'lı da var, beni vurabilirlerdi. Bizim
komutanımız yüzbaşıydı. Çok iyi bir adamdı, "hedefim şehit
vermemek" derdi. Rütbeli ne kadar başarı gösterirse, rütbeyi o
kadar erken alıyor, ama bölük komutanımız, "bir askerimi alsın,
karşılığında bana 100 tane PKK'lı versin, kabul etmem, o askerimi
isterim" derdi. Bizi rütbesi için tehlikeye atmıyordu, "üç
çocuğum var" diyordu, "sizi onlardan ayırt etmiyorum".
Çok seviliyordu. Ankara'ya gitti, oradan bile bize telefon açıyordu.
Tugay komutanı Doğu Beyazıt'tan telsizlerle bizi yönetirdi, bayramımızı
kutlamaya dağa gelmişti. Uzmanlarla her gün kavga ediyorduk, paralı
askerler yani. Bölük komutanımız da, "bunlardan bıktım"
diyordu. "Askerimi dövemezsiniz" diyordu onlara.
Birlik'te 300 kişiydik, çaycısı da Kürt, yemekhanecisi de... Yani çoğunluk
Kürt. Türk arkadaşlarımız çekemiyordu, bir ara Kürt-Türk mevzuunda
büyük bir kavga oldu. Çoğunluk Kürt'tü ama üç Kürt bıçaklandı.
Biri, "çaycı bile Kürt, burada Kürtçülük mü var?" dedi.
Küfür edince kavga başladı. Kendini korumak için gelene bıçak
salladı. Oraya giden günahını falan düşünmüyor... İmam asker, günde
dört vakit namaz kılıyor, dönüşte bir nevi ateist oluyor. Din
ortadan kalkıyor gibi, çünkü her gün eğitimdesin, adam ister istemez
uzak kalıyor. Aslında içki yasaktı, orada insan daha çok içmek ister
ama, askerliğin uzatılır, riskli. Askeriyede içki satılıyor,
subaylar içiyor. İki üç arkadaş süper derecede esrar kullanıyorlardı.
Tabur komutanı da biliyordu. Tabii, sivilden gelmişler. Taburcu bizi
topladı, "çok büyük esrar dönüyormuş," dedi, "fena
yaparım". Adam bağımlısı.
Muhakkak birini öldürmüşümdür, uzak mesafeden ateş ediyorsun, kimin
vurduğu belli değil. Onlar 16 kişiydi, biz 300-400 kişiydik, yani
milyonlarca mermi gidiyor. Önceki düşüncem, vatani görev dediğim,
ileride çocuklarım da gidecek, bir nevi halkı koruma. Neye karşı?
Halka kötü gelecek bir şey, bir PKK, bir Yunanistan olabilir. Onlardan
da vuruluyor, o da hoş değil. "PKK kötü" diyordum. Doğu
halkı da batıya göre çok eziliyor. PKK'ya daha ön yargılıydım. Şimdi
olsaydı, askerlik yapmazdım, bir nevi pişmanım. Amcamın oğlu polisliği
kazandı, mezuniyetine 20 gün kala Kürt diye okuldan attılar. O zaman,
devlete niye askerlik yapayım? Zoruma gidiyor, bu devletin iyi gününde
yoksam, kötü gününde varsam; bir nevi devlet tarafından kullanılıyorum.
Orada ölebilirdim. Ölümü çok düşündüm. Sağlam da
gelmeyebilirdim, kafayı da yiyebilirdim. PKK'ya çok kızanlar, çok hırslananlar
bile o askerliği yapmaz, şartlar çok kötü. Hayalimdeki askerlik;
reklamlarda, kliplerde anlatılıyor; hepsi mutlu, gülüyorlar. Gerçek
ise tam tersi, çok berbat. Uzama gelince ağladım, üzüldüm, yemek
yiyemiyordum, hiç yiyememeye başladım. "Artık dönemeyeceğim"
dedim.
Askerlik bitince, bir an önce Ağrı'dan çıkmak istedim. Arabaya
bindik, hâlâ inanamıyorum. Dönüşte Patnos'ta şofben vardı, üç-dört
saat suyun altında kaldım, üstümdeki pislik gitsin dedim. Elbiselerimi
giydim, yatmadım, yatsam tahta kuruları yeniden elbiselerime geçecek,
kaloriferin başında sabahladım. Tam eve geliyorum, babamla bir komşumuz
yolda, babam tanıyamadı. "Baba" diye seslenince döndü, sarıldı,
ağladı, tanımaması çok zoruna gitti. Akşam amcamlar geldi, hepsi şok
olmuştu, "eski sağlığına kavuşursun" diye beni teselliye
çalıştılar. Hareketlerimde biraz değişiklik vardı, "oğlumuz
gitti mi" diye endişelendiler herhalde. Annemin güzel yemekleriyle
iki-üç ayda kendimi toparladım. Kız arkadaşım döndüğümde evlenmişti.
Sonra doğru düzgün kız arkadaşım da olmadı, hoşlanamıyorum. Aradığım
aşk çok değişik... Eskiden hemen âşık olurdum, geceleri bazen ağlardım,
film falan izlerken etkilenebilirdim. Şimdi aşık olamıyorum. Cinselliğimi,
her şeyi daha iyi yaşıyordum. Şimdi, yaşıyorum ama önceki gibi değil,
daha hevesliydim. Ölü bir hayat yaşıyorum. Şiddet var, bana iki üç
kere kızdıklarında dayanamayıp, karşı koyabiliyorum. Her şeye kızıyorum,
bir şey dendi mi, hemen karşılık veriyorum. Geceleri üçe dörde
kadar uyuyamıyorum, ne düşündüğümü de bilmiyorum, boş yani. Dışarıdan
iyi gibi gözüksem de aslında iyi değilim. Biriyle konuşuyorum,
dinlemiş gibi yapıyorum, konsantre olamıyorum. Kalbimde bir sorun var
ama tam olarak bilemiyorum. Ara sıra başım da ağrıyor, şiddetli.
Doktora, psikoloğa falan gitmedim. Şimdi açıldım, beni geriye götürdünüz,
o zamanla şimdi arasındaki farkı gördüm. Mesela biriyle tanışmışım,
üç beş kere ismini soruyorum. Kalabalığı sevmiyorum, insanlardan
uzak kalmak istiyorum. Dağ başında bir evim olsun istiyorum. En küçük
kardeşim orta ikide, kesinlikle askerlik yapmak istemiyor, ara sıra konuşuyorum,
soğuyor, televizyonda çatışmaları görüyor, ürküyor. İnsanların
ölmesine ve savaşmasına karşıyım. Niye kendimi kahraman sayayım?
Askerler çatışmaya gidiyor, şehit vermeden alıyorlar, o askerler
kahraman, şehit zaten ölenler ve gaziler işte... PKK'lılar çembere alınırlarsa,
ateş açıp kaçmaya çalışıyorlar. Pusuya düşürdüklerinde amaçları
asker öldürmek değil, nokta atışı yapıyorlar. Komutanlar rütbelerini
söküyorlar ama PKK'lılar anlıyor, çünkü bir şey taşımıyor,
arkasındaki adamda bir sürü yük var, botları falan daha değişik.
Mecbur kaldı mı, askeri de vuruyor tabii. Bu söylediklerimi kimseyle
konuşmadım, çevrem de yok artık. Askerden geldikten sonra kimse eski
kişiliğimi bulamadı. Eski arkadaşlarım yok şimdi. Düşmanım yok
ama ezildiğimi, hakkımın yendiğini hissediyorum. Bir işçi maaşı 23
milyon, bir kiralık ev 25 milyon... Elimde olsa Türkiye'de yaşamak
istemem. Maddiyattan çocukluğumu da yaşayamadım, şiddet yoktu ama
huzursuzdum. Bir topum yoktu, bir bisikletim olmadı, parkta hiç oynamadım.
En güzel zamanlarımda ayakkabı boyacılığı yapardım, pazarda bir şeyler
satardım, nasıl mutlu olabilirdim ki? Tutucu biri değilim, PKK'lıyı
da sevmiyorum, MHP'liyi de... Seçim olsa oyumu ÖDP'ye veririm. ÖDP'liler
bana göre bilinçli, beni çok güzel aydınlatabiliyorlar, bana gel üye
ol da demiyorlar, işte bu düşüncelerini seviyorum. Altı aydır boştayım,
şimdi basit işler var, gidiyorsun, asgari ücret falan veriyor. (Nisan
1998, İzmir)
1973, Muş Varto doğumlu, orta okulu bitiremedi. Beş kardeşler, babası
şoför. Ağustos 1993 - Şubat 1995 arasında piyade olarak yaptığı
askerlik hizmetinin acemi bölümü Manisa'da, usta birliği Ağrı
Patnos'ta geçti. 12 yaşından bu yana İzmir'de yaşıyor. Pazarcılık,
ayakkabı boyacılığı, inşaat işçiliği, garsonluk yaptı, iş arıyor.
Askerde en çok Kenan Doğulu'dan "Yakarım Romayı da yakarım"ı
seviyordu, şimdi asla dinlemek istemiyor. Yılmaz Güney, Türkan Şoray
sevdikleri. Ahmet Kaya ve Yavuz Bingöl dinliyor.
BÜTÜN İNSANLARI SEVİYORUM,
TESLİM ALDIĞIMIZ TERÖRİSTİ BİLE...
Biri köye gelirken, pat vuruluyor, öldürülüyor. Vatandaş da
olabilir, terörist de... İşin zorluğu orada... O adamın çocuğu
bundan sonra ne olur? Kendi adıma söyleyeyim, sülalece dağa çıkarım...
Askerlik benim karakterime uyuyor; çalışmayı ve disiplini severim. Yüksek
mühendis olduğum için Doğu'ya gideceğimi tahmin etmiyordum. Ön mülakatta,
arkadaşlar Doğu'ya gitmemek için, "yok ayağım, yok kafam ağrıyor"
diyorlardı. "Kardeşim, yaz bizi" dedim.
Başlangıç zor, ben de zorlandım, hatta insan sinir krizleri falan da
geçirebiliyor. Gideceğiz, savaşacağız şeklinde bir eğitim aldık.
Gider gitmez bizi dağın başına gönderdiler, rakım 3000 küsur. En büyük
problem terörizm diye düşünüyorduk, alakası yok, o sadece yaz aylarının
problemi, asıl problem asker. Biz yedek subaylar sivilden gittiğimiz için
olayları şiddet kullanmadan çözmeye gayret ediyoruz, erler anlamak
istemiyor. Gün ışıyınca askerler yatmaya başlarlar. Sabah sporundan
sonra kahvaltı. Spor yapmazsa asker uyuşuk oluyor. Asker üzerine soba
devriliyor, yine uyuyor. Sabah sporu, gece eğitimi, gündüz eğitimi, diğer
eğitimler derken askerleri o tembellikten kurtardık. Bazı günler
futbol oynatıyordum, monotonlaşmasınlar diye. Karanlık olurken gece görevi
başlıyor; yakın emniyet, uzak emniyet, pusu, dinleme postası gibi. Başta
yalnızdım, bir astsubay arkadaş geldi yardımcım, sonra bir asteğmen
arkadaş daha geldi, iki olduk. Ben her şeyi el yordamıyla öğrendim,
sonrakiler şanslı. Akşamları askeri veya "dürüst olalım,
yalancı olmayalım" gibi karakter dersleri veriyordum. Gözetleme
yapacak, görüntü vermemesi, gürültü yapmaması gerekiyor, ama canı
sıkılıyor, silah atıyor. Askere dayak yeterli çare değil, ama dayak
atınca nedenini de göstermek gerekiyor. Haksız yere dövmek de mümkün
değil. Acemi birliğindeki eğitim yetersiz. Asker pasifize edilmiş bir
şekilde geliyor ama dört-beş ay sonra canavar gibi bir duruma geliyor.
Ben askerlerimi çok seviyordum, hâlâ da seviyorum, gece beraber nöbete
gidiyoruz, beraber yıldız sayıyoruz. Askerin yanına üsteğmen gelmez,
yedek subaylar bu iş için biçilmiş kaftan. İşi de yedek subaylarla
erler götürüyor. Bu arada yedek subay dışlanıyor. Operasyonlara
subaylar katılsa, tahminimce, daha iyi olur da kadro yetersiz. Takım
komutanıydım, olması gereken üsteğmen diye geçiyor. Haftada bir
rahatça gazete okuyorduk, bayağı kitap okudum. Ben sınırda görevliydim,
alan savunması yapıyordum. 463 metre sonrası İran. İran'a gidip
geliyordum. İran'daki Kürt kökenlilerle bizim taraftakiler akraba. Fi
tarihinde sınır çekilmiş, biri orada, biri burada. Sınırdan geçmek
yasak. Bayram ziyaretlerine izin veriyordum. İran tarafında bir arkadaşın
cenazesi oldu, bütün köy gitti, ben de. Bir günlük pasaport
verilebiliyor. 7000 metrekarelik arazide size taşları bile sayarım;
onların resmini bile çizerim. Orada mayına basıp gidebilirsiniz,
serseri bir kurşun gelir sağdan, soldan, veya bir teröristle başka bir
şekilde karşılaşabilirsin... Arkadaşları, muhabbetleri özlüyordum,
konuşacak kimse yok, dağda kurtlar uluyor, tipi, fırtına, soğuk,
askerle ne kadar konuşsak da bir arkadaş rahatlığında olmadığı için
ben en çok onları özledim.
Gece, soğuk, kar göz gözü görmüyor. Vatan görevi, bu devleti
birileri bekleyecek, sıra bize gelmiş, bekliyoruz. Savaşı düşünmemek
mümkün değil, hâlâ düşünüyorum. Askerimle gidiyordum dağa, 3 km
ötede teröristler duruyor. Yaklaşınca terörist sınırın öbür
tarafına geçiyor. Dağa çıkmış teröristi indiremezsin, ama siyasi
bir manevra yapılır, Apo'yla oturulur, anlaşılır. "Apo terörist,
karşımıza almayız" olayı var. Yalan. Apo'yla bizimkilerin gayri
resmi görüştüğünü herkes biliyor. Neden görüşülmesin? PKK'nın
amaçları şudur, vatandaş şu şartlarda yaşıyor, nasıl çözüm çıkar
diye bir kamuoyu araştırması yapılır, halledilir.
Emir yukarıdan geliyor. Kaçakçılık var, "kaçakçıyı vur"
diyor. Yasal olarak hakkın var da çözüm değil ki... Nasıl vururum? Mümkün
değil. "Silah, eroin için" gidiyorsa vurursun. Oysa, vatandaş
mazot, şeker için gidiyor, görüyorum. Asker belki zorunlu olduğu için
gidiyor, ama vatanın çilesini de onlar çekiyor. Durumu iyi olup da Doğu'ya
gelen hatırlamıyorum. Ancak 40 askerden altısı lise mezunu, durumu iyi
olanlar bir yolunu buluyorlar. Askerde de rüşvet var, her yerde olduğu
gibi. Başbakan, "üç-beş çapulcu eşkıya" diyor. Bir insan
50 yaşında bu lafı nasıl söyler? Ama, bu işin altında kalınabileceğini
fark ettiler, bu sefer bastırmaya başladılar. Doğu'da da çıkarı
olan bazı Doğulu vatandaşlar var, ağalar, silah tüccarları,
konserveciler... Harcanan konservenin haddi hesabı yok. Mesela normalde yılda
bir verilen bot, üç ayda bir veriliyor. Bu işle alakası olan herkes,
lastiği verene kadar kazanıyor. Subaylar da iyi para alıyorlar, savaş
olmasaydı da buraya gideceklerdi ama bu kadar kazanmayacaklardı. Basın
da haber açısından kârda. En çok zararı da gerek PKK gerekse asker
arasında kalan halk çocukları görüyor. Askerlerin bazı yanlışları
var. Bazı komutanlar dolaylı veya dolaysız olarak teröristlerle işbirliği
içinde, eroin kaçakçılığına göz yumuyor. Bunu JİTEM dahil herkes
biliyor. Savcı olsaydım, ispatlardım. Anlamak da zor değil, haritaya
bakılır, nerede olay yok, orada terslik var demektir. Bu anlamda
komutanlardan, iyi ya da kötü niyetli olarak görevlerini ihmal edenler
var. Toplumun psikolojisi oraya da yansımış. Asker ilk üç-dört ay çekiniyor,
sonra hiçbir şeye takmıyor. Terörist 1.5 km uzakta, asker burada
uyuyor. Terörist gelse, silahlarını alsa, öldürse olur, asker bunu
biliyor ama takmıyor. Askerin inanç konusunda bir zafiyeti var, yani
dini inanç değil. Askerin uyuma, inanç ve eğitim düşüklüğünden
dolayı problemi oluyor. Askerin bildiği: "Güneydoğu'da PKK var,
askerleri öldürüyor, askere geldik, savaşacağız." Genel
kurmaydan dokümanlar geliyor, astsubay kapasitesine göre anlatıyor. Bu
dokümanlarda politikacıların attığı nutuklardan bazı cümleler tırnak
içinde aralara serpiştirilmiş oluyor, daha çok komutanlığın
ideolojisi anlatılıyor. Pabucun pahalı olduğunu maalesef 11 sene sonra
anlıyorlar. Keşke başta anlasalardı da, bu vatanın evlatları ölmeseydi,
dağlara çıkmak durumunda kalmasalardı. Teröristleri görseniz acırsınız,
duygusal yaklaşmıyorum, yakalasa, belki beni öldürecekti. Bu işin
askeri tarafı, ama insan boyutunda düşünüyorum, çok yazık. Sadaka
vereceğin insan eline silah almış. Bazı yerlerde insan hakları
ihlalleri oluyor; subay ve astsubay arkadaşların yanlışlıkları, asteğmenlerin
demiyorum, çünkü onlar emirle çalışıyorlar, özgür değiller,
asker bir süre sonra komutanı ne yaparsa aynısını yapıyor. Diyelim
ki, köyün birine bir adam giriyor. Köy sarılacak, arama yapılacak
derken vatandaşın biri köye gelirken yolda pat vuruluyor, öldürülüyor.
Vatandaş da olabilir, terörist de, işin zorluğu orada. O adamın çocuğu
bundan sonra ne yapar? Kendi adıma söyleyeyim, sülalece dağa çıkarım
yani. Asker olayı bilmiyor da, vatandaş biliyor mu? Terörist geldi,
"başım gözüm üstüne, hoş geldiniz"; sonra komutan
geliyor, "komutan hoş geldin!" Haklı, kızamıyorsun. Ben de
olsam aynısını yaparım. Can tatlı.
PKK ile telsiz konuşmaları oluyordu. Bölük komutanıyla bizim ilçenin
PKK sorumlusu harp okulundan arkadaşmış. Konuşuyorlar: "Şurada
oturuyordunuz", "Çocuk büyüdü mü?", "Senin de kız
vardı, o ne yaptı?" Gayet güzel bir muhabbet, bu çatışma anında
oluyor, bazen küfürler oluyor. Bir askerimizi kaybettik, bir terörist
yakaladık. Askeri kaybettiğimiz için operasyondan vazgeçtik, şehit
verdikten sonra on tanesini yakalasam ne olur? Askerler,
"operasyondayız" diye bayağı sallarlar. Herif kapıdan dışarı
çıkar, mektup yazar, "bugün şu kadar kelle aldım" diye.
"On asker öldü" diyorlar, aslında öyle değil, asker pusuya
düşüyor, o anda on kişi ölüyor, 20 de yaralanıyor, diyelim, on kişi
bildiriliyor basına. Daha sonra 20 yaralıdan belki onu daha ölüyor.
Bizim orada oldu, ilk anda 21'di ölü, sonra otuza çıktı, 21
bildirildi basına. Sonra ölenler basına yansımadığı için az gösteriliyor.
Adam iki metre karda görev yapıyor, bot ıslanıyor akşama kadar, içeri
giriyor, dışarı çıkıyor, hasta oluyor, o soğukta hastalanmamak
anormal. Hapları ben veriyordum, asker geliyor şuram ağrıyor diyor,
okuyorum ilaçların prospektüslerini, bir şeyler veriyordum. Helikopter
her pozisyonda gelmiyor, yani iki-üç teröristle üç-beş asker çatışıyor,
ona helikopter gelmiyor, malum çok masraflı. Bu durumda, ilk yerleşim
birimine inilecek, il veya ilçeye ulaşılacak. Çatışma büyükse,
helikopter hemen geliyor, yaralıyı alıp götürüyor. Asker ölüm bölgesi
denilen yerde yaralanıyor, oradan çıkartamazsın, girsen seni de
vururlar, o da orada bağırıp duruyor...
Beni askerlik olgunlaştırdı. Kendimi biraz daha iyi tanıdım. Değiştim,
bazı şeyleri gördüm ve kabul ettim, ülkemizde her yerde üçkâğıt
varmış, askeriyede de hoş olmayan üçkâğıtlar dönüyormuş. Biz
askeriyeye kutsal gibi bakarız millet olarak, bu anlamda biraz demoralize
olduk. Gitmeden önce öğretmenlik de yaptım, insan çocuğun kulağını
çekmekten bile rahatsız olur, askerde bu daha kolay bir hale geldi.
Yetkilisin, şiddete biraz daha yatkınlık başladı. Ama, şiddet aklın
bittiği yerde başlıyor. Defalarca anlatıyorsun anlamıyor, en sonunda
tükeniyorsun, iki tane patlatıyorsun, her şey halloluyor. Önceki gibi
öğretmenlik yapamam, herhalde iyi patlatırım öğrenciye. Şiddet
biraz gelişti galiba.
Mesela bugün ordu Irak'a girmiş. "Bizim A timleri teröristlerin
arka tarafına atıldı, mayınlar temizlendi, çatışma devam
edecek" deniyor. Kamuoyu da bekliyor ki bir hafta sonra açıklama
yapılacak, "2000 tane terörist ele geçirildi" denecek. Alakası
yok. Olay, o gece biter. Arazi öyle tuhaf ki, terörist çıkıp gidiyor.
Basında okuduklarımdan anlıyorum ama haberlerin havası ters. Harekât
neden yapıldı? Bence dışarıdaki operasyondan sonra içeride de devam
edecek, ondan sonra demokratik haklar, insan hakları dediğimiz olay hükümetçe
Avrupa'nın diretmesiyle onaylanmak zorunda kalacak. Bir tür son şov
gibi... Mesela köy boşaltmalar işe yaradı, askerler de işi çok iyi
öğrendi, başlarda adam kapıda nöbet durmuş, geliyor vatandaş kılığında,
"selam, komutanla görüşeceğim" falan derken askerin silahını
kapıyor, herkesi öldürüp gidiyor. Şimdi mümkün değil, bir
karakolun 600-700 metre yakınına kimse yaklaşamaz. Eylemler devam
edecek ama küçük çaplı, o da ülke gündemini fazla tutmayacaktır.
Tabii, bayağı inanılmaz masraf yapılıyor. Yoksa Türkiye olduğunun
iki misli olurdu. Aramızda Kürtler vardı ama istisna. Bence
Karadenizlileri hiç bakmadan komple gönderiyorlar, bizim hırçınlığımızdan
olsa gerek. Orada bir teröristin gelip beni öldürebileceğini kabul
etmiyordum. Bütün insanları seviyorum, teslim aldığımız teröristi
bile. Çünkü acıyorum onlara, onlar da bizim kardeşlerimiz. Ayrılırken
takımdan ağladım, oradaki sevdiklerimden ayrıldım, buradaki
sevdiklerime kavuştum. Oradaki askerleri bırakırken ihanet ediyormuşuz
gibi geldi, acaba bunlar bu işi başarabilirler mi gibi bir duygu da var.
Geldiğimden beri sakin hareket etmeye çalışıyorum, mantıktan geçiriyorum
olayları. Bazı insanlar beni kahraman olarak görüyor, azınlık
bunlar. Ama toplum 11 yıldır süren olaya ilgisiz. Televizyonda
duyuyorlar, üç kişi ölmüş, Allah kahretsin, iki küfür tamam.
Buradaki insan kesinlikle Doğu'daki olayla ilgili değil. Benim oraya
gidip gitmemem onu ilgilendirmiyor. Geldiğimden beri çoğu arkadaşımla
görüşemedim, iş peşinde koşturuyoruz. Arkadaşlar biraz çekiniyor
gibi, "acaba sakat bir tip mi olmuş" diye. Bu beni üzüyor
tabii ki, gelip sorabilirler. İş görüşmeleri yaparken takım komutanı
olarak aldığım bir takdirnameyi gösteriyorum, "en ciddi yaptığım
iş buydu ve bu işten bir takdirname aldım" falan diyorum, kaale
almayan da var, alan da. Aldığım belgeyi tarafsız bir gözle incelesin
isterim. Oysa, "aferin, anlat maceralarını" diyorlar. Buraya
geldik, hayat sürüyor. İlk geldiğim zamanlarda bayağı sessizdim,
insanların bazıları böyle gıcık sorular soruyorlardı, bazıları
"işte kahraman gelmiş" falan diye karşılıyorlar.
Teskeresini alan gerekli baskıyı oluşturabilse, protesto yapılabilse,
hükümet hassas davranmak, çözüm üretmek zorunda kalır. Ama ne
oluyor, teskeremi almışım, geride kalanlara Allah yardım etsin
diyorum. (Mart 1995, İstanbul )
1966, Karadeniz doğumlu, yedi kardeşler, altısı kız, hepsi de evli,
annesi babası yaşamıyor. Anadolu Üniversitesi Mühendislik Fakültesini
bitirdi, İTÜ'den yüksek lisanslı. Yoksul bir aileden geliyor, Tuzla-Foça
acemi eğitimi sonrası İran sınırında takım komutanı olarak 17 ay
askerlik yaptı, iş arıyor.
MERMİLERİN BARUTLARINI
ÇIKARTIP ŞAFAK YAZDIK
Döşeme komple yok oluyor, fırlıyorum. İnsanlar sırtıma vuruyor.
Daha zamanın dolmadı sesleri... Arka kapının girişinde yatıyorum. Bağırıyorum.
Kalkmaya çalışıyorum, belden aşağısını hissetmiyorum. Bacaklarımı
kaybettim.
Saçları üç numaraya vurulmuş o kadar adamı bir arada görmemiştim
hiç. Çok komikti. O ilk şoku yedikten sonra insan askerlik bitinceye
kadar kendini toparlayamıyor. Ne kep uyar, ne bot... Takas edersin. Sokağa
şortla çıkmaktan utanırdım, hamama giriyorsun, belki yüz kişi var içeride.
Birliğine ayrılıyorsun. Soruyorsun. Altıncı bölük nasıl? Oğlum,
boku yedin... Sürekli azarlanıyorsun. "İster öğren, ister öğrenme,
ama oraya gideceksin" deniyor. Askere gittiğim sıralarda arkadaşlarımdan
gerilla şöyle iyi, böyle iyi diyenler vardı, devlete kafa tutan tek
onlar falan. O kadar mükemmel olduklarını sanmıyordum. Olayları
izliyordum, gerçeği görmek için gitmek istiyordum. Eğitimler ağırlaşır
gün geçtikçe. Askerliğin hiçbir tarafırahat değil, rahat olsa
herkes gider. Piyade adı altında iyi komando eğitimi aldık, subaylar
çok iyiydi. Yazın sıcağında elbiseleriniz çamur olurdu, o derece
yorarlardı bizi. Parkurda, kırk dakikada falan bin küsur metre sürünürdük.
Birbirimize pusular attık, adam kaçırdık, bağladık. Ellerini arkadan
bağlıyorum, bir ayağını kıstırıyorum palaskamla. Botlarım çıkartılmış,
silahım gasp edilmiş, çıplak ayakla yürüdüğümü bilirim. Palaskan
alınınca, askeri elbiselerle komik bir duruma düşüyorsun. Elbise genişliyor,
ayaklar çıplak, başta kep yok... Savaşmaya hazırdık. Kötü karşılamıyordum
bunu, yaşamak zorundasın. Ben gitmesem başkası gidecek... Böyle bir
savaş var, orduyu da suçlamıyorum, üstlerine düşeni yapıyorlar.
Sonuçta, bu savaşı askerler başlatmadı. Her yerde savaşı siviller
başlatır, askerler ölür. Savaşı siviller kazanır gene de.
Manisa'dan 600 kişiden çürükleri ayırdılar, 352 kişi oraya.. Bir işi
yapıyorsan hakkını vereceksin. Sivilde de böyleydi, işimi seviyordum,
bağlıydım ve sonuçta bu da bir işti. Hayatımın en güzel günlerini
acemide geçirdim. Yalan söylenmedi. Komutanımız, kulakları çınlasın,
gerçek bir liderdi, ölmeye hazırdık. Eğitimde yüreğimizdeki savaşı
ortaya çıkartmaya çalıştılar. Hepimiz potansiyel katilleriz aslında.
İnsan başlı başına bir cani. Her zaman, savaşmak konuşmaktan daha
kolay.
Mayının yolun neresine döşeneceğini bilseydim, otobüsün o kısmına
oturmazdım. Anlatabiliyor muyum? Oturuyorum, silah yanımda. Ulan, burada
mayın vardır... Hava sıcak, uyuyacak gibiyim. Tam dalarken, o gürültü.
Öne doğru giderken, havaya fırlarken, yerdeki döşemenin açıldığını
görmek, tamam mı? Döşeme komple yok oluyor, fırlıyorum. Kısa bir
karanlık, artık bu boyutta değilim. İnsanlar sırtıma vuruyor. Daha
zamanın dolmadı sesleri... Kendime geliyorum, bir Allah'ın kulu yok,
otobüste tek başına. Arka kapının girişinde yatıyorum. Bağırıyorum.
Kalkmaya çalışıyorum, belden aşağısını hissetmiyorum. Bacaklarımı
kaybettim. O kadar soğukkanlıyım ki... Acaba, geri zekâlı mıyım? Çok
mu cesurum? Aracın içinden çıkıyorsun, "başka yaralı var mı"
diye düşünüyorsun. Biri sarılıyor, "tamam, bir şey yok"
diyor. Bir şeylerin olduğunun farkındasın. Çok ucuz yırtılmış bir
olay, bir sürü mühimmat vardı otobüste, tüpler falan. Bazen malum
oluyor, "ulan" diyorsun, "öleceğim"... O gün gitmek
istemiyorsun. "Gitmek istemeyen var mı" diye sorulduğunda...
Gitmesem, arkadaşlarım gidecek. Bana olmazsa onlara olacak. İnsan
kaderine katlanmak zorunda. Dört-beş gün Şırnak'ta kaldım.
Helikoptere bindik. Gülmeye başladım helikopterde, "bunun da olacağı
varmış" diyorum kendi kendime. Diyarbakır'da müdahale edemediler;
GATA, dört ameliyat. Baktım bacağımın biri yok. Doktora,
"kesme," dedim, "annemin karşısına böyle çıkamam".
Annemi düşünüyordum, gerisi hikâye. Hastanede intihar etmeyi düşündüm.
Kolaydı. Doktor, "kurtaramayacağız, kesmemiz lazım" dedi.
Kes!..
Acemi birliğinden Adapazarı'na gitmiştim. Orada tugay olması gerek
ama, taburun biri Bitlis'te, biri Diyarbakır'da, biri Şırnak'ta.
Koskoca tugay hayalet şehir gibi. On beş gün orada kaldıktan sonra
trenle yüz kişilik grup sivil ve silahsız Şırnak'a girdik. Şırnak'ta
artık ordu denetimi ele almıştı. Bizdeki de şans, jandarmaya desteğe
gittik. Tabur Andaç'ta, Cemil Berk'in korucu başı olduğu Ortaköy'den
beş buçuk kilometre ötede. Ortaköy eskiden terörist, şimdi korucu köyü,
teröriste bayağı mukavemet ederler. İleride Araporuç Köyü, onun
ilerisinde Hakkari'nin Serbest Karakolu var. Üç ayda bir basılır orası.
Ortaköy'de dört ay kaldım, Köyün hemen yukarısındaki karakolda.
Jandarmanın hali perişan, ne doğru düzgün eğitim alıyorlar, ne doğru
düzgün silahları var. Ortaköy Jandarma Karakolu hiç sakin değildi. Köpekler
yabana atılacak canlılar değil. Askere saldırmaz, mayına basmazlar.
Koku aldıkları için çoğu zaman timleri pusulardan kurtarırlar. Mayına
basmayan katır da çoktur. Yekmal Karakolu'nda Katil adındaki köpek bir
çocuğu parçalamış, boğarak öldürmüştü. İnsanın Allah'a inancı
orada çok kuvvetli. İki metre karda görev yaparken belimiz bükülüyordu
ve ölmüyorduk. Ne ellerimiz dondu ne ayaklarımız. Bir yaratıcı var,
diye düşünüyorsun, tamam mı? Yani, yaradan çatışmalarda taraf
tutuyor. Gece saat on biri beş geçiyor, gazino çadırındayız, çay içiyoruz,
nöbete gidecekler orada, kırk kişi var. İlk havan düştü, basıldık,
on saniye bile sürmeyecek bir olay. Herkes koştu, o karışıklıkta tüfeklikten
kendi silahı aldı. Katıldığım tek çatışma bu oluyor. Orası gerçekten
çok kritikti. Taştan fazla mayın vardı, toprağın üstüne çıkmış
ya da üstü açılmış. Yürümek ölümdü. Çatışmada dört ceset
ele geçirdik, daha fazlaydı ama PKK cesetlerini kaçırıyor. Biz kayıp
vermedik, iki korucu yaralandı, bir de köpeğimizin kafasına havan düştü...
Olduğumuz yerde sefil köylere rastlamak çok zordu. Askerin yanında
olan kaçakçıya bayağı göz yumuluyor. Turfanda sebze meyve kaçakçılığı
duydunuz mu? Katır sırtında patlıcan, domates kaçırıyorlar. Kuzey
Irak'tan 80 bin lira yevmiye ile katırı ile birlikte işçi tutuluyordu.
Adam Türkçe bilmiyor, her geçişinde bana el sallıyordu, ben de ona.
Sonuçta her şey paradan kaynaklanıyor. Karnı tok sırtı pek adamın
silahla işi olmaz. Korucu oldukları için maaş alıyorlar, hepsinde
Toros vardı. Ortaköy'ün korucu başı eski PKK'lı Cemil Berk'in
Mersedes'i, Toyota'sı, Toros'u vardı. Dağlıktı, ama ummadığın anda
çölde vaha ile karşılaşmışsın gibi elma ağaçları falan, küçük
bodur ağaçlar, soğuk sular.
İnsan bitleniyor. Kışın insanı mahveden bir toprak biti vardır. Kazağının
dikiş yerlerine yerleşir, soğuk havada ölü gibidir, hareket etmez. Sıcak
bulunca hareketlenmeye başlar. Kan emer, sırtta dolaşır. Silahıyla sırtı
kaşıyan gördüm. Sivilde, iki günde bir duş alırdım. Dört ay doğru
düzgün duş alamadım. Her an basılabilirsin, gündüz bile. Çadırlardayız.
Pusuda kaldın yirmi dört saat, sabah indin altı saat uyudun, nöbete
gittin, on ikide geldin yattın. Duş için uykudan feragat etmek lazım.
Günde iki öğün mercimek çorbası içmekten, bisküvi yemekten bıktım.
Mercimek çorbası içmiyorum artık. 15 günde bir mektubum gelirdi.
Telefonu bir defa bağladılar. Karayolları gerçekten çalışıyor,
telefon hatlarını bağlıyorlar, kesiliyor. Devleti kötü göstermek için
uğraşılıyor.
Destek kıtası olduğumuz için dört ay sonra Batıya döndük, yani
garaja nöbete gittik. Herkes, o dönemde Doğu'da olmayı tercih
ediyordu. Batı'da nöbetin bile bir haysiyeti yok. Yemeğin belli, gece
iki saatlik nöbete kalkıyorsun, kalktığına değmiyor. İki makara yapıyorsun,
biraz sohbet ediyorsun. İşte nöbet bitti. Yunanistan'a Karaburun tarafından
uçar birlik operasyonu dolayısıyla bizim tugay konuşlandırılacaktı.
Bir çıkarma olayında adalara intikal ettirilecektik. Sınır ötesi Çelik
Operasyonu çıkınca ona iştirak etmek durumunda kaldık. 2 Mart 1995'te
operasyona başlamadan, eski alayımıza intikal ederken Ballı
Karakolunun önünde mayına bastık.
Bacakların olmayınca insanların gözünde fiziksel statün düşüyor.
Bazen ölmeyi de düşündüm gerçekten. Yani ölsen, hiçbir sorunun
yok. Ben insanları kabullendim, insanlar beni kabullenmediler. Benim
kadar normal karşılayamadılar. Özürlü arkadaşlarla geyiğini yapıyoruz.
Bizim mahallede bir arkadaş orada bacağını yitirmişti. Samimiyetim
yoktu, sabahın sekizinde bile parktaydı. Bacağı kopmuş birine
"nasılsın" diyebilecek cesaretim yoktu. Ben yaralandıktan
sonra o geldi, durum eşitlenmişti. Genelde taksiye binerim, genç olduğumdan
merak edip soruyorlar. "Trafik kazası mı?" diyorlar, hikâyeden,
aslında tahmin ediyorlar. Ankara'da taksiye biniyorum. Tekerlekli
iskemleyi bagaja koyduk. Geçmiş olsun! Nereye? Etlik'e, GATA'ya... Anlatıyorum.
Vah, vah! Birader, senin yerinde olsam... Adam devam ediyor, dilencilik
yapamazmış. Allah Allah!... Bu medya falan hikâye... Ben, Çelik
Operasyonu'nda toplanan yardım için TRT'ye çıkıp, "yardım
edin" dedim. Beş sefer televizyona çıktık. GATA'ya geldiklerinde,
sizleri seviyoruz, bilmem ne, bilmem ne... Geyik. Ateş düştüğü yeri
yakıyor.
Ben kesinlikle faşist değilim ama bazen hak vermiyor da değilim. Bir güce
de ihtiyaçları var, tamam mı? Bu ülkede birtakım şeyler adice yürüyor.
Bu toprakları çok seviyordum, ama yaşanmıyor. Yeterli maddi gücüm
olsa, bu ülkede yaşamam. Burada nefes almak bile bazen zor geliyor. Bakıyorum
her gün birileri ölüyor. Birileri birilerini soyuyor. İnsanlar da,
affedersiniz, o kadar da öküz ki, savaşın gerçek yüzü ortaya çıksa...
Sadece Kürt, Türk değil, herkes soyuluyor. 80 milyar dolar para harcanmış,
bu parayla kaç üniversite yapılırdı? Adam diyor ki, devlet hiçbir şey
yapmıyor... Ulan, dümbük, bir sürü milletvekili, bakan çıkarmışsın.
Cumhurbaşkanı bile çıktı Kürtlerden. Bunlar aynı zamanda yatırımı
engelleyen insanlar değil mi? Özel Harekât'ta MHP'li insanlar var. Ama,
bakın, subayların çoğu çok centilmen insanlar... Aydın geçinenler,
"bilmem ne partisi faşist" diyor. HADEP bence çok faşist. Ha
Türk milliyetçiliği, ha Kürt milliyetçiliği! Birbirimizi sevmemiz
gerekirken savaşıyoruz. Binlerce yıldır öyle iç içe yaşamışız,
birbirimizden farkımız yok. Benim bile anne tarafım Pomak, baba tarafım
Arnavut. İzmir'de, Bornova'da 85-90 senelik geçmişimiz var.
Bu savaş bitecek ama çok fazla kanla, daha 10-15 yıla ihtiyaç var.
PKK'nın devamı niteliğinde bir oluşum olacak diye düşünüyorum.
Birkaç değişik grup oluşacak. Şemdin Sakık'ın yakalanmasıyla şu
andaki durumun yüzde 75'i çöker. Bu ülke bence birçok ülkeden daha
iyi öğrendi bu işi. İyi eğitim almış subaylarımız var. Savaşın
içinde pişiyorlar, yıllarca aynı bölgede görev yapıyorsun ve insan
acı çeke çeke artık taşlaşabiliyor. Savaşın bitmesi demek ekstra
bir parasal gücün sağlanması demek... Bölgede maden var, hatta petrol
bile çıkacağına inanıyorum. Mayından kurtulmuş olsa, dağcılık,
bir trekking merkezi olabilir, rafting yapılabilir. Oraya âşığım da
diyebilirim. Kendimi bir Şırnaklı'dan farklı görmüyorum. Bir parçamız
orada kaldı, bir şeyler aldık, bir şeyler verdik. Kültürlerini
korumaları şart tabii, zaten koruyacaklar. Biz kültürümüzü
koruyoruz. Kürde karşı değilim, kültürüne de, diline de saygı
duyuyorum. Ama yazışmalar için resmi bir dilin olması gerekir. Kürtçe'yi
öğrenmeye de çalıştım, başaramadım. Onların dili daha karışık,
biraz da gırtlaktan konuşuluyor. Oranın sadece Kürt yurdu olarak düşünülmesine
taraftar değilim. Bölgede standart bir Kürt tipi gösteremezsiniz.
"Ben has Kürdüm" diyecek adamın alnını karışlarım.
Mardinlisi farklı, Diyarbakırlısı farklı. Alpaslan 1071'de gelmiş, Türkler
buraya geleli aşağı yukarı bin sene, bu da yadsınamaz. Türkiye iki
ucu boklu değnek sonuçta. Burada kalmak da zor, gitmek de. Ülkemiz gerçekten
çok mükemmel, çok seviyorum. Bir şeyleri aşabilsek o kadar güzel
olacak ki... O kadar çeşitli etnik kültür var... Lazca, Kürtçe,
Zazaca. Annem Bulgarca konuşuyor mesela.
Savaşın yanlış olduğunu da düşünüyorum. "Her kurşun üzerinde
bir adres yazar" derler. Ona hedef olmak istemedim. Öleceksem de düzgün
bir sebebi olsun, kör kurşunla ölmektense, çatışırken, adam gibi öl
yani. Onlardan da ölsün senden de ölsün. Ya da kimse ölmesin. Ne
onlar bize ateş etsin, ne de biz onlara... İnsanlar yorulacak, savaş
kendiliğinden bitecek. Dağda kalmak çok zor. Kimse bu savaşı
istemiyor, ne Kürdü istiyor ne Türkü. Kim ne kazandı? Kazanan var, sürekli
silah alıyorsun. Bir savaş uçağı alıyorsun 30 milyon dolar. Vallahi,
günde iki trilyona yakın para harcanıyor. İki yüz bin asker bakmak
kolay değil. 1994'te bir G3 merminin fiyatı 30 bin liraydı. Amerikan
yapımı el bombası, Alman yapımı tüfek bombası... Savaş demek para
demek. O dönemde bir helikopterin yerden kalkması30 milyondu. Niye bu
savaş? Anlamı yok, canlar yakılıyor. Ölen erlerin çoğunun bir şeyle
alakası da yok. Dağda inanmış insanlar var. Adam torna atölyesinden,
inşaattan askere geliyor. Ölüyor, sonuçta bir kin, bir nefret. Birike
birike bir patlama olacak. Sonunda acı var, ölüm var. Batıda, kimse
canı yanmadan bir haltın farkına varamıyor. Bizleri görmüyorlar,
duymuyorlar. Bir ara medya fazla yüklenmeye başladı. Güneydoğu
Sendromu falan... Aslında, bu kadar korkunç değil. Geçmişten gelen âdetler
var. Birbirimizi sevip sayıyoruz, on sene öncesi gibi değil ama...
Kahramanlık olayını kimse pek takmıyor. Savaşın haklı bir tarafı
yoktur. Kore ile karşılaştırdığımda... Kore'den insanların çoğu
çok normal dönmedi. Tanıdıklarım var. Onlar da gereksiz bir savaşın
içerisinde öldüler, sakat kaldılar, çoğu da delirdi. Bizi bir şeylerin
koruduğuna inandık. Mektup geldi sevindik, gelmedi üzüldük.
Mermilerin barutlarını çıkartıp şafak yazdık, isim yazdık.
Geldikten sonra, bana kız bile vermediler. Kötü bir şey yapmadım.
Devleti soymadım, bir yeri gasp etmedim, kimsenin ırzına namusuna saldırmadım.
Benim seçeneğim değil ki... Adamın ayağı koptu, nişanlısı terk
etti. İkinci sınıf vatandaş muamelesi gördüğümüz yerler oluyor.
Ben farklı şeyler yaşamak istiyorum. Çok abuk kaçacak ama hovardalık
yapmak istiyorum. Yaşamak istiyorum, şansımı denemek istiyorum.
Yaralanıyorsun ve... Ben çok aktif bir insandım, bir sürü kız arkadaşım
oldu, birkaçını bir arada idare ettiğim oldu. Nasıl olacağını
merak ediyordum. Bir erkek için bu çok önemli. Bir kadının doğurganlığını
yitirmesi sorun yaratmaz. Bu erkek için gerçekten ölümdür. Bir işe
yaramazsın. Adam, affedersiniz, organını kaybediyor, bir şeyler yapılıyor
ama o güveni veremezsiniz bir daha. Aklında hep o olacak: "Acaba eşimi
tatmin edebilecek miyim?" Korku. Bende de çok vardı, eksik
hissediyoruz bazen kendimizi. Dönüşte, bir sürü kız arkadaşım
oldu. Kötü tarafı, insan fazla hareket etmeyince çok aktif bir cinsel
hayat istiyor. Kiminin derdi erken boşalmayken, çoğumuzun derdi boşalamamak.
Bu zor olabiliyor, partnerini korkunç şekilde yoruyorsun.
Askerden önce kavgadan pek hoşlanmazdım, daha sakin bir tiptim. Şimdi
çok asabiyim. Vietnam sendromu dedikleri... Kendimi kontrolde zorlanıyorum,
herkesi dövebileceğime inanıyorum. Bu işin esprisi de... Birini
vurabileceğime inandığım zamanlar da oluyor. Olayları daha yoğun yaşıyorum,
saldırganlaşabiliyorum. Dün çok kötü bir olay oldu, çok pişman
oldum. Annem hastanede, evde ablam, çocukları ve kardeşim var. Annemle
babam da boşanıyorlar bu arada. Bayağı moralim bozuktu. Parkta bir büfe
var, çalıştıramıyorum. Kardeşimin, kızdım biraz, elinden çekiyordum.
Parmaklarını çektim. Uyuyamadım, nasıl yaptım, neden yaptım?
Kendimi affedemedim. Bugün hastaneye götüreceklerdi. Kötü bir niyetim
yoktu. Babamın bok yemesi, kardeşimi çok etkiliyor. Ben okumasını
istiyorum. Kardeşim askerlikten muaf tutulabilir. Bunun iyi mi, kötü mü
olacağı sorusuna cevap veremiyorum. "Bir eve bir asker yeter"
diye düşünüyorum. Askerliğini yapanla yapmayan arasında da bir fark
oluyor. Ona kalmış da, isterse yakın bir yerde yapmasını isterim. Böyle
bir hakkımız var, en güzel tarafı bu zaten. Ama savaşta yapmasını
istemiyorum. Bir eve bir özürlü yetiyor. Yani bir kahraman yeterli.
Bunun geyiğini de çok yapıyorum.
İlk yatışım üç buçuk ay, sonra üç ay hava değişimi. Geldiğimde
protez takacaklardı. Bende kapalı yerde kalma korkusu var. Hastane de
cezaevi gibi. Bize çok özen gösteriyorlar. Güzel bir olaydı,
hastaneden kurtuluyorsun. Çok zordu, biliyor musunuz? Beş ameliyat geçirdim,
yedi-sekiz operasyon yaptılar. Sağımı diktiler, solumu kopardılar,
oradan deri aldılar öbür tarafa yamadılar. Ameliyat korkusu oluştu, sürekli
öleceğim möleceğim. Son ameliyatta, "acıyor" diye narkozdan
bir anda kalktım. İki üç tokat yedim suratıma. Tekrar baygınlık geçirdim.
Bir de belden iğne vuruyorlar. Bin bir korkuyla baş etmek zorunda kalıyorsun.
"Sakat kalacağım" diyorum. Yeterince kalmışız zaten. Büyük
kısmını yenmeyi başardım. En çok başarısızlıktan korkuyorum. O yüzden
hiçbir şey yapmıyorum. Geçmişe göre farklılıklardan biri de şimdi
silahı seviyorum. Ama heyecanlı insana silah yaramaz, mutlaka hata
yapar.
Düzeni fazla savunmuyorum. "Anarşistim" diyeceğim ama dini
inancım var. "Tamamen İslam'a bağlıyım" desem günahkâr
sayılırım. İkisi arası... Savaşmak için bir sebep bulamıyorum
tamam mı? Acaba neden birbirimizi öldürüyoruz? Bana neden silah sıkıyor?
Adamların yaşadığı ortam o kadar korkunç ki... Bir kadına beş
erkek devrim nikâhı kıyıyor. Dağda hamile kaldığın zaman idam. Ben
onlardan daha büyüğüm. Bazılarının yaşları çok ufak. Bu şartlarda,
bırak savaşmayı, yaşamaya bile imkân yok.
Düzenli uyuyamıyorum. Genelde, sanki geceleri pusu kurup nöbette kalıyorum.
Ya televizyon seyrederim, ya bilgisayar oynarım. Zamanımı o küçük
kahvede geçiriyorum. Tanıdıklar geliyor, sohbet ediyorum. Askerde iki
şeyden onur duyuyordum: Pazartesi ve cuma günleri bando gelince asker
olduğumu hissederdim. Bir de çocuklara şeker vermek hoşuma giderdi.
Yol aramasından dönerken çocuklar, "asker" diye toplanırdı.
Başlarını okşardım.
Askerlik öncesi bana hayli uzak şimdi; farklı arkadaşlıklar, ailemle
farklı diyalog ve iş yaşantım... Yaşam bir bıçak gibi,
anlatabiliyor muyum? İki yönü var ama sadece o bıçağın keskin tarafını
görebiliyorsun. Sana doğru dik geliyor. Askerden önce kurduğun yaşantıyı,
hayalleri değiştirmek zorunda kalıyorsun. En zor savaş doğayla ve
kendinle olanı. Yağmurla, karla, sıcakla, soğukla. Üsteğmenle mücadelen
var, tim komutanıyla. Üç kişiydik. Bütün bok bizim başımızın altından
çıkardı. O yüzden fırsat buldukça bizi döverdi. Kendinle hesaplaşmak!
İşin içinden çıkamamak. Burası başka bir gezegen mi? Savaşa geçerli
sebepler bulamamak. Her şey birbirine çok yakın, çok uzak. Her şey görüldüğü
gibi ama her şey göründüğünden farklı. Çok absürd. Kimseyi öldürdüm
mü? Bilmiyorum. Sanmıyorum. Belki de öldürmüşümdür. Bunu düşünmüyorum.
Ama şu an birini öldürebileceğimi sanmıyorum. Çok canice geliyor.
Herkesin yaşam hakkı var. Artık birimizden birinin hayatta kalması
gerekiyordur, seçme şansı yoksa, başka. Bence kahraman Hz Ömer, çok
dürüst bir insandı. Gazilik absürd geliyor, bilinçli savaşmadık.
Zafer yaşamdır. Gün ağarması zaferdir. O geceyi atlatmışsındır.
Şu anda, benim için tehlike yaşamak, askerdeyken hayatta kalmaktı. En
sevdiğim silah MG3, en nefret ettiğim silah da MG3, düşmanın
elindeyken. Savaşmak, öldürmek doğru değil. Askerlere üzülüyorum.
Bizden ölüyor, onlardan da ölüyor. Sonuçta ölen herkes bu ülkenin
vatandaşı. En çok sivil bir karşı tepkinin oluşmasından korkuyorum.
(Nisan 1998, İzmir)
1974, İzmir doğumlu, ilkokul mezunu. Babası terzi, annesi ev kadını.
Dördü kız, iki oğlan altı kardeşin beş numarası. Askerliğini 1994
Mayıs - 1995 Mart arasında Manisa Batıkışla acemi birliği ve
Diyarbakır'da piyade komando olarak yaptı. Koltuk değnekleriyle yürüyor.
Bukowski'ye bayılıyor. Çoğu gazi gibi, acıyı yazdıkları için
Charles Dickens, Jack London ve Dostoyevski seviyor "Ve Çeliğe Su
Verildi"nin Pavel Korçagin'i ile tanışmasaydı, hayata bu kadar bağlanır
mıydı emin değil. Mazhar-Fuat-Özkan'ın "Mazeretim Var Asabiyim
Ben" ve Metalica'nın "One"ı favorileri. Eskiden kitapçılık
yapardı, döneli üç yıl oldu, hâlâ iş arıyor.
BEN DE O BAYRAM GÜNÜNÜ
YAŞADIM
Tankımız sabaha kadar çalıştı. Sabah, Silopi'den Özel Harekât ile
komutanımız da geldi. Komutan, "inşallah ceset vardır, yoksa
jandarmaya rezil oluruz" dedi. İnsan, hayvan ya da domuz, katır
olsun. Yeter ki bir canlı olsun...
Etimesgut'ta nizamiyeden girişi insanın unutması mümkün değil.
Girince, "artık her şey bitiyor" dedim. Kurada "Cizre -
Şırnak" denince, tabii ürperdik. İlk defa Doğu'ya gidiyorum. Dağıtım
izninde, evdekilere önce, "sahilde bir yer" dedim. Sevindiler.
Ağabeyim kâğıdı okuyunca, herkes şok... Terörist korkusuyla Tatlıses
Turizm'den bilet aldım. Tatlıses'e pek dokunmuyorlar, yani hiç ismi
duyulmadı. Toplanma merkezi Urfa'ya geldik. Öbürsü gün bizi Mardin'e
götürdüler. Akşam olduğu için, bir gece de orada kaldık. Devamlı gündüz
yolculuk yapıyoruz. Öğle vakti, Cizre'ye ulaştık. Cizre çukurun içinde
bir yer, duvarlarda kurşun delikleri, her taraf yağmalanmış, yıkılmış,
açık petrol istasyonu yok. Daha iyi görmeyi düşünüyordum. Bir yüzbaşı
bizi, "burası Doğu'nun Paris'i, korkmanıza gerek yok" diye
karşılayarak cesaret verdi. Taburdan Cizre kuşbaşı görünüyor. Karşımızda
radyolink, aşağıda polis lojmanları vardı. Polis lojmanlarıyla
radyolink arasında devamlı çatışma oluyordu. İzli mermileri gördükçe
heyecanlanıyoruz. "Buraya da mı baskın olacak" diyoruz. Korku
var.
Cizre Tank Taburu'nda 15-20 gün kaldıktan sonra, komutan beni İdil
Piyade Taburu'na gönderdi. Kamyonla giderken, yan yatarak yolu kesen
kamyonu görünce, elimizde silah var ama korktum açıkçası. Pusuya mı
düşürüldük? Müsait bir kayanın arkasına çekildik. Komutan şoförden
kamyonu çekmesini istiyor ama adam da, "nasıl çekeceğiz; traktörüm
yok, kurtarıcım yok" diyor. Hep birlikte aracı yoldan çektik. İdil
macerası böyle başladı. Zırhlı tümen olarak Piyade Taburu'nun güvenliğini
sağlıyorduk. Akşam beşten sabah beşe kadar oradaki tek tankta görevdeydik.
Arada, bir saat izin veriyorlardı. Gündüz uyuyorduk. İçtima da
yoktu... Cizre'deki duvarlar nasıl delikse, İdil'de de aynı. Hesap mark
dolar üzerine. Silaha meraklı olduğum için uygun fiyata bir tabanca
almak istiyordum. Kız arkadaşına hediye alacak arkadaşımla dükkânda
konuşurken, "ona layık bir hediye bulamayız, bir silah götürürsün"
dedim. Tezgâhtar, "silah mı lazım" diyerek örtüyü kaldırdı.
İki kalaşnikov. Sıfır. Kılıfından çıkmamış. "En son dört
buçuk milyon" dedi. Üç milyon yedi yüz elli bin lira aylık alıyordum.
İzne de geleceğiz, paramız da var. Ama nasıl çıkaracağız? Koca
kalaşnikov! Dört buçuk milyon. Yolda arama olunca ne yapacaksın? Silah
olsa tamam da... Orada peynir ekmek gibi silah satılıyor. Kötülemek
istemiyorum oranın insanını; iyisi de var, kötüsü de. Çarşıya çıktığında,
"asker ağa, hoşgeldin!" derler, sırtını sıvazlarlar, adamın
içini bilemezsin. Güvensizlik var. Zaten çarşıya çıkınca, mermi
silahın ağzında. Bir korku var içinde. Oranın insanına pek ısınamadım
açıkçası...
Acemiliğimiz bitti, görevin ne olduğunu anladık. Beş buçuk ay sonra
Cizre Tank Taburu'na döndüm, bir-iki gün sonra komutan beni izne gönderdi.
Böylece kurban bayramını memlekette geçirdim. Hiç dönesim yoktu.
Yani sivili bırakıp tekrar askere gitmek... Biri "kal" dese
kalacağım. Ama mecburuz. İzinden tabura döndüğümde, bu sefer, İdil'in
çaprazına Silopi'ye gönderildik. Irak'a doğru, Habur Kapısı'na yaklaşıyorum.
Silopi Botaş Karakolu. Tam baharın geldiği bir esnada. Karakolun önünde
beş tanktan ikisi bizim bölüğe ait. Orada da görevimiz geceydi. Ben
doldurucuyum, yani mermi sorumlusu. Güvenlik için bir tank karakolda kalıyordu.
İki tank Silopi'nin şehir merkezindeki polis lojmanlarına, biz de iki
tankla Nevcüş Tepesi'ne gidiyorduk. Nevcüş tepesi Dicle Nehri'nin
hemen kıyısında, elli-altmış metre ötede, nehri atlasak
Suriye'deyiz. Suriye'nin köylerini, ışıklarını, çalışan insanlarını
görüyorduk. Birinin nehre atlaması dolayısıyla biz oraya konmuştuk.
Üç-üç buçuk ay orada görev yaptım. Haftanın iki günü Nevcüş
Tepesi'nde, beş gün de yolun kıyısındaki yakılmış Yılık
Petrol'de kalıyorduk. Yolda, mazot için Irak'a giden kamyonlar
bulunuyordu. Teröristlerin telsiz konuşmalarını dinleyebiliyorduk. Kürtçe
konuştukları için anlayamıyordum. Bir gün asteğmenimiz, "ben
Almanca konuşayım. Bakalım biliyorlar mı?" dedi. Almanca karşılık
geldi. Bizim asteğmen, "adamlar Almanca bile biliyor," dedi.
Nasıl biz gece termalle gözetliyorsak, onlar da bizi gözetliyor. Biz göremiyoruz
ama onlar görüyor. Hatta telsizde, "o tankçıları kamyoncuların
önünde linç edeceğiz," diyorlarmış. Bu lafları duyunca
korkuyoruz. Ama her akşam bir uyarı atışı yapıyorduk. Taciz atışı
gibi, Cudi'ye, Suriye'nin tepelerine doğru. Son ayda, bizi Silopi su
deposuna çağırdılar. Tankın etrafını çevirmiş, pusuda yatan iki
tim vardı. Karşıya birkaç mil öteye, Cudi dağına Kayseri İndirme
gelmişti. Oradaki izli mermileri termalsiz çıplak gözle görüyorduk,
roketlerin patlayış sesini duyuyorduk. Bir akşam, saat iki-iki buçuk
esnasında görüntü aldık. Asker gibi tek kol halinde yürüyorlar.
10-15 kişi gibi. Asteğmenimizi çağırdık: "Terörist de
olabilir, katır da, domuz da." Telsizle Silopi'ye asıl komutanımıza
bildirdik. Komutan Cizre ile irtibat kuruyor. Oradan "büyük uygulayın"
denmiş. Yani tank topu. Tank topunu doldurdum. Mermiyi ağzına verdim.
Emniyeti açtım. Nişancı arkadaşımız artikıla getirdi, kitledi.
Tank komutanımız da düğmeye bastı, ateşledi. Termalden merminin gidişini
görüyoruz. Merminin uzunluğu 45-50 santim, ağırlığı da 23 kilo.
Tam hedefe vurdu, havaya büyük beyazımsı bir şeyler fırladı. Termal
doğayı siyah gösterir, canlıyı beyaz gösterir, ya da tam tersi. Tam
12 tank topu attık. Asteğmen bizden de acemi. Tankımız sabaha kadar çalıştı.
Sabah, Silopi'den Özel Harekât ile komutanımız da geldi. Komutan,
"inşallah ceset vardır, yoksa jandarmaya rezil oluruz" dedi.
İnsan, hayvan ya da domuz, katır olsun, yeter ki bir canlı olsun. Özel
Harekât aşağıya indi. Asteğmenle birlikte heyecanla bekliyoruz. Bir
şey vuramadıysak, ceza alma durumu da olabilir. Bir merminin maliyeti o
zaman 30 milyondu. O gece, devletimize, ordumuza 350-400 milyonluk zayiat
verdik. Vurduklarımız katırmış. Sekiz-dokuz katır telef oldu. İnsan
olmasın da canlı olsun. Aslında, terörist olmasını istiyoruz da...
Askerliğimin bitmesine dört ay gibi bir zamanım kalmıştı. Komutan
yine izne göndereceğini söyleyince, istemedim ama mecbur. Doğu'da böyle.
Tekrar izne geldim.
Dönüşte, yeniden İdil... Gabar Dağının eteklerindeki Sulak Köyünün
yanındaki karakola gönderiliyorum. İdil Jandarma'da kaldığım gün Fındık
taburundan teskere alan askerler geldi. Adamlar yeni doğmuş gibi sevinçli,
sivili çekmişler, bayram yapıyorlar. Kendi kendime, "o günlerimizi
görecek miyiz" diyorum. O esnada, o mutluluğu yaşamak isterdim.
Sulak karakolu tehlikeli mi, değil mi bilmiyorum. Bir arkadaş ranza gösterdi.
Asker temizdir, ama görevde temizlik aramanın imkânı yok. Arkadaşlar
yatıyor, "sen de yat" dediler. Battaniyeyi bir açtım, beyaz
nevresim hep bit. Buradaki bitler gibi değil oranın biti. Toprak biti,
aynı karınca gibi. Çarşaf denecek bir yanı da yok. Bitleri bir kıyıya
çektik, uzandık. Karakol için, "pek bir tehlike yok ama görüntü
alıyoruz" dediler. Akşam beşte giriyoruz tankın içine sabah beşe
kadar sohbettir, teyp dinlemektir geçiyor. Askerlikte ne konuşulur?
Tabii ki kızlar... Doğu ile ilgili, "bir kurtulsak da gitsek"
diyorduk. Yani Doğu'yu ağzımıza bile almak istemiyorduk Bir de, bazı
şeyleri sivilde yapamamaktan pişman oluyorsun. Sevgilim vardı, sağolsun,
15 ayım onun sayesinde bitti. Askerden sonra da mecburen ayrıldık. Bir
sevdiğinin olması lazım. Bir telefon geldiğinde, moral düzeliyor.
Tank taburundan teskeremi aldım. Hemen aklıma, İdil'deki o gece Fındık
taburundan terhis heyecanı yaşayanlar geldi. Demek ki o mutluluğu yaşıyabilecekmişim.
Ben de o bayram gününü yaşadım. Sivilleri çektim. Vedalaştık.
Taburdan da çıktım. Gözümden yaş akmaya başladı. Askerde hiç ağlamamıştım.
Taburdan ayrılırken ağladım.
İlk günlerde uyuyamıyordum. Askerde gecem gündüzdü, gündüz de
gece. Döndüğümde, "iki-üç gün deliksiz uyumak istiyorum,"
dedim.
İlk 10-15 gün insan kendine gelemiyor. Burada, özgürsün bir anlamda.
Uykumdan ansızın uyanabilirim. Eskiden, affedersiniz ama, eşek gibi
yatar eşek gibi kalkardım. Şimdi ufak bir seste, kapı açılmasında,
bir tıkırtıda uyanırım. Sese çok duyarlıyım, eskiden değildim.
Dizlerim hâlâ ağrıyor. Romatizmadan. Tankın içinde, aynı
pozisyonda, 12 saat soğukta oturuyorduk. Oranın, soğuğu çoktu. Halen
geceleri sevmiyorum. Gündüzleri seviyorum da akşamın olmasını hiç
istemiyorum. Askerlik insanı değiştiriyor. Askerden önce, sokakta bir
kıza laf atıyordum. "Şişt nasılsın?" mesela. Şimdi atamıyorum.
İstiyorum ağzımdan ses çıkmıyor. Askerlik insanı ağırlaştırıyor.
Geçenlerde İstanbullu bir asker arkadaşım geldi, sanatçılara müzik
sistemi kuruyor. İdil Piyade Taburu'nda Mustafa Keser konser verecekmiş,
görev vermişler, gitmemiş. "Fırsat gelmiş, insan özlemez
mi?" dedim. "Gidesim gelmedi" dedi. Askerlik yaptığım
yerleri sevmiyorum, ama özledim. Aşk nefret ilişkisi gibi. Nöbet tuttuğum
yerleri, arkadaşlarla oturup çay içtiğim masaları, yemekhanesini,
tankları bile özledim. Televizyonda tank çıkınca yerimde duramıyorum.
"Benim tank çıktı" diyorum. Tankın üzerindeki malzemeleri
sayabiliyorum, hâlâ unutmadım. Heyecanlanıyorum. Sinirli olduğum
kadar duygusalım da. "Mehmetçik" programında bir anneyle oğul
kavuşuyordu. Onları seyrederken doyasıya ağladım.
Sistemin değişmesi lazım. Bu partilerin kapanıp yeniden parti açılmasını
istiyorum. 24 sene olmuş anamdan doğalı, bildiğim insan Demirel hâlâ
televizyonda. İnsin de, yeni bir yüz görelim. Bitirirse, bu işi
askeriye bitirir. Orada insanlar manyak mı, deli mi? Ne amaçla uğraşıyor?
Evinizde, kışın, soba başında çorbanızı içseniz, çayınızı
demleseniz... Böyle rahatlık varken ne işin var karda kışta, bitin
pirenin içinde dağda? Dağa çıkmak, bence boş... Oranın zengini çok
zengin... Ağa, altında son model bir araba, arkasında beş-altı silahlı
adam. Hesap soramıyorsun. Karakol komutanına geliyor. Ne konuştuklarını
bilemiyoruz. Bilgi alıyor, bilgi veriyor. Bu aşiretin kalkmasını
istiyorum. Bir kişi beş-on köye hitap edebiliyor. Devletin içinde
devlet, öyle değil mi? Oranın halkını hiç sevmiyorum, çok gıcığımdır
Kürde... Buradakiler için, "Allah" diyorum, bir laf deseler de
bir dövsem. Bizim burada bin dokuz yüz kaçlarda Serik Olayı oldu.
"Serik'e it girer, Kürt giremez" diye bir slogan vardı. Biz o
zaman ufaktık. Serik'in insanı farklı. Serik deyince bir dururlar. Ben
yörüğüm. Bizim buradaki 77 milletten insanı kabul ederim ama Kürtleri
hayatta kabul etmem. Eninde sonunda bu Kürtler Türkiye'ye sahip olurlar.
Aile planlaması var, batıda iki ya da üç çocuk. Git Doğu'ya, bir kadın
on bir-on iki çocuk doğurur. Kadınlara da yazık Türkiye'ye de...
Domates, salatalık, pamuk, tahıl, buğday ekeriz. Yılın on iki ayı çalışırız.
Sonuç, yakası kirli gömlekler. Ama mutluyum, gururluyum. Niye
gururluyum? Çalışıyorum ama param yok. Neden? Sesimizi duyuramıyoruz.
Bir-iki gazeteye göz gezdiriyorsun... Akşam filmlere bakarız, habere
mabere. Yani güncel olayları takip ederiz. Doğu'da askerlik yapmayı
gerçekten istedim, yaptım da... Ölmesin, kimse ölmesin, ölüm olmasın.
Türkiye'nin her tarafı bizim. Batısı da bir, doğusu da... Ama terörist
korkusunu yenmek, o sivrisineklerin burunlarını kesmek lazım.
Yağmur fırtınası her yanı ekmiş
Herkes evinde bir biziz dağlarda kalmış
Islanan elbise vücudumu sarmış
Gel de isyan etme bir kış gecesine
Ateş diye bir söz çıktı dilimden
Silahlar çalıştı daha sözüm bitmeden
Boğuştuk saatlerce soğuk demeden
Gel de isyan etme kış gecesine
Ah dostlar yaşadığımız düşman başına
Üç arkadaşı benzettiler nişan taşına
Daha gerdek gecesini görmeden bile
Gel de isyan etme bir kış gecesine
Bu şiiri, Güneydoğu'da bir arkadaşım yazmıştı. Hiç unutmam,
unutmak da istemiyorum. (Kasım 1998, Serik-Antalya)
1974, Serik-Antalya doğumlu. Lise 2'den ayrıldı. Çiftçi. Ağustos
1994'te Ankara Etimesgut Zırhlı tümene teslim oldu. Kasım'da Urfa'daydı.
Üç oğlan, iki kız kardeşin en küçüğü. Bekâr, "kız arıyorum,"
diyor.
ASKERLİK KAÇMAKLA BİTMEZ,
GÜNÜNÜ DOLDURMAYLA BİTER
Eğitimde, "gel, aslan gibi şunu yap, uçağın kargo bölümünde
değil iç bölümünde dön, hostesler sana ikramda bulunsun"
derler. Genelde şehit haberleri arşiv yapılmıştır. Nasıl oldu, nasıl
öldü falan. Kurtalan'da da aldık o bilgiyi, çoğu asker çarpışmanın
dışında, mevzide uyuyarak şehit oluyor...
İlk gittiğim gün bir yatakta üç kişi yattık. Geriye bakınca, şunu
hatırlıyorum: "548 gün biter mi?" Çünkü daha iki günü geçmişti.
Yürürken, koşarken, yemeğe giderken marşlarımızın hepsi kahramanlık
türküleriydi. İki, üç gün uykusuz kalıyor, soğukta üşüyorsun.
"Niye uykusuz kalıyorum, niye sürünüyorum" diye düşünüyorsun.
Affedersiniz, "şerefsizler için" diyorsun. O şekilde alıştırıyorlar.
"Torpil aramadım" diyen yalan konuşur. Ben buldum, "yüzde
90 Ankara, yüzde 60 Samsun" dendi. Marşlar söylenirken ben gülüyordum.
"Vuracağız, keseceğiz biz geliyoruz/ Taş üstüne taş, omuz üstünde
baş bırakmayacağız" dendikçe, "siz gidin, bırakmayın, ben
nasıl olsa ya Ankara'dayım ya Samsun'dayım" diyordum. 9 bin kişi
dağıtım olduysa, en az 8 bin 500'ü komple Doğu'ydu. Eğitimde,
"aslan gibi şunu yap, uçağın kargosunda değil içinde dön,
hostesler sana ikramda bulunsun" derler. Şehit haberleri arşivlenmiştir.
Pek silah eğitimi almadık. Aşağı yukarı 25-30 civarında mermi
harcadım.
"Siirt" dediler. Siirt neresi? Annem de babam da çok etkilendi.
Siirt'e gittim, beni Kurtalan'a revir sorumlusu olarak gönderdiler.
Normal jandarma eriyim, sıhhiyecilik sınıfım yok. İğne, tansiyon ölçme,
serum takma işlerini bilmem olumlu karşılandı. Aslında jandarmanın
reviri yoktu. Ben öğlen içtimaından önce, hasta askerlerin listesini
nöbetçi astsubaya verirdim. Karşıdaki komandoya muayene için gider,
ilaçları eczaneden alır, dönerdik. Karakol komutan yardımcısının
odasında bir dolabım, bir de yatak gibi bir şey vardı. Serumları
askerin kendi yatağında takardım. Asker uykusuz geziyor. Bünye de zayıfsa
her türlü hastalıkla kapıda bekliyor. Kurtalan ekspresinin tren
korumasında da görev aldım. Bahar operasyonları başlayınca, Şubat-Mart
ayı itibariyle Ağustos sonuna kadar asker uykusuzdur. Dört saatlik
uykuyla gün bitirir. İlk korkum nevruz. Beni Kurtalan mevziine yazdılar.
Ateşler yakılıyor. Usta askerler, "bugün sağ çıkarsanız, daha
bir şey olmaz" dediler. Nevruz ilk nöbetimdi. İlk dolu, emniyeti açık
silahla nöbete çıkıyorum. Nöbete 6'da çıkardılar, 9'da alacaklar.
O gece, bizi nöbetten çekeceklerine, her üç saatte bir kişi daha gönderdiler.
Ondan sonra gece pusu timleri geldi. Ancak sabah beş gibi istirahata geçtik.
Betereci dediğimiz bir uzman çavuş vardı, 1988 ya da 1989'da komple
timini kaybetmiş. Askeri çok severdi. Nöbette uyuyana tutanak tutmaz,
"hadi aslanım uyan" deyip çekirdek verirdi. Çavuş bizi
rahatlatıyor, gevşememizi sağlıyor, çok gevşeyince, "fazla gevşemeyin"
diyordu. Askerlik çok garip, insanın aklına ölüm gelmiyor. Sadece
sabahı düşünüyorsunuz. Şu andaki eşim, o zamanki nişanlım askerde
beni ayakta tuttu. Nevruzdan sonra operasyonlar başladı. "Duyum
var" denilirdi, mevzie giderdik, izli mermileri görürdük. İşin
gerçeği ciddi bir çatışmaya girmedim.
Er olarak gittim, bir iki ay zaman içinde kendimi sevdirdim. O yüzden,
onbaşılık diploması geldi. Son iki-üç ayda askerleri nöbete kaldıran,
nöbet mevzilerini kontrol eden çavuş kolluğu tuttuk. Asker uyandıktan
sonra, on beş dakikada uyumaz da on altıncı dakikanın garantisi
yoktur. Kritik günlerde uyku yaptığı için kürk giymek yasaktı. İnce
giyineceksin, üşüyeceksin, koşturacaksın. Bizde koruculuktan gelen
üç-dört asker vardı, onlar kendi memleketlerinde askerlik yapıyor.
Pusuya giden asker olsam onlarla gitmeyeceğimi kendilerine söyledim.
"Size güvenmiyorum" dedim. "Biz de vatan çocuğuyuz"
derlerdi.
Bizim birlikten şehit olmadı, bu şanstı. Bir gün köye baskın
oluyor. Muhtar haber verince, timden üç-dört kişi gidiyor. O gün bir
şey olmuyor. Ertesi gün tekrar baskın oluyor, köylü vuruluyor. Muhtarın
hanımı, oğlu orada öldürülünce PKK'lıyı vuruyor, öldürüyor,
sonra kafasına kazık çakıyor. Bizim tabip askerlerle o kazığı çıkardı,
pamuk doldurduktan sonra gömdü. 150 günden sonra şafak tutmaya başladım.
Dolabımın kapağındaydı her gün bir çapraz atardım. Asker, komutan
"ateş et" dediği için ediyor. Biz, 20-22 yaşımıza gelmişiz,
vatan borcumuzu tamamladık, döndük. Askerliğimin bitmesine az kalmıştı.
Hiç köy aramasına gitmediğim için kendimi özellikle yazdırmıştım.
Kurtalan'da tam yol kavşağında yol araması vardır. Listeler dağıtılır,
aramalar yapılır. Şüpheliler beş on dakika bekletilir. Gerçekten şüpheliyse
arabadan indirilir, arabası bağlanır. Yol aramasını almaya giden
timde muhafızlık yaptım. Kimliğe bakmak formalite. Aranan üç ya da dört
kişidir. Asker bu isimleri ezberler. Bir gün nizamiyede nöbet tutarken
bir adam geldi, şuna bir bakıver diye... Yeşil kart, kimlik işlemleri
gibi işlerde karşıda jandarma olduğu için köylü gelirdi. Belgeler
karakoldan onaylanırdı. İlgilendik. Üç beş gün sonra aynı adam
"yataklıktan" geldi. Nedir, kalaşnikof bulunduran direkt PKK
damgası yer. Hemen gözleri bağlı Siirt'e gönderilir. Ondan sonra bizi
izlediklerine inandım. Yaşlılar gelir, "tabii amcacığım"
falan deriz, üç-beş gün sonra suçlu olarak gelir. Suçlu olduğu
bilinmiyor aslında. Köyün şikâyeti oluyor.
Çoğu asker çarpışmanın dışında, mevzide uyuyarak şehit oluyor.
Çoğu insan PKK mayınıyla sakatlanabiliyor. On kişi sakatlanıyorsa,
belki bunun biri-ikisi de askerlerin kendi yerleştirdikleri mayınlarla.
Yerleştirilince nerede hangi mayın var diye proje yapmak lazım. Karakol
komutanları iki senede bir değişir. Bu sürede mayınlar
yenilenmediyse, giden komutan da projede bildirmediyse mayınlar orada kalır.
Denk gelirse...
Şu anda beni askere alsalar gene Doğu isterim. Doğu'daki paylaşım çok
farklı.
Askerin mevziden dışarıyı gözetlemesi lazım, ama içeriyi gözetliyordur.
Niye? Dışardan gelen ya beni öldürür, ya da ben onu. İçerden gelen
rütbeliyi öldüremem, o da beni öldüremez, tutar askerliğini yakar. Rütbeli,
ceza vermesinden dolayı düşman olarak görülüyor. Ceza vermese, dayak
olayı, o da olmadı hakaret. Askerde, "dayak yemedim" diyen
yalan konuşur. Acemi birliğinde de, usta birliğinde de, grup halinde
de, tek tek de dayak yedim. İlkin dayağı, küfrü çok kafaya takıyordum.
Sivilde hiç tahammülüm yoktu. Oradaki 18 ayı hiç yaşanmamış kabul
ederim. Botun bağı dışarıdadır dayağı yersin. Yatak yapılmamıştır,
herkes elini açmıştır. Tüfeğin el kundağını çıkarır, herkesin
eline şak şak vurur. Rütbeliyle savaş, yani rütbelinin dediğini
yapacaksınız. Doğayla savaş... En güzel verdiğimiz savaş akreplere
karşıdır. "Yazın uyuma PKK gelir, uyuma akrep ısırır"
denir. Akrep timimiz vardı. Üç dört kişi toplu akrep arardık. Oranın
akrebi süründürmüyor, öldürüyor. Sekiz-on saniye içinde müdahale
edeceksiniz. Gece görüşlerde on dakika dışarıyı gözlesek iki-üç
dakika akrep, böcek var mı diye mevziinin etrafını gözlerdik. Çok üzücü
bir olay yaşadıysanız, o an, "ne işim var burada"
diyorsunuz, "benim yerim burası mı?" Ama oranın şartlarına
uymak zorundasınız. Askerlik kaçmakla bitmez, gününü doldurmayla
biter. Kendinize bu şekilde telkin ediyorsunuz.
Şimdi askerliği düşününce, ilk aklıma gelen acemi birliğine girişim.
Arkamı döndüğümde babamı görememiştim. İkincisi, Nevruz'da ilk
mevzide bulunmam. En güzel gün terhis günü. Sivilleri çıkarır ütülersiniz.
Gece 12'de askerlik biter, gece çıkışı olmaz. Gece 12'den sonra
banyonuzu yapar, tıraşınızı olursunuz, sabaha kadar oturursunuz.
Uyunmaz. 25-30 tane hatıra defteri vardır, tek tek onları yazarsınız.
Son iki-üç gün o ısmarlamalarla geçer. Nizamiyeden çıkıldığında
bitiyor. Batman'dan uçakla Ankara'ya gittim. Oradan otobüse bindim.
Samsun'dan karşılayacaklar. Tonya'daydı herhalde. Bir sigara yaktım, o
zaman otobüste sigara içme yasağı yoktu. Dışarıda biri zıplaya zıplaya
gülüyor. Küçük kardeşim. Babamlar oraya kadar gelmişler. Sigaramı
içememiştim. İki üç ay tam alışamadım. Zaten hemen evlilik hazırlıkları
başladı. Uyuyamıyordum. İçim kıpır kıpırdı. Askerlik bende
heyecan bıraktı. Önceye göre daha çok okumaya başladım. Nerede ne
olmuş ne bitmiş izliyorum. İzi mutlaka kalıyor, yani hâlâ oradasınız.
Biri bir olay anlatıyor, pat aklınıza geliyor. Basın hem abartıyor
hem eksik yazıyor. Bize haber gelmişti, dokuz ya da on şehit var diye.
Televizyonlarda üç şehit diyor. Karşı tarafta dört ölü varsa, 14'tür
ya da 24'tür. Askerin sayısı düşürülür, karşı tarafın sayısı
yükseltilir. Önceden bir asabilik vardı. Onu istiyorsam mutlaka olacak.
İtiraz yok. Şimdi tam tersi, yani şöyle, kişiliğime ya da aileme
herhangi bir hakarette bulunulursa bire bir karşısındayım. Onun dışında
ufak bir şey olduğunda bağırma çağırma pek yok, daha sakinim.
Askerlik mi olgunlaştırdı, bilmiyorum. Yaşam benim için hep değerliydi,
herkes için değerlidir. Vatan üzerinde yaşanılan birtakım şeyleri
birlik olarak ya da tek olarak paylaştığımız, hayatımızı devam
ettirdiğimiz bir yer. Askerlik herkesin vatan borcudur ama... Niye
gidilir? Askerlik yapılmadan ne evleniliyor ne iş kuruluyor. Hiçbir şey
yapılmıyor. Vatan aşkıyla olsaydı 20 yaşında giderdim 23 yaşında
gitmezdim.
Öncelikle, yavaş yavaş da olsa OHAL diye bir şey kalmaması lazım.
Askerde biz de Özel Tim görünce ürktük. Hepsi kafasında bandana,
devletin polisi olayından çıkmış, tamamen savaşçı kimliklere bürünmüş,
Rambo kılıklı heriflerdi. Halk bunlardan korkuyor. Aslında tüm görev
halka düşüyor da, onun gücü de yetersiz kalıyor. Bire bir sıkıntıyı,
çileyi çeken oradaki insanlar. Silahların konuştuğu savaş belki
biter. Oradaki insanların içindeki savaş, geçim sıkıntısı, işsizlik
bir savaşın basamaklarıdır. O yüzden halk bilinçlendirilmeli,
bilgilendirilmeli, yani o insanların sadece PKK'ya endeksli olmadıkları
gösterilmeli. Kesinlikle kurşun sıkmayla, adam öldürmekle, askerin
vurulmasıyla karşı tarafın vurulmasıyla bitmez. Oranın kültürüyle
yaşıyorsa niye benim kültürüme boyun eğsin ki? Tabii ki kendi kültürüyle
yaşayabilir orada. (Temmuz 1998, Samsun)
1972, Samsun doğumlu, liseyi bitirdi, konfeksiyoncu. İki kız kardeşi
var. Babası diş teknisyeni, annesi emekli. Kasım 1994 - Ocak 1996 arasında,
askerlik hizmetinin acemi bölümünü Birecik Jandarma'da, usta birliğini
Siirt Kurtalan'da yaptı.
TÜRKİYE'NİN TERAZİSİ
EŞİT DEĞİL
Şimşek çakınca kendimi bisikletten dümdüz asfalta, yere atmışım.
Şimşek sesi silah sesi gibi geldi. Millet bana gülüyor. Ayağa kalktım,
ben de kendime gülmeye başladım.
Terhis oldum, geldim. Kendimi çok büyük bir boşlukta hissettim. Uyku
uyuyamadım. Taşların arasında bir saat, yarım saat uyku 24 saat
uykudan bile daha tatlı geliyordu. O uykuyu, o yaşamı özledim. Normal
bir yatakta rahat edemedim, yerde yattım. Bu hayat bir buçuk sene devam
etti. Otobüsten indim, bütün insanları terörist olarak karşıladım.
Orada gördüğüm sivil halk ya terörist ya da teröriste yataklık
yapan kişi. İçlerinde iyileri de çok. Sivil halkı görmüyorsun, çarşısını
görmüyorsun. Dağlardasın, iki üç ayda bir iniyorsun. Bir sıcak çorba
içene kadar zaman doluyor, tekrar dağa çıkıyorsun. Her gün çatışma,
ne bileyim, rezil bir hayat. Her gün her saat ölümle burun buruna.
Kurtulup buraya canlı, normal bir halkın arasına girince insanların
hepsini PKK görüyorsun. Değil ama, psikolojik olarak böyle görüyorsun.
Aptal gibi bir halim var. Her an bana kurşun sıkılacak gibi sağa sola
bakıyorum. Dağ görünce, "terörist karşıda, bize ateş
ediyor" diyorum. Köyde bahçede geziyorum. O taşın altından terörist
kalkacak, bu taşın altından terörist kalkacak. Bazen kendimi, siper
diye yere atıyorum.
Terhisten üç ay sonra işe başladım. Bir gün yolda yürüyorum. Şimşek
çakınca kendimi bisikletten dümdüz asfalta, yere atmışım. Şimşek
sesi silah sesi gibi geldi. Millet bana gülüyor. Ayağa kalktım, ben de
kendime gülmeye başladım. Gündüz de düşünüyorum da, gece daha başka
tabii. Hafif canım sıkıldığı zaman kafam bir gidiyor. "Herkes
terörist, alayım silahı, herkesi öldüreyim" diyorum.
İnsanlığın bittiği yer orası. İnsanlıkla hiçbir alakan yok,
afedersin, vahşi bir hayvan olmuşsun. Nedenine gelince her gün çatışma,
her gün ölü kişiler; ölmüştür, yakılmıştır, işkence yapılmıştır.
Açsın, susuzsun. Ekmeğini ıslatıyorsun, taşla kırıyorsun,
yiyorsun. Az bir su bulursun, simsiyah. Üzerine mendil seriyorsun, içiyorsun,
içmek zorundasın. Üç dört ay duş alamadık. Afedersin, kirlendik, duş
alamadık, su yok. Saç sakal birbirine karışıyor. Önüne kim gelirse
gelsin, hiç gözünü kırpmıyorsun. Hayatımda insan ölüsü görmemiştim.
Orada insan ölüsünü, bütün işkencesini gördüm, yakılmasını, işkencesini,
her şeyini... Sivil hayatta insanı jiletle kıymalık yapsalar, kılım
kıpırdamaz. Katılaşmışız orada. Bazılarının rüyalarından çıkmaz
ama benim hiç tüyüm kıpırdamıyor. Oradaki ortam rüyalarımdan çıkmıyor.
Bu akşam rüyamda çatışıyordum, çatışmadaydım. Yanımda arkadaşlarım
şehit düştü. Dağda keklik avına çıkınca, keklik avlamayla bitiyor
değil mi? Kekliğin anaçlarını vurunca yavrulama yapmıyor. Terör de
aynı. Devletin içindeki başlarını veya terörün liderlerini aldın mı,
dağdaki kişilerin avlanması çabuk olur. Devletimizin elinde dünyanın
haritası vardır. Haritaya göre, her suyun başına bir tim asker koy. Açlıktan
ölmez ama susuzluktan insan haliyle ölür. Su içmeye gelecek. Vur
gitsin, suyun içine zehir at, bir şeyler yap. Önemli olan başındaki
liderleri almak. Terör örgütünün bitmesini istemeyenler devletin içerisinde.
Dönmemi annem çok duygusal karşıladı. Teyzemi, amcamı tanıyamadım.
Kardeşimi tanıyamadım. "Tanımıyorum" diyorum, "nasıl
tanımıyorsun" diyorlar. Çok rezil bir hayat, yani insan hakkı
yoktur. Bugün terörist köye gidiyor, kundaktaki çocuğu işkence yapıp
öldürüyor. Sağ salim yakalanınca cezaevinde besliyorlar. İnsan hakkı
varmış... Ölen ailenin insan hakkı nerede? Onun hakkı nasıl ödenecek?
Ödemiyorlar. Bir milyar parayla bu insan hakkı ödenmez. Benim insan
hakkım yok. Hakkım oradaki silahımdır, kendi kendimi korurum. Adam
sana, "sür, tepeye çık" der. Tepede ölürsen şehitsin.
Kendi hakkını kendin savunuyorsun. Çok iyi hatırlıyorum. Diyarbakır
Kulp'a akşamüstü vardım. Silah verildi, gece yattık. Saat 4'te
"kalk alarmı" çalındı, saat beş gibi çatışmaya başladık.
Acemiden yeni gidiyorsun, araziyi tanımıyorsun, hemen çatışmaya
gidiyorsun. O çatışmada iki üç arkadaşım kafayı yedi. Kendimi
kaybetmişim. Kaç çatışmaya girdiğimi sayamam. Bir gün girmesem öbür
gün girmişimdir. Hiç nöbet tutmadım, dağda hep pusudasın, nöbettesin.
Çok rezil bir hayattı ama hâlâ gurur duyuyorum. Şu andaki işim çok
güzel, geliri de güzel. Şu gün çağırsınlar, bütün işimi bırakır
giderim. Özel Harekât için müracaat ettim. "Lise mezunuysan
gel" diyorlar. Yahu, kardeşim sen beni ne yapacaksın, daktilo mu
yazacağım, bilgisayar mı kullanacağım? Beni arazide kullanacaksın.
Kafam çalışıyorsa, orda görev yapmışsam, ne araştırıyorsun lise
mezunu mu diye? İlkokul mezunu milletvekilleri var. İbrahim Tatlıses,
"milletvekilliğine adaylığımı koyacağım," diyor, bu adam
da ilkokul mezunu. İlkokul mezunu milletvekili oluyor da, bir gariban köylü
çocuğunu ilkokul mezunu diye Özel Harekât'ta devlet için savaşmaya
almıyorlar. Bugün, Güneydoğu'da hiçbir zengin çocuğu yoktur, hepsi
gariban. Benim birliğime çok zengin çocuğu geldi, ikinci gün aynen
geri... Evet rezil hayat, ama ben hâlâ orayı istiyorum, ortamı özlüyorum.
Televizyonda görünce, "keşke ben de olsam" diyorum. Orada
vatan millet için savaşacaksın. PKK'nın kökünü bitirmek için savaşacaksın.
Benim için en büyük gurur. Burada pisi pisine ölmektense orada vatan
millet için şehit olayım daha iyi. Hiçbir sanatçı hiçbir zengin çocuğu
yoktur Güneydoğu'da. Yani vatan sevgisi daha çok yoksullarda var. Vatan
meselesinde çok bir gariplik var zaten. Televizyonlarda, "vatanım
milletim," diyor, niye askerlik görevi çıkınca kaçamaklık yapıyor.
Örneğin Tarkan askere gitmemek için bazı şeyler uyduruyor. Operasyona
git. Çatışmaya git de göreyim senin vatanı milleti sevdiğini.
Politikacılar karar veriyor ama hiçbir marifetleri yoktur, marifet
askeriyenin elinde. Terörle mücadele eden kahraman Mehmetçiktir. En
basiti, bir milletvekili çatışma esnasında bir helikopterle gidip de
niye kontrol yapamıyor? Milletvekili camiye arkasında sekiz-on korumayla
giriyor. Sen Allah'ın evine, camiye giriyorsun. Seni koruyacak olan zaten
Allah, niye korumayla giriyorsun? Orayı görmeyen kişiler inanmıyor,
masal gibi dinliyorlar. Vatan millet için git istediğin kadar savaş,
toplumda sana değer veren olmaz. "Benim için mi yaptın, vatan için
yaptın" deyip geçiyor adam. Devlet de ilgilenmiyor tabii. Çok
fazla eşitsizlik var; Türkiye'nin terazisi eşit değildir. Paralı
taraf ağır basmıştır.
İçimde savaş veriyorum. Bunu, oradan gelen arkadaşlarımla paylaşıyorum.
Ben 12-13 yaşından askerlik çağıma gelene kadar, "komando
olsam" diyordum. Kalbimde ne varsa hepsi çıktı, gittim yaptım
geldim. Manisa Kırkağaç'taki eğitim çok iyiydi. O eğitimle Diyarbakır,
Muş, Batman, Siirt, Bingöl, Kuzey Irak'a kadar gittim. Döndükten üç
ay sonra tekrar Güneydoğu'ya gittim. Korucu arkadaşlarım bana baktılar.
Korucu arkadaşlarım suçu hep devlette buluyorlardı. Arazileri var,
ekemiyor. Akşam teröriste, gündüz askere ekmek veriyorlar. Savaş
hayatında yaşıyorlar, ölümle yaşıyorlar. Bir hafta on gün dolaştım.
Güneydoğu'da misafire verilen değer hiçbir yerde yok. Oraya git,
"selamünaleyküm" deyince köşeye oturtur, çay içirmeden bırakmaz,
misafirhanede yatırır, paran yoksa biletini de alırlar. Akdeniz'de çayı,
kahveyi bırak, "selamünaleyküm" de, selamı da alan çok
nadir.
Müslüman ise herkes kardeştir. İçinden beş kişi çıkıyor, dağda
PKK'lık yapıyor, "Kürdistan devleti" diyor, bunun bedelini bütün
Kürtler ödüyor. Kürt diye iş vermiyorlar, dışlıyorlar. Niye yatırım
yapmıyorsun, okul yapmıyorsun? Çocuklar cahil kalıyor. Ben gitmeden
orayı Alanya gibi düşünmüyordum, mahrumiyet bölgesi olduğunu
biliyordum ama hakikaten mahrumiyetmiş. Doğayla iç içesin, dertlerini
doğayla paylaşıyorsun. Zaten kafayı yemişsin kendi kendine konuşuyorsun.
Doğayla mücadele ediyorsun. İlk kez orada kar gördüm.
Gitmeden çok normal bir insandım. "Sen kız mısın?"
derlerdi. Öyle olgun, sakin... İçkim, sigaram, kumarım hiçbir şeyim
yok. Gittim geldim, insanlıkla ilişkim kesilmiş. Türkçem zayıflamış,
yobazlaşmışım. Oranın ortamı her şeyi köreltiyor, hayatı köreltiyor.
Önce sevgilim vardı. Artık sevgili istemiyorum. Yalnız kalmak, yalnız
yaşamak istiyorum. Bir de sevgiliye zaman ayırırsam bunalıma girerim.
Kendimi ölüme en yakın on metrelik bir çatışmada hissettim. On metre
arasında el bombasıyla çatışıyorsun. Komutan şehit oldu. Yaralanan
oldu. Vermeden alamazsın. Şerefsizlerin elinde olan muhabere cihazı Türkiye'nin
elinde yok. Bu Kürtçülük, Türkçülük ayrımı olmasın, eşitlik
olsun. Oralarda insanlar tahsilleşsin, iş sahaları açılsın. Batı bölgesi
nasılsa orası da öyle olsun. Oranın da çok doğal güzellikleri var.
Oraya da turizm akını yapılsın. Çocuklar okula gitsin. Çalışmak
isteyen çalışsın. Herkes Türk vatandaşı Türk bayrağının altında,
Türk dili konuşarak yaşasın. Eşitlik olsun, Kürtçülük, Türkçülük
ayrımı yapılmasın. Herkes eşit bir dünyada yaşasın.
1974, Alanya doğumlu, ilkokul mezunu. Üç kız, üç oğlan altı kardeşin
iki numarası, babası çiftçi. Acemi birliği Manisa Kırkağaç.
Komando. Askerlik yıllarını tam çıkaramıyor, 1994-1995 arası diye
tahmin ediyor. Turizm işinde çalışıyor.
ASKERE GİTMEMEK İÇİN ALTERNATİF OLSA GENÇLERE ANLATIRIM
Mesela Dardanel, devlet bunu askere yolluyor. Dardanel ton askere yasak,
subay astsubay yiyecek. Askerlere markasız barbunya...
Güneydoğu'ya gitmek istiyordum. Savaş için çok şeyler söyleniyordu,
görmek istiyordum. Merak vardı. İlk gün ağladım. Saçımın
kesilmesi, bir üst devrenin veya astsubayın, rütbelinin sana karşı
davranışları insanı bitiriyor. Biz de o anlamda yenik düştük. G3
kullandık, MG3 ve lav eğitimi aldık. Üç aylık eğitim, o kadar olur
yani. Gece terörle mücadele eğitimi veriliyordu. Dinledikçe, daha çok
merak etmeye başlıyorum.
Üç aydan sonra izne gittim, dönüşte İstanbul Ümraniye. Eğitimin
orada gene başladığını görünce, "tamam" dedik, gidiyoruz.
Taburun yarısı da orada... Trendeyiz, mühimmatla beraber Siirt'e
gidiyoruz. Gece yolculuğu yasak, duruyoruz, gündüz devam ediyor.
Yolculuk altı yedi gün sürdü. Tedirgin oluyoruz. Tren çok uzun, saldırı
çok kolay. Kurtalan'da trenin işi bitiyor, oradan araçlarla. Siirt'te
Piyade Taburu. Güçlükonak'a gideceğiz. Orada karakol yapılacak. Güçlükonak'a
girer girmez önde detektör mayın araması yapıyoruz. Mayınlar çıkmaya
başlayınca, araç mayınları, personel mayınları bu sefer korku başladı,
ayak atamıyoruz, bir yere gidemiyoruz. Olduğumuz yerde kaldık. Köylere
gitmeye başladık. Bizim yüzbaşı ile birlikte köylülerle sohbet
ediyoruz, piyadeyle köylülerin arası iyi. Köylü, "Jandarma
geliyor vuruyor, Özel Tim geliyor vuruyor, PKK geliyor, 'niye vatan
hainliği yapıyorsunuz, ispiyonculuk yapıyorsunuz' diye vuruyor,"
diyor, soruyor: "Komutanım, nereye güveneceğiz, ne yapacağız?"
Gerek gerillanın yaptığı yanlışları, gerekse devletin savaşı ısrar
ettirmesinin yanlışlığını anlamaya başladım. Bir büfe var orda,
geliri Binbaşıya ait, bir kola 200 bin lira. Maaş kolaya yetmiyordu.
Mesela Dardanel, devlet bunu askere yolluyor. Dardanel ton askere yasak,
subay astsubay yiyecek. Askerlere markasız barbunya... Arkadan nöbetçi
askere görünmeden sürünerek çadıra giriyor, Dardanelleri alıyordum,
dağıtıyordum. Dardanel daha güçlü olduğu için askerin ayakta
durması için ihtiyaçtı.
İlk nöbetim... Güçlükonak'a çıktıktan sonra hâkim tepeler vardı.
Sen ayakta duruyordun, ben yatıyordum. Ben duruyordum sen yatıyordun, hiç
aşağıya inmiyorduk. Korku oluyordu bazı kere. Karşıda çatışmalar
oluyordu, izli mermileri görüyorduk. Acaba buraya doğru sızdı mı?
Veya uyuyup kaldım da bir an uyandım da, işte ne oldu, acaba biri yanaştı
mı, bir şey oldu mu? Bir an uyuduğun için karşını göremiyorsun,
korkuyorsun. Ben direkt çatışmaya girmedim. Bizden önceki tim çatışmaya
girdi. Bir uçaksavarcı arkadaş öldü, piyade. Biz sadece sıkıştırma
görevi yapıyorduk. Jandarma giriyordu. Mesela bölgede gerilla göründü,
haber veriliyor, hâkim bölgeye giriyoruz, bize doğru yaklaşınca ateş
açıyoruz, jandarma havadan helikopterle iniyor, çatışmaya giriyor.
Biz Güçlükonak yolunda mayın araması yapıyoruz, araç gelirken mayına
basıyor. Araç tahrip oluyor, ama ölen yok. O sırada Güçlükonak'tan
bir kadınla yaşlı bir amca hastaneye gidiyorlar, yürüyorlar yani.
Asker araçtan iniyor, direkt amcayı vuruyor, tabii ölüyor. Biz mayın
taraması yaptık, dinleniyorduk, patlamayı duyduk, gittik, kadın ağlamaya,
ağıt yakmaya başladı. Bu patlayan yerde önce mayın aramasını yapmıştık.
O mayın, nasıl yerleştirildiyse, aradığımızda detektör ötmedi.
Detektör plastik mayında ötmüyor, öyle detektörler var ki her yerde
ötüyor, ne yapsan ötüyor, mayın olmadığı halde ötüyor. Bozuklar
yani. Bu ateş açmaların asker arasında dedikodusu oluyordu. Heyecandan
dolayı asker iniyor direkman ateş ediyor. Mesela ben avcıydım, mağaraya
yaklaşmıyoruz, uzman çavuş, "mayın at oraya" diyor. Ben de
atıyorum. İçerde ne olduğunu bilmiyoruz. Bazen boş çıkıyor, bazen
silah çıkıyor ama yanmış oluyor. Köy aramaları olmuyordu, insan
yok. İnsan varsa, o köy boşaltılıyor, yakılıyor. Cami bile yaktık.
Eruh'un arkasında bir köy, ismini unuttum. Orada 30-35 tane ev vardı.
İnsanları evlerden çıkarttık. Genellikle oranın korumasını alıyoruz,
kuşatıyoruz. Üst rütbeli, köylülere "köyü boşaltacaksınız"
diyor. İki-üç timle beraber köyün içerisine giriliyor, insanlar dışarı
çıkarılıyor, arama yapılıyor. Adamlar, kadınlar, çocuklar ayrılıyor.
Erkeklere, "burada durmayacaksınız, PKK'yı destekliyorsunuz,
onlara yiyecek veriyorsunuz" deniyor. İnsanları şehre sürüyorlar,
Siirt'e gidiyorlar. Halk ne diyecek? O anda eşyalar çıkıyor meydana.
Sonra iki tim giriyor, arama yapıyor, boşaltma yapılıyor, sonra yakılıyor
yıkılıyor. Benzinle tutuşturuluyor, kenarlardan falan yanıyor. Köy
yanarken seyrediyoruz. Görüyoruz, zaten yakın arazi, biz korumadayız.
Merakımın bütün cevaplarını orada buldum. Devletin bunu sürdürmek
istediğini görüyorum. Çünkü devlet oradaki insanlara sahip çıksa,
kültürel, dil, ırk yönünden sahip çıksa, yaşamsal şeylerini iyileştirmeye
baksa savaş olmaz. Ben yalnız bir tanesine, bu anlattığıma katıldım.
Siirt'te, Eruh'ta, Pervari'de, Güçlükonak'ta, Taşkonak'ta devamlı
geziyorduk. Kırmızıtepe operasyonu vardı. 1994'te büyük bir
operasyon. O operasyonda, bizim askerlerin büyük bölümü gitti. Biz köylerde
evlerde kaldık. İki ev boşaltıyorduk. "Burada kalacağız"
diyoruz, muhtar tahsis ediyor. Eşyalarımızı oraya koyuyoruz. Uzman çavuş
veya astsubay kalıyor orada. Biz tim olarak hâkim bir tepede kalıyoruz.
Ev toprak, fark etmiyordu, postalla falan...
Ben hiç PKK ile karşılaşmadım ama telsize girdi. Kurmay binbaşı
teslim olmaları için çağrıda bulunuyordu. Onlar da, "asıl siz
teslim olun" diyor. Tabii binbaşı küfür ediyor. Onlar, "sen
askersin, küfür etmene gerek yok" diyor. Geçmişte,
"PKK" diyordum, şimdi netleşmiş şeyler var, gördük, yaşadık.
Devletin oradaki haksız savaşından dolayı gerilla diyorum. Kürtlerle
ilgili bir merakım yoktu. Laz, Çerkez, Ermeni nasıl oluyorsa Kürt de
öyle oluyordu. Askere gitmeden Gündem gazetesi vardı, devamlı Güneydoğu'da
neler oluyor yazıyordu, tabii o da bir taraftır. Bildiğim halde
okuyordum. Başka gazeteleri de okuyordum ama onlar Güneydoğu'da ne olup
bittiğini sadece "çatışma oldu, şu kadar insan öldü" diye
yazıyordu. Bir gün, yaşlı bir adamı PKK'ya mühimmat yiyecek taşıdığı
için katırlarla beraber sürükleyerek getirdiler. Adam kabul etmiyordu.
Belli değildi, iki un çuvalı katırın sırtında yakaladıkları için,
sen bunu PKK'ya götürüyorsun. Adamı kollarından halatla bağlayıp sürüklediler.
Yaşı altmışa yakındı, oradaki insanlar çok ezildiği için yaşını
bilemezsin. Adam bağırıyor, ağlıyordu.
Pusu atılan yere gerillanın inmesi intihardır. Bu Güçlükonak olayını*
gerillanın yaptığına inanmıyorum. Yapsa zayiat verir, bir çatışma
olur. Karakolun orada olmadığını say, tepelere her zaman pusu atılıyor.
Karakolu korumak için tepelere çıkıyorsun. Köyü korumuyorsun ki,
bulunduğun bölgeyi koruyorsun. İki-üç tim çıkıyor her iki tepeye.
Gerillayı onların görmemesi imkânsız. Halk piyadeden memnundu ama
mesela jandarmadan, polis ve Özel Tim'den memnun değildi. Devamlı dayak
atıyorlar.
Oraya gitmemden önce düşmanımı bilmek istiyordum. Şimdi, sorgulamayı
tamamladım. Düşmanım kim? Hâkim sınıflar yani, kim olacak? Çok
savaş var. Psikolojik olarak kendinle mücadelen var, karşıdakiyle mücadelen
var. Taraf olsan da olmasan da bir yerlerde duruyorsun, o anlamda kendini
koruman gerekiyor, artı biraz tarafsın, karşıya zarar vermek
istemiyorsun. Mesela Dardanel ambargosu var, onu yeme mücadelesi. Savaşın
en zoru orada bulunmak, savaşa bir taraftan destek olmak. Yani devamlı
seninle var olacak, kendi iç savaşın. O çelişkiyle devamlı hesaplaşacaksın.
Taburda bir arkadaş şehit düştü. Biraz kahraman birisiydi, devamlı
atılıyordu, vurulması pek sürpriz değildi. Vurmak, PKK'yı geri püskürtmek,
kelle almak onun için çok gurur verici şeylerdi. Çoğu asker üzülmüştü,
ben bir insan öldü diye üzüldüm.
94'te bizi sıkıştırma amacıyla üç buçuk dört ay sonra Lice'ye gönderdiler,
piyade taburuna katıldık. 15-20 gün kaldık. Olaylar olduğunda yoktum.
Çatışmaya katılan arkadaşlarla sohbet ettik. Orada PKK'nın başarması
imkânsız. Orası Özel Tim'in, jandarmanın koruması altında olan bölge.
Paşa vuruluyor, sonra Lice yakılıyor. Operasyonda bizi jandarma
istiyor. Bize, "gideceksiniz şu bölgede sıkıştırma yapacaksınız
veya konaklama yapacaksınız" deniyor. Zaten piyadenin işi bu,
devamlı yürüyoruz. Bizim olduğumuz zaman Lice'nin içinde çok az sayıda
insan kaldı, çok az. Köye, Lice'ye inmiyorduk. Hâkim tepelerde
oluyorduk.
Orayı düşündüğümde ilk aklıma arkadaşlarım geliyor. Onlarla
paylaştığım ekmek, işte o Dardanelleri çalıp dağıtmam, çorap
vermiyorlardı, çorap çalıyordum, dağıtıyordum. Döndüğümde
burada, Tonya'da, insanlar ne olduğunu merak ediyordu. PKK'nın ne yaptığını,
bizim ne yaptığımızı, köy boşaltmaların nasıl olduğunu, savaşın
nasıl sürdüğünü anlattım. Döndüğümde uyuyamıyordum. Biz
askerde gündüz uyuyorduk, gece ayakta oluyorduk. Dönünce geceleri
devamlı geziyordum. Gece saat bire kadar arkadaş bulsam gezerdim veya
oturup sohbet etmek isterdim. Askere gideceklere gitmemek için alternatif
olsa anlatırım. Yapı olarak, kafa olarak değiştim. Bu savaşın
kimler tarafından sürdürüldüğünde, beslenenlerin kimler olduğunda
daha netleştim. Subaylar savaşın sürmesini istiyorlardı, güzel para
kazanıyorlar. Tehlikesi var, kendini çok uç noktaya atanlar ölüyor.
Astsubay bizimle pusuya gelmez, uzman çavuşu yollardı. Asteğmenler
devamlı askerle gider, askerle arkadaş gibidir. Ölebileceğimi hiç düşünmedim.
Bir kere korktum. Nöbette ben uyuyordum, arkadaş kolluyordu. Sonra ben
kollayacaktım. Uyumuşum. Bir anda uyandım. O an korkmuştum. Hiç müzik
dinlemiyorduk, dinleyebilsek Grup Yorum'dan Dersimin Dağları'nı
dinlemek isterdim. (Temmuz 1998, Tonya-Trabzon).
1973, Tonya doğumlu. Ortaokuldan ayrıldı. Lokantacılık yapıyor. Ağustos
94'te askere gitti, Manisa'da acemi eğitimi aldıktan sonra piyade, avcı
olarak Siirt bölgesindeydi, Kasım 95'te döndü.
ÇOCUĞUM OLSA KESİNLİKLE ASKERE GÖNDERMEZDİM
Aile gurur duydu. İmam, "üzülmeyin" dedi, "Allah şehitleri
cennete gönderir". Yolculuk çok kötü değildi, arabada cenaze
olduğunun pek farkında değildim. Bir yabancılaşma sanki.
Kış ortası, üşüdüm, cenaze sığmadığı için arabanın arkasını
açık bırakmıştık.
Samsun'dan dağıtım sonrası Edirne'ye gittim, iki gün sonra da Van'a
gitmek beni bayağı korkuttu. Bir de kalp rahatsızlığım var. Rakım yüksek
olduğu için tıkama yapıyor, halsizleştim. Samsun'da bütün gün,
rap, rap, rap yürütüyorlar. Sağa dön, sola dön. Çatışmaya yönelik
düzenli savaş, haç şeklinde saldırma gibi teorik bir şeyler öğretiyorlar.
Kurada Doğu çekenlere ikinci bir eğitim verdiler, silah konusunda daha
tecrübelendiler. Batı çektiğim için, "işiniz bitti" denmişti...
İlk gece bir kıyamet koptu. Herkes bir şeyler görmüş bir yerlere ateş
ediyor. Aslında bir şey yok. İkinci gece karşı tepedeki askerler
bizim tepeye ateş ettiler, askerlerden birini vurdular. Birileri görüntü
aldığını, birileri de bir şey olmadığını söylüyorlardı. Ertesi
gün görüntü alınan yerde bir grup kadın ot topluyorlardı. O kadınların
kadın olmadığını çok sonra anladık, ama onlar hiç ateş etmediler,
karşıdan bizimkilerin ateş ettikleri kesin. O gece bir üsteğmen
yaralandı. Ben çatışmadan çok uzaktaydım. Mermiler uçuşuyor
uzakta. Işıklarını görüyorsunuz, vurulmadan ne olacağını
anlayamazsınız gibi geliyor.
Daha sonra karlar eridi, taburun daha yukarıya çıkması gerekiyordu.
Yukarı çıkınca iyice halsizleştim. Biz üç doktorduk, çadır
revirdeydik. Yukarı çıkınca toprağı dozerlerle kazdılar, roket
gelmesin diye çadırlar toprağın içine kuruldu.
Biz ikinci bölük olarak çıktığımız gece, "herkes görüntü
aldık" diyor. Askerler o kadar panik ki... Herkes, "iki kişi eğilmiş
gidiyordu" diyor... Sabahleyin o iki kişinin aslında bir eşek olduğu,
taburun etrafında dolaşan eşeğin sürekli tarandığı ortaya çıktı.
Eşek de vurulmadı, vuramadılar. Bir süre sonra ben iyice halsizleştim,
tabur komutanı "seni Edirne'ye göndereceğim" dedi. Sevindim
tabii... Sonradan, fikir değiştirince Van'a gittim. Asteğmenler
orduevinde kalamıyormuş, otelde kalmaya başladım. İyice bir otel,
parasını da ben veriyordum. Bu altıncı ayda falan. Doktorlar izne çıktıkça,
ben yukarı çıkıyordum.
Bir çatışmada ölen askerlerden birini köyüne götürdüm. Daha önce
de bir asker, asteğmenin silahını temizlerken kazayla kendini vurmuş.
Asteğmenin silahını vermesi yasak ama... Asker silahı temizlerken
mermileri boşaltıyor, "tetiğe nasıl girecek" diye bakarken
mermi gözüne giriyor ve parçalanıyor. Onu da Maraş'a götürdüm. Bu
tür işlere bakıyordum, bir de taburun ihtiyacı olan şeyleri, ne de
olsa yabancı bir tabur ve Van'daki birlik her ihtiyacı karşılamıyordu.
Taburumdan bana, "şu lazım" diye telefon açıyorlardı. İzne
gidecek askerleri yolluyorlardı, uçak bileti sağlıyordum. Rütbeli
dolaşıyordum. Zaman zaman korkuyordum. Gece yürürken yanından
bisikletli biri geçiyor, küfür ediyor, bir şey diyemiyorsun. Silah da
taşımıyordum, kullanmayı bilmiyorum. Acemide tabanca ile bir kere atmışım,
yani kullanamam da.
Kış geldi, tabur yine aşağıya indi, Başkale'ye yerleşti, birkaç
kere sivil minibüsle gittim, geldim. Sarışın olduğum için insanlar
asker olduğumu anlıyorlar. Askerler zaman zaman el bombalarıyla
oynuyorlar, patlıyor, elleri parçalanıyor tabii. Üç kişinin böyle
eli parçalanmış, bir de mayına basan askere baktım. Taburdan beş kişi
mayına bastı, biri teğmendi. Bunlar örgütün mayınları, plastik,
topuk koparan deniyor, detektör de algılayamıyor. Asteğmenin silahıyla
vurulan askeri önce Ankara'ya, oradan Adana yoluyla Maraş'a götürdüm.
Maraş'taki bir Kürt köyüydü. Asteğmen çok iyi bir çocuktu,
askerlik yapmaya karşı bir insandı, yıkılmıştı. Askerin ailesi oğullarının
asteğmenin silahıyla kendini kazayla vurduğuna inanmadılar, Kürt olduğu
için "siz vurdunuz" dediler. Allah'tan oraya ilçe jandarmanın
aracıyla gittim. Aile tabutu açmak istedi. Ayrıca bana saldırabilirlerdi,
teşebbüsleri de oldu. Asker hemen ölmemişti, Van'da birkaç gün yaşadı.
100. Yıl Üniversite hastanesinde yatıyor, tek ben varım yanında. Yoğun
bakımın kapısında insanların yakınlarını bekledikleri gibi
bekliyordum. Sorumluluk duyuyorsunuz, götürmeniz gerektiğini düşünüyorsunuz.
İtiraz da edemezdim. Aileden en az 20 kişiye olayı ayrı ayrı anlattım.
Bu durumda şehit olmadığı için maaş da bağlanmıyor. Taburun kantin
gelirinden aileye iki yüz milyon kadar bir para gönderildi. Çatışmada
ölen ikincisini de memleketi Erzurum'un bir köyüne götürdüm. Van'dan
götürecek araç bulamadık, steyşın vagon bir taksinin arkasında götürdüm
cenazeyi. Hesapta bize yollarda eskort yapacaklardı. Ama 30 km sonra bıraktılar,
biz de bastık gittik. Erzurum'a geldik, köy 200 km uzakta şehirden.
Gece boyunca gittik. Neyse sonuçta ilçeyi bulduk ve ilçenin jandarma
karakolunda kaldık. Ertesi gün landlarla köye gittik. Köy bir felaket,
sanki kayalarla yapmışlar, okul yok, elektrik su var mı? Emin değilim.
Türk köyü. Onlar, "şehit oldu" diye neredeyse sevindiler.
Askerlerle birlikte, ilçe jandarma komutanı geldi. Havaya ateş falan
ettiler. Şehit töreni. Aile gurur duydu. İmam, "üzülmeyin,"
dedi, "Allah şehitleri cennete gönderir". Yolculuk çok kötü
değildi, arabada cenaze olduğunun pek farkında değildim. Bir yabancılaşma
sanki. Kış ortası, üşüdüm, cenaze sığmadığı için arabanın
arkasını açık bırakmıştık. Rütbeliler cenaze taşımaya yanaşmıyor,
nedense korkuyorlar. Hoş değil ama birinin yapması gerekiyor. Ben pek
dini inançları olan biri değilim, hatta hiç inancı olan biri değilimdir.
Çok güçlük çektim, namaz kılmak gerekiyor, hayatımda namaz kılmamışım.
Kenarda durdum, çok antipatik oldu. Tabur komutanı cenaze namazı kılmadığımı
bilmez. Bilse, bir daha göndermez. Aslında askerler de kılmadı ama
ellerinde silahları var, bende yok. Sivilim, asker gibi yanlarında
durdum. "Asker dövülmüyor" deniliyor, ama aslında çok kötü
dövülüyor. Tabur komutanı, kızdığı bir astsubay asker döverse
hakkında tutanak tutuyor, ama kendi de dövüyor ya da sevdiği bir
astsubaya karışmıyor. Astsubaylar çok kişiliksizler, haklılar da.
Orduevleri ayrı, ikinci sınıf insan muamelesi görüyorlar askeriyenin
içinde.
Mesela tabura malzeme getiren biri vardı, taburdan para kazanıyordu ama
örgüt ona hiç dokunmuyordu, muhtemelen örgütü besliyordu. Bir kısır
döngü. Sen adama veriyorsun, adam örgüte veriyor. İşte adamın
askerleri de beslediği haberleri geliyordu ama, direkt şahit olmadım.
Oradaki Jandarma komutanı korucuları atamaya yetkili. Bu insan, kimi
zaman oradaki korucuları değiştiriyormuş ve ilk maaşlarını alıyormuş
gibi hikâyeler anlatılıyordu. Mesela 1000 korucu var orada, adam ay
sonunda onunu işten çıkarıyor, yeni 10 tane çağırıyor, "ilk
maaşınızı bana vereceksiniz" diyor.
Bir mevzi kazıyorsun, bütün gece orada bekliyorsun, yağmur başlıyor,
mevzi de dolmaya başlıyor. Emir gelene kadar çıkamıyorsun, yani suyun
içinde bekliyorsun. Çok kötü, bir süre sonra uyuşuyorsun,
hissetmemeye başlıyorsun. Korucular mevzide değil, açık havada yatıyorlardı.
Sanki ne zaman çatışma olacağını biliyorlardı. Mesela görüntü alınacak,
daha hiçbir şey yok. Korucular hemen ateş etmeye başlıyorlar, öyle
olunca herkes birbirine ateş ediyor. Sonra korucuları yanımıza
almamaya başladık, çok daha huzurlu olduk. Çünkü ortalığı karıştırıyorlardı.
Bulunduğum yerde iki köy var, arada dere ve köprü, kavgalı oldukları
için bir kilometre arayla iki okul dikilmiş, çok da fakirler. Taştan
şeylerin içinde oturuyorlar ve tembeller. Yani çalışmıyorlar da, en
azından toprağın bir bölümünü ekebilirler. Van'a gidip yerleşmeyi
tercih ediyorlar. Ama Van'da kiralar İstanbul gibi, ev yok.
Çatışmaya girsem en pasif yerde kalmayı tercih ederdim herhalde. Belki
de kaçardım. Pusuya çıkınca, en emniyetli yer teğmen ya da üsteğmenin
yanı olduğu için orada duruyordum. Daha üst rütbeli hiçbir zaman çıkmıyor
yukarıya. Sağlık ekibi takım komutanına bağlı. Komutanların bazıları
çok insancıl, bir süre sonra da kaçıyorlar, istifa ediyorlar. Bazıları
da fazla milliyetçi, kelle alalım, kulak koparalım cinsinden insanlar.
Arada büyük bir uçurum var. Asteğmenlerle askerlerin arası iyi,
doktorlarla daha da iyi. Mesela bizim taburda kardeşi PKK, kendisi de bir
zamanlar PKK'da bulunmuş askerler vardı. Büyük bir çelişki tabii.
Belki kardeşi kardeşe vurduruyorsun sonuçta. Mesela taburun etrafı mayın
döşeliydi, gelip bizim mayını ters çeviriyorlar ya da gece mayını söküp
götürüyor, bize karşı kullanıyor. Mesela bizi üç ay boyunca izlemişler.
Telsiz konuşmalarında, tabur komutanıyla "kaç kere kanasın ucuna
geldin biliyor musun" diye dalga geçiyorlardı.
Askerde çok kitap okudum. "Doktorlar" kitabımı doktor arkadaş
çantasında çatışmaya götürmüş, çantasını PKK çaldı. Sonra
arazide dolaşan ekip kitabı buldu, atmışlar. İnsan orada çok
milliyetçi oluyor. Gene de "kafasını koparalım, kulağını
keselim" diye düşünmedim. Negatif bakıyorsun, "pis Kürt"
falan diyorsun. Şimdi daha farklı ama gene de Kürtleri çok sevdiğimi
söyleyemem, Lazları da pek sevmem. Belki de askerlik yüzünden, çünkü
askerlik öncesi öyle gelmiyordu. Belki de, "onlar yüzünden askere
gittim, bunları yaşadım" diye. Toplum savaşanları kahraman gibi
görüyor, ama ben kendimi öyle görmüyorum. Sarıyer'de yapana,
"sen de askerlik mi yaptın" diyorlar. Bu puan getiriyor, ama
kesimden kesime değişiyor. Burjuva kesimde, " kerize bak, askere
gitmiş" derler, halk, "helal olsun, adam gitmiş askerliğini
yapmış" derler. Bu da çelişki. Jandarma Özel Harekât devamlı
çatışma içinde olduğundan çok daha sinirli ve agresif oluyorlar.
İşsizler askerlik bitince uzman çavuş olarak kalıyorlar. En çok
onlar eziyet ediyor, şiddet kullanıyor. Onlar astsubaylardan da
kimliksiz. Van'da bana ulaşmak her zaman kolay olmadığı için cep
telefonu aldım. Mesela taburun jeneratörü bozuluyor, koca jeneratörü
tugaya bırakıyorlar, nasıl alıp götürüp tamir ettireyim? Yalvar
yakar tugaydan araç isterdim, yükleyecek asker gerekli, kimse beni
dinlemiyor, benim askerlerim değiller. Özel işim gibi Van'da kalmanın
bedeli buydu.
Kış şartları çok kötüydü. Arkadaşlarım izne gidecekti, dağa çıkmıştım,
yaşadığım en kötü zaman oydu herhalde. Bir askerin üzerine yıldırım
düştü. Yani yıldırım tele düştü ve telden ilerledi, asker çarpıldı,
ölmedi ama akli dengesi çok kötü oldu, saçları yandı. O gece kötü
bir tipi, arkasından dolu, kar yağışı, arkasından da çadırlar çöktü
ve çadır reviri bile en büyük olduğu halde, darmadağın oldu.
Tamamen suyun içinde kaldık. Bütün eşyalarımı önceden tedbirimi alıp
yüksek yerlere kaldırmıştım. Çok da tişört, iç çamaşırı falan
gibi şeylerim vardı, askerler pusudan sırılsıklam döndüler, her şeyimi
onlara verdim. Bana bir şey kalmadı, ama koyun koyuna yattık. Bu farklı
bir şeydi ve hiçbir rütbeli öyle yatmazdı. Yani tabur komutanına karşı
maksimum yetkimi kullanmaya çalışıyordum. Böyle şeylere sıcak
bakmazdı, aradaki mesafeyi korumak gerektiğini düşünürdü. Sıhhiye
birliği olarak on iki askerime yetecek kadar eşyam vardı. Onlara yaralı
taşımayı, enjeksiyon yapmayı, damar açmayı öğrettim. Bir bölümü
eğitimli oldu. Bir tane sağlık memuru vardı, o geldiğinde de iyiydi.
Askerlikle ilgili hatırladığım en kötü şey dağdaki bu gece. İşte
çadır yıkılmış, altındayız. Aslında her taraf yatak, ama üstümüze
kar gelmesin diye yatakların altında yatıyoruz. Üzerine yıldırım düşen
arkadaşımızı da yatağa bağlamışız. İyi olarak hatırladığım
şu: İlk gün o tepeye çıkmıştık. Aramın çok iyi olduğu yüzbaşıyla,
belki o da ateistti, kahvaltı ediyorduk. Güneş yeni doğuyordu, doğa
çok güzeldi. Aslında doğa da çok çetin. Askerin üzerine yıldırım
düşmesi ne demek, hayal bile edemezdim. Orada düşerken gördüm. Onu
hastaneye götürdük, akıbetini bilmiyorum. Van'da olduğum için ayağı
kopan askerlerin ziyaretlerine gidiyordum, onlarla kimse ilgilenmiyor ve
oradan bir süre sonra GATA'ya sevk ediliyorlar. Çok kötü bir manzara.
Düşünsenize bir odaya giriyorsunuz, kimsenin ayağı yok. Mayın.
Genelde parmaklar kopuyor, topuk kalıyor. Askerler hep ağlıyorlar, o dönemde
bir şey konuşamıyorsun, çok akut bir dönem. Teselli etmeye çalışıyorsun,
"iyi olacak" diyorsun, ama bir şey olacağı yok. Karşı taraf
da mayından zarar görüyor. PKK'nın hastanesi olduğunu biliyorduk.
Oraya kimse giremiyordu. Bir kere Bolu komando mu ne girmiş, çok büyük
hasar alarak çıkmış. Yani, PKK orada içtima alıyor, eğitim yapıyormuş.
PKK mayın döşemeyi tercih ediyor, çatışmaya girmek istemiyor. Doğal
değil mi? Sizden daha güçlü biriyle karşılaşmak yerine, onu devamlı
yıpratmaya çalışırsınız. Tabii, en büyük silah mayın. Mesela
Parmaksız Zeki (Şemdin Sakık) diye biri oradaydı, adam her tarafa mayın
döşeyip duruyordu. Yakalandı galiba, gazetede gördüm.
İstanbul'a dönünce kendimi çok boşlukta gibi hissettim. "Ne
yapacağım" diye bir süre dolandım ortalıkta. Çocuğum olsa
kesinlikle askere göndermezdim. Yani bir şekilde yurtdışına, oraya
buraya gönderirdim ama askere göndermezdim. Askerden önce Güneydoğu'yla
çok fazla ilgili değildim. Oradaki olayların ancak %40'ının falan
gazetelere geçtiğini gördüm. Rant sağlayan bir grup savaşın
bitmesini istemiyor. Biteceğine de inanmıyorum. İki taraf da bir uzlaşma
bulamıyor. Kimse masaya oturmaya yanaşmıyor. Kıbrıs meselesine
benziyor. Yani ilk önce Kıbrıs'ı bir tanısınlar, ondan sonra tartışsınlar.
Dönerken askeri şeyleri bıraktım, bazılarını attım. Yatıyorsun,
kalkıyorsun, yatağa giriyorsun bir buçuk yıl boyunca aynı elbise.
Annem belki benden daha kötü geçirdi, devamlı savaş hikâyelerini
dinliyor. Halbuki ben orada bir şey yaşamıyorum. Otelde olduğum
zamanlarda rahattı ama dağa çıkınca rahat değildi. Kız arkadaşımdan
askere giderken ayrılmıştım. Askerlik günlerini insanlar devamlı
soruyorlar ama kimseye anlatmadım. Askerliği kaybedilmiş bir zaman
olarak görüyorum. O yüzden de anlatmıyorum. Hayatımda hiç yaşanmamış
bir bölüm. Toplum ne olup bittiğini dinlemek istemiyor değil de, merak
etmiyor, çok fazla umursamıyor. Her gün gündemde ama, pek çok şey
var her gün gündemde olan ve gene de herkes duyarsız kalabiliyor. Türk
insanı birçok şeye karşı duyarsız. Bu da onlardan biri. Bir kez
"Anadolu'dan Görünüm"ü seyrettim, dün akşam da
"Mehmetçik"e baktım. Saçma sapan şeyler gösteriyorlar, mağaralara
el bombası atıyorlar, böyle şeyler gösterildiği gibi olmuyor. Asla gündüz
çatışmaya girilmiyor, daima gece. Tamamen mizansen. Buraya gelince
oradaki her şey ve oradaki insanlar unutuluyorlar. Kürt olsun,Türk
olsun, Ankara'nın batısına geçtiği zaman orasını orada bırakıyor.
Kimse onu çözmeye uğraşmıyor.
1967, İstanbul doğumlu. 1992'de Tıp Fakültesini bitirdi, biri oğlan,
biri kız iki kardeşler, annesi öğretmen, babası muhasebeci. 1995 Şubat-
1996 Mayıs günlerinde yaptığı askerlik hizmetinin ilk eğitim bölümü
Samsun'daydı. Sonra kurada Edirne'yi çektiyse de, hemen Van'a gönderildi.
"Askere gitmeyenleri devlet memurluğundan men edecek bir kanun çıkacak
diye hemen askere gittim," diyor, "ama öyle bir kanun da çıkmadı."
EMRİ VERDİM ASKERE, KÖPEĞİ
VURDURTTUM, BAŞKA YOLU YOK
Asıl akla gelmeyen sektörler savaştan çok fazla çıkar sağlıyorlar.
En fazla gelişen sektörlerden biri konserve sanayii. Dağda asker de
konserve yiyor, gerilla veya terörist denilen vatandaş da. Birbirlerine
kurşun atacaklar, belki, aynı balığın yarısını o yiyor, yarısını
öbürü.
Patnos'ta Uğur Mumcu'nun askerlik yaptığı yerde görevlendirildik. Başka
türlü giremeyeceğimiz bölgelere girebilmek ve olayları yaşayarak görebilmek
gerekiyor tabii. Artık silahlar konuşacak. Asteğmen okulunda MHP'liler,
BBP'liler, gönüllüyüz hikâyesi yapıyordu ama Trakya çıkınca
sevinmişlerdi. Bizi, "en az yarınız Doğu'ya gidecek, en az beş
altınız ölecek" diyerek o psikolojiye adapte etmeye çalışıyorlardı.
İlk günden arkadaşlarımı buldum. İnsanları okudukları dergiden,
gazeteden ayırt edebiliyorsun. Gittiğimde Gazi olayları yeni yaşanmıştı.
Hasan Ocak'ın* ölüm haberi geldi, onun kız kardeşinin yakını bir
arkadaş ağlamaya başladı. Bir arkadaş, "orada savaş, şöyle böyle"
deyince bir komutan, "nasıl savaş dersin" diye çıkıştı.
Çocuk, "özür diliyorum, düzeltiyorum," dedi, düzeltti. Ben,
"düzeltmiyorum" dedim. Annem, babam tedirgin, torpil aradılar,
olmadı. Önce Erzurum'a gittim, üç gün araba bekledim, Ağrı'ya dört
otobüs biz yeniler gidiyoruz, karşıdan teskeresi bitenler geliyor. Araçlara
resmi bayrakların üzerine MHP bayrakları takılmış, kurt selamları
falan beni çok tedirgin etmişti. Patnos'a indiğimde akşam olmuştu,
sabaha göreve başladık. Gecekondu gibi bir misafirhane, yaşam koşulları
hakikaten vahim, nevresimi falan kendi paramızla aldık. Asteğmen arkadaşa,
"bu yaşama tepki koyma şansımız yok mu?" diye sordum.
"Biri söyledi, soluğu karakolda aldı" dedi.
15 gün sonra geçici olarak bir karakola gönderildim. Patnos'u 5 km geçiyorsun,
kayalar arasında bir yer, iki taraftan da 5 km. ilerden araç görünüyor,
ama o bölgeye giren araç görünmüyor. PKK adına da çok eylem yapılmış,
herkes biliyor; bombalayacaksa, tarayacaksa, rüşvet alacaksa PKK adına
yapmışlar, yolları kesmişler, insanların ziynetini almışlar... PKK
da reddetmemiş, üstlenmiş. Doğu Beyazıt'a indim, sivil vatandaş
olarak minibüsle Iğdır'a, daha sonra, karakola, bölük merkezine
gittim. Bölük komutanı benden genç üsteğmen, söylediği şuydu:
Sizin demokratik düşüncelerinize katılıyoruz ama askeriyede geçmez.
Bayağı sertti. "Ermenistan sınırında görev yapacaksınız, gece
sabaha kadar kalıyorsun" dedi. İlk akşam astsubay kılavuzluk yaptı.
İki akşam sonra, araziyi tanıyınca kendi başıma askerle araziye çıktım.
Askerin hepsi uyuyor, bir tane sağlam yok... "Hiçbir akşam bir şey
olmadı" deyip uyuyorlar. Sabahtan akşama kadar uyusan da, uyku basıyor
ya da hayallere dalıyorsun, uyanıksın ama uykudasın. Bir gün araziyi
dolaşırken çıplak yerde pusu attığımızı fark ettim. Asker burada
gerçekten satrançtaki piyon. Vurulsun, silah sesi çıksın ki, birinin
geçiyor olduğunu hissedelim. Bir gece bir sigara ışığı hissettim,
"bu taraftan ateş gelirse, siz şuraya, siz şuraya..." dedim.
Bir tanesi, "ateş edeyim mi" diyor. "Pusuya giderken,
silaha mermi vermeyin" diyordum. Dinlemiyor, anlamıyor, silahı
patlatıyor. G3 silah, nasıl tutacağını bilmiyor, eğitim hikâye. On
dört saat duruyor, "sınırdan kimse gelip gidiyor mu" diye gözetleme
yapıyor. Elinde değil, uyuyor, uyuyacak. Komutan onu uyurken yakalayınca
cezalandırmayı iş sayıyor. Ben uyandırıyordum, önce korkutuyordum,
psikolojik etkisi olsun diye, "yandın" diyordum. Sonra çay
getirttiriyordum, "hiç kuşlarla sohbet ediyor musun?" diyorum.
O da tabii, içinden, "bir manyak komutan geldi," diyor. Sonra
alıştılar, doğayla ilgilenmeye başladılar. Şiir de okudum, temizliği
öğrettim. Hepsi bit içindeydi. Banyo saatini tamamen kaldırdım, soba
devamlı yanacak. Arazi parasıyla temizlik malzemesi alıyordum. Ne kadar
çarşaf falan varsa hepsini kaynattırdım. Parasını kendim verip
motorla odun kestirdim. Askeri bitten kurtardım. Aşçılarına yemek
yapmayı, servis yapmayı biraz öğrettim.
Bir sabah BTR zırhlı araçla sınır boyunca gidiyorum. Baktım, çalılık
bir bölgede, insanların sırtlarında çalı kaçışıyorlar, ölecekler
neredeyse. "Durun kaçmayın" dedim ama kadınlar Türkçe anlamıyorlar.
"Kolay gelsin" diyorum, yüzüme bakmıyor. "Buraya
gelin" diye sert bağırınca, mecbur koştu geldi. "Ben görevli
olduğum müddetçe," dedim, "istediğiniz zaman odun alacaksınız."
Böyle deyince, "önceden hem odunlarımızı alıyorlardı, hem de
bizi dövüyorlardı" dediler. Sınır bölgesi, yasaklanmış, başka
yerden odun bulma şansı yok. Bir gün, köyden, "bize merhaba dedi,
gelsin çayımızı içsin" diye beni çağırdılar. Köylü buna
bile hasret. Teğmen, bitişikte samanlığı olan vatandaşın evinin çatısına,
sormadan, karakolun su deposunu koyuyor. Depo taşıyor, samanı ıslatıyor.
Köylü, "neden böyle yapıyorsunuz, hayvanımın yiyeceğini ıslatıyorsunuz"
deyince, 20-22 yaşındaki teğmen 40-50 yaşındaki adamı dövüyor. Köylü
şikâyet etse, yukarıdan "iyi yaptınız" diyorlar. Bu köy
50-55 haneli, ötede 400 hanelik bir Kürt köyü, arkada karışık 70-80
hanelik olan köy de Nahcivan-Iğdır yolunun altında kalıyor. Üst
taraftaki köyler ve yaylalar boşaltılmıştı. Teğmen dövüyordu,
biraz da psikolojik yapısı bozuktu. Aynı teğmen askeri de çok sert dövüyordu.
Ben tavrımı koyunca dövmeyi bıraktı. Bir gün, teğmen elinde balıkla
geldi, "ziyafet çekeriz" dedi. "Nereden aldınız?"
dedim. Sazan balığı, vatandaş Aras nehrinden tutuyor. "Yasak ama
vatandaş vurulmayı göze alarak balık tutuyor, yedi-sekiz kişiyi
doyuracak bir balık, boğazımdan geçmez" dedim. "Umurumda değil,"
diyor. Karakolun köpekleri vardı, köylünün de kazları, ördekleri. Köylü
kazın etinden yumurtasından faydalanıyor, köpek gidip köylünün kazını
yiyor. Bunlar gülüyorlar köylüye. "Vur emrini" verdim
askere, köpeği vurdurttum, başka yolu yok. Kendim vurmaya kalktım, kıyamadım.
Askerlerle oturup ülke üzerine sohbet etmeye çalışıyordum. Hemen
vurulmanın bir anlamı olmadığını anlatıyordum. Silah tutmasını
bilmiyor, okuma-yazması yok, gün sayıyor. Bir ay sonra Patnos'a döndüm.
24 Aralık seçimleri yaklaşıyordu. Tankla kasabada dolaşarak halka
"biz buradayız" diyoruz. Seçimlerde, cumadan görevlendirilmeler
başladı, aşağı yukarı 60 saat çalışma. Isı eksi 20 dereceye
kadar iniyor, askerleri zaman zaman ısıtmak için Karayolları binasına
getiriyordum. Baktım, uzman çavuş, mazotu toprağa dökmüş, harıl
harıl yakıyor. Biri uzaktan tarasa, hepimiz meydandayız, ateşi söndürttüm.
Gece polisin zırhlı aracında MHP marşı çalınıyordu. Nöbetçi
amiri yüzbaşı da tabii rahatsızlık duyuyor. "Marş çaldırtmam"
dedim. HADEP'lilerin sadece seçim büroları vardı, propaganda yapma şansı
yok, korkuyor, toplanamıyor. İnsanlar HADEP'e oylarını verdiler ama seçimden
sonra tamamen HADEP çıkan köylerin durumunu gördük. Özgürce mi
HADEP'e oy verdiler, o da başka. Seçim akşamı, askerler kablo kasalarını
kırmış yakmışlar, arada haber seyrediyoruz, seçimle ilgili yorumlar
yapılıyor. "Herkesin seçime girmesi lazım, HADEP'in de"
dedim. Baktım uzman çavuşlar MHP propagandası falan yapıyorlar. Dışarı
çıktım, askerin birine, "gidin çağırın uzman çavuşlarınızı"
dedim. O arada biri arkamdan küfür etmiş, "bunu döveceğim"
demiş. Geldiler, "kim bu emri veriyor" dediler. "Ben"
deyince, aynen "siktir ol git" dediler. Bir el hareketi yaptılar,
kimseye tokat atmış değilim ama el hareketi yapınca vurdum indirdim aşağıya.
Bir yumruk salladılar, yere kapandım. İkisi giriştiler, ben sadece yüzümü
kapadım. "Beni dövdünüz," dedim, hata ettiklerini anladılar.
Polisler de ayırmadılar, kaçtılar. Burnumdan kan gelince tugaya
bildirdim. Beni Tugaya götürmek için bir gün önce MHP marşı çalan
polis zırhlı aracı geliyor. "Sizi kim gönderdi," dedim,
"kurmay başkanı" dediler. Kurmay başkanının bildirmesi
gerekir, aksi takdirde görevden ayrılamam. Ambulansla revire gittim, 10
günlük adli rapor aldım. Revirde yatarken benden savunma istiyorlar.
Savunmayı verirken ceza kâğıdını gördüm: "Şu tarihte
savunmanızı almıştım, işte maaş cezasına çarptırıldınız."
Daha savunmamı almadan kafadan yazıyor. Tugay komutanı, "asteğmeni
10 gün içeri atın" demiş, "10'ar gün de onları atın, bu iş
kapansın". Askeri ceza yasasını açtım, dilekçe yazdım. Dilekçemde,
"olay askeri mahkemeye intikal etmek zorunda, kamu davasıdır"
dedim. İş savaşa döndü, ama uzman çavuşlara gerçekten acımaya başladım.
İlk mahkemede tutuklanmışlar, affedeyim diye ağabeyi, babası arıyor.
İfadelerinde, "yaşasın HADEP" diye bağırdığımı söylemişler.
Beni, "öldüreceğiz falan" diye tehdit ettiler.
Yaş günüme tekabül eden günde Küçük Ağrı Dağı'nda Sultantop
karakoluna görevlendirildim. 1992'de PKK vadiden gelerek bu karakolda 21
kişinin kafasını kesmiş. Askerler silahların iğnelerini sökmüşler,
uzman çavuş pusuda ateş etmemiş, yani karakol içerden satılmış.
Asteğmenin cinsel organını da kesmişler, ağzına koymuşlar. Vahşet
yaşanmış orada, sekiz asker İran'a geçmiş. PKK 300 kişiymiş. Daha
sonra karakollar, yollar açılıyor, güvenlik alınıyor, çatışmalar
en aza indirgeniyor. Bahsettiğim Kürt köyünde hepsi köy korucusu aşağı
yukarı, soyadları aynı. Adı köy korucusu ama her işi yapıyor, kaçakçılık,
PKK'lı geçirme gibi. Vatandaş ihtiyaç fazlası bir çuval unu
getirmeye kalktığında el konuyor. Aşiretten olursa kimse bir şey
demiyor. Aşiret bir çuval unu 100 dolara PKK'ya satıyor. Patnos'ta on
bin asker var. Patnos'un eski nüfusu kadar, şimdi 75 bini geçti sanırım,
oraya bayağı yoğun göç yaşandı. Benden önce Küçük Ağrı dağının
yarısı yanmıştı, bir izli mermi atılmasıyla yanıyor. Nahcivan
yolunun üstüne geçmek yasak, Aras nehrinin kenarındaki sete çıkmak
yasak, köylüyü iki km'lik hudut içerisine sıkıştırmışsınız. Doğu
Beyazıt'ın güneyinde, Tendürek dağları tarafında karakol komutanlarına
sınırda 500 metrelik bir bölgede sınırdan yasadışı geçişe imkân
verecek iki saat boşluk için iki-üç milyar para teklif edildiği
oluyordu. Yapan da vardı yapmayan da. Bir saat İran'a gitme, bir saat de
dönme için toplam iki saat oraya görevli göndermeyecek. İkinci sürgüne
gittiğimde, binbaşının birisi, "sen enayisin, devlet seni para
kazanasın diye gönderiyor," dedi, "sen niye sıkıntı
ediyorsun". Bu adam sınırdan içeri ne sokacak? Beyaz!
Tugayın muhasebesini yapan arkadaş Tunceli-Ovacık'tan gelen hesapları
göstermişti. Tugay komutanının imzasıyla 300-400 milyon ödeniyor. Önceki
asteğmenin Ovacık'tan ailesine 20 000 DM para aktardığı tespit
edildi. Bir şey de yapılamadı. 11 milyon maaş, hadi 16-17 milyon olsun
eklerle, alıyordu, bu parayı nasıl biriktirecek? Astsubaylar asla ev
ihtiyaçlarına para harcamazlar, bunları alışveriş yaptıkları
market karşılar. Orada bir kurmay yarbay vardı, hakiki vatan, millet,
Sakarya kafasıyla rahatsız oluyordu, müsaade etmemeye çalışırdı.
Dağda rütbeleri sökülen bir yüzbaşı vardı, hesapları çok
inceliyordu ama hediye adı altında geleni denetleme şansı yoktu. Savaş
ekonomisi derken, silah pazarı zaten çok belli, asıl akla gelmeyen sektörler
savaştan çok fazla çıkar sağlıyorlar. En fazla gelişen sektörlerden
biri konserve sanayii. Dağda asker de konserve yiyor, gerilla veya terörist
denilen vatandaş da. Muş'tan, Malazgirt'ten gelmiş, o asker kanadında,
öteki gerilla kanadında birbirlerine kurşun atacaklar, belki konservede
aynı balığın yarısını o yiyor, yarısını öbürü. Ağrı Dağı
volkanik olduğu için kamyonla gelen suyun son kullanma tarihine bir
hafta kalmış... Tabii, iç çamaşırı sektörü, çorap sektörü hep
gelişmiş. Asker dağa gidiyor, "maaş alacağım" diye ama aldığı
para 3 milyon 800 bin lira, kantinde haydi haydi geri alıyorlar o parayı.
Her türlü lüks var kantinde. Asıl sorun 1990 yılının Kemalpaşa
tatlısını yemek; o yıl görevli subay yüklü miktarda alım yapıyor
ki gelecek görevliye bir şey kalmasın, ne kadar çok alırsa, o kadar
çok komisyon... Süresi geçmiş ya da geçmemiş hiç önemli değil. Doğu'ya
para akıyor ama eratın hiçbir şeyi yok. Öyle binbaşılar var ki,
sadece ticaretle uğraşıyor, iki tane astsubay ayarlamış kolunun altına,
birlikte organize edip götürüyorlar. Uyuşturucu kullanımı yoğun,
dahası sürgün geliyor. Yüzbaşı biliyordu benim psikolojik yaklaşımımı,
genelde görevde benim yanıma veriyordu onları, doğayla ilgilenmelerini
sağlıyordum, esrar yaklaşımı versin diye puro getiriyordum. Tugay
komutanının bahçıvanı bahçeye dikmiş, başçavuş yakalamış.
Kendisi yetiştirmeye çalışıyor yani. Onlar birbirini tanıyordu, bir
arada oluyorlardı.
İstanbul'a döndüm, sonraki gün İstiklal caddesinde gezerken İstanbul'un
daha tehlikeli olduğunu hissettim. Yürürken bir polis geldi, daha subay
sayılıyorum, "kalemini ver," dedi, "vermiyorum"
dedim. Yürüyorum, yanında kız arkadaşı, arkamdan, "gel
buraya" diye bağırdı. "Sen gel buraya," dedim, koşarak
geldi, elimi tuttu. "Sakın," dedim, "hareket yapma, ben
subayım, seni dövmeyeyim, git yerine." Sivil olsam hiç şansım
yok. Burada insanların hiçbir şeyin farkında olmadığını
hissediyorum, oradaki bir kasabada da aynı olay yaşanıyor. Iğdır'ın
ekonomisi bugün fuhuşa dayanıyor. Otellerde saatlik odalar veriliyor,
ben Iğdır'da otel bulmakta zorlanıyordum. Ağrı dağında PKK'nın yoğun
olduğu zamanlarda 100 kişilik bir grup adına birisi Iğdır'a iniyor,
Özel Tim'e gidiyor, teslim olmak istediklerini söylüyor, onu
vuruyorlar. Kız dağda vuruluyor, Iğdır devlet hastanesinde cenaze işleri
yapılıyor, cenaze ayaklarından tutularak merdivenlerden indirilmeye başlanınca,
annesi, "yavrum" diye ortaya çıkıyor. Şimdi siz bu kızın
kardeşini artık engelleyemezsiniz, dağa çıkar, ben de olsam dağa çıkarım.
Ben Karadenizliyim, teğmen benim babamı dövse dağa çıkarım. Bizim
memlekette asker 50 yaşındaki adama tokat vuramaz. Vurursa, onu
vururlar. Bundan 20 yıl önce atın üzerindeki bir adama asker
"dur" demiş, adam durmamış, o da çekmiş vurmuş. Adapazarı'nda
görev yaparken, izne çıktığında gidip vurmuşlar askeri. Ölen
gerillaların, teröristlerin, her ne deniyorsa, cesetlerini Özel
Timciler Iğdır'ın içinde arabanın arkasına takıp geziyorlar. Ölen
insan üzerinde işlem yapmanız bir defa yasalara aykırı. İnsanca
ailesine teslim edersen, bir başsağlığı dilersen, "yanlış
yoldaydı" dersen bunu engellersin. Bunlar yüreğimi acıtıyor. Böyle
davranırsan bir kişinin daha dağa çıkmasını engellersin. Ama böyle
bir niyet yok, ben göremiyorum. Bu savaş bitsin istenmiyor. Alparslan Türkeş,
"altı ayda Kürtleri kökünden temizleyelim" diyor. Gece PKK,
gündüz devlet. Birbirlerinden farkları yok. Mesela PKK geliyor gece Muş-Bulanık'ta
iki kurşun sıkıyor, çekip gidiyor. Asker de, onların çıktığı
evleri yerle bir ediyor.
Döndüğümde, arkadaşlar "ne oluyor ne bitiyor" diye
sordular, öğrenmek istiyorlar. Bugün mesela TÜSİAD raporunu açıkladı.
Onun da artık o bölgeden ekonomisi tıkandı. Bir gün, askerin de tıkanacak...
Orada artık işlevini yerine getiremeyecek hale gelince, "artık
yeter" diyecek. Askeriye kapalıbir kutu. Çünkü konuşamıyorsun,
üst hakkında konuşursan içeridesin. Ordunun temizlenmesi lazım, şeriatçı
kanat da vardı tabii. (Ocak 1997, İstanbul)
|