TEŞEKKÜR
Bu kitabı "askerler" dediğimiz gençler yazdı aslında. "Ahmet" olmasaydı, düşünmeye başlamayacaktım. Benzeri bir çalışmayı ("Licensed to Kill") İsrail ordusu askerleriyle yapan sevgili dostum James Ron yüreklendirmeseydi, "Ahmet"in söyleşisi Mehmedin Kitabı'na dönüşmeyecekti. Ahmet'le karşılaştığımız günden bu kitabın elinize ulaşmasına kadar geçen her anında Ertuğrul (Kürkçü) yanımda olmasaydı bu çalışma olmazdı. John D. and Catherine T. MacArthur Foundation "Küresel Güvenlik ve Sürdürülebilirlik Programı Araştırma ve Yazma Girişimi"nin sağladığı destek olmasaydı bütün bir yıl boyunca başka her şeyi bir yana bırakıp bu çalışmayı gerçekleştiremezdim. Eşim Tayfun bildiği, okuduğu, gördüğü her şeyi bana aktardı, dahası durmaksızın araştırdı. Kızım Çiğdem annesiyle her zamankinden daha az birlikte olmaya katlanmakla kalmadı, bant çözmekten başlayarak elinden gelen her türlü katkıyı yaptı. Yüzlerce saat süren konuşma kayıtlarını çözen Hacer (Yıldırım) ve Erol (Önderoğlu) 42 genci benden sonra en çok anlayanlar oldular. Mehmet (Taş), artık bir kitapta adının geçeceğinin övüncüyle gazete haberlerini dosyaladı, beni uzak kasabalara ulaştırdı. Türkiye'nin dört bir yanındaki meslektaşlarım, arkadaşlarım, arkadaşlarımın arkadaşları ve kız kardeşim Latife (Özgörgülü) 42 gence ulaşmamı sağladılar. Son yıllarda sokaklarda hep beraber olduğum, yaşadığımız ülkede bizi kahreden, tasalandıran ya da sevindiren her durumda önce birbirimizi aradığımız kadın arkadaşlarım bana bir yıl boyunca katlandılar. Sonraki sayfalarda konuşmalarını okuyacağınız 42 sade, saf, sıradan genç adam suskunluğa son vererek başlarından geçenlerin muhasebesini sizlerle paylaşma cesaretini gösterdiler ve bu kitabı yarattılar...
İyi ki hepsi vardılar, çok teşekkür ediyorum.
26 Ocak 1999, İstanbul

ÖNSÖZ
" 'Ölüm yalnızca iki santim yukarıda,' diyor Ahmet acı acı. 'Kafanızı siperden iki santim yukarı kaldırdınız mı alnınızın ortasına kurşunu yersiniz.'
Bunları söyleyen, askerliğini Güneydoğu'da yapan bir yedek subay. İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde iktisat yüksek lisansı yapmış 25 yaşındaki genç savaştan şairane bir dille söz ediyor: 'Uzaklardan Kalaşnikovların takırtısı ölüm şarkısını söylerken, silah arkadaşınız kucağınıza yıkılır, beyni dağılmıştır.' Ahmet, Türkiye'nin yükselen finans sektöründe başladığı meslek yaşamına, silah altına alındığında ara vermiş.
'Hepsinden nefret ediyordum,' diye anımsıyor Ahmet, Kars'ın kırları kavuran savaşa sırtını dönmüş yerli halkıyla ilk karşılaşmasını. 'O sırada dağda askerler onlar için can veriyordu ama aşağıda kimsenin umurunda değildi,' diyor, genç askerlerin her savaşta öğrendikleri ilk dersi öğrenmiş olarak. 'Askerler ve siviller birbirinden tamamen farklı iki ayrı dünyadan geliyor.' Uzakta, bir başka dünyada, İstanbul'da yeğeni dünyaya gelmiş. Vietnam'da savaşan Amerikalı askerlerin deyişiyle, 'Dünyaya Geri Döndüğü' İstanbul'da, arkadaşlarıyla buluştuğunda onların buz gibi bir sesle sordukları sorulara yanıt vermek zorunda. 'Yaptıklarını yapmak zorunda olduğunu anlamıyorlar,' diye öfkeyle konuşuyor. 'Eğer bu ülkede yaşayacaksan, askere gitmek zorundasın. Bundan kaçış yok.'
Ahmet'in elinde bir deste fotoğraf. Kırda bir pikniği anımsarmışçasına masumiyetle dağda çekilmiş bir resmini alıyor destenin içinden. Ankara'da üç ay acemi eğitiminin ardından, önce Ermenistan sınırındaki Kars'a, ardından dağlara gönderilmiş. 'Burada bir yedek subay arkadaş vurulmuştu.' Sarp kayalıkların göründüğü bir başka resme işaret ediyor: 'Onu kurtarayım derken az kaldı kendim vuruluyordum.' Birliğin doktoru korkup bir mağaraya saklanmış, Ahmet de can çekişen yedek subayla baş başa kalmış. Kurtarma helikopterinin yetişmesi beş saat sürünce, yedek subayın cenazesini koyabilmişler araca. Bir başka resim. Bir grup asker çadırda dinleniyor. Ahmet bir şiir kitabı okuyor. 'Pablo Neruda, belki de Mayakovski,' diye hafızasını toplamaya çabalıyor.
Ahmet şimdi 36 kişilik bir topçu birliğinin komutanı. Boş vakitlerinde PKK barınaklarında el konulmuş belge ve kitapları okuyor. Radyodan dağlar üstüne yakılmış türküleri dinlemeyi tercih ediyor. En çok sevdiği, 'Dağların arkasındaki yar'. Annesi ve nişanlısı İstanbul'da. Babası ise Almanya'da işçi. Bir başka resim: Giysileri çıkarılmış ölü bir PKK gerillası. 'Onları soymak zorundayız. Giysilerinin altında gizlenmiş belgeler, ya da cesetlerin altında bubi tuzakları olabilir,' diyor Ahmet, hâlâ savunmaya çalışıyor kendisini. 'Kadın, erkek farketmez,' diyor ama, resmi neden çektiğini, ya da neden hâlâ sakladığını, ya da neden gösterdiğini, açıklayamıyor. Birliklerin savaş yasalarını ihlal etmesine açıklama getirmeye uğraşıyor. 'Cephedeki askerin psikolojisi başka oluyor.' Diğer bir resim: Genç bir adamın savaşa şairane yaklaşımı. Tüfeğinin namlusuna takılmış bir gelincik. Barışa bir gönderme, belki de bir itaatsizlik belirtisi.
Ahmet, karşı taraftan Leyla'yı anımsıyor. Leyla kod adlı bir kadının komuta ettiği bir gerilla birliğine ateş açması emredilmiş. Ama, Ahmet'le Leyla, beş ay boyunca, karşılıklı dinledikleri telsizlerinden konuşmuşlar. Artık, operatörler telsizden Leyla'nın sesini duyduklarında Ahmet'e sesleniyorlarmış, 'seninki hatta'. Ahmet günün birinde Leyla'yı öldürebileceğinden korkuyor. Ahmet sonunda terhis olup dağlardan döndüğünde ne olacak? Vietnam benzetmeleri ve zafere ulaşamamış bir savaşçıya ilişkin sözler dökülüyor ağzından. 'Dağlardaki yaşamı hayal edemezsiniz,' diyor. 'Eşsiz doğa, bol içki. Uyuşturucu bile var. Hatta doktorlar bağımlılara kendileri hap veriyor. PKK'liler uyuşturucu kullanmıyorlar pek. Gene de birkaçında kokain ele geçirildiği olmuyor değil.'
PKK, Türkiye'nin güneydoğu illerinin bağımsız Kürdistan toprağı olduğunu iddia ediyor. Onları durdurmak Ahmet ve ordusunun, NATO eğitimli 'özel kuvvetler'le, eski tüfeklerle donanmış 'köy korucuları'nın görevi. 17. yüzyıl İngiliz şairi John Dreyden savaştan söz ederken, 'Kırlar acemi milis kaynıyor, kaba saba,' diye yazmıştı. 'Ağızlar açık, eller boş; ama masraf çok. Barışta hep vergi, savaşta başıbozuk bir ordu.' Sonuncu ders, askerlikten, savaşın onlara verdiği sorumluluk ve güçten henüz nedenini çıkartamadıkları mahcubiyetle karışık bir gurur duyan gençlerin çıkardığı ders. Ahmet, bir emriyle düşmana yağdırılan top mermilerinin bedelini anımsıyor: 'Tek bir merminin fiyatı 700 dolardı.'
Dağlardaki görevinin bitmesine üç ay var. 'Hayat', diyor Ahmet, 'şimdi daha anlamlı. Şimdi kimin kimi ölüme gönderdiğini, ya da başkaları savaşın sürdüğüne inansın diye kimin bir seferde boş yere 20 mermi salladığını biliyorum artık. Ama o mermiler yükselen enflasyon ve artan zayiat olarak geri dönüyor,' diye ekliyor, İstanbul Üniversitesi'nde aldığı iktisat eğitimi ruhunun derinliklerinde kıpırdayan genç yedek subay."
Üçüncü Dünya Haber Ajansı'nın (IPS) servise koyduğu bu haber 20 Kasım 1994 tarihini taşıyor. Haber, o haftanın çalışma programında yoktu. Ahmet (ona böyle demiştik) ile bir tanışıklığımız vardı, ama ismini bile askere gittikten sonra öğrenmiştik. İzin sırasında uğradığı eski işyerinde karşılaşınca, kalabalığın ortasında elindeki bir tomar fotoğrafı tek tek göstererek Ertuğrul ile bana heyecanla anlatmaya başladı. Anlattıkları bu ülkede yaşayan her insanı çok yakından ilgilendiriyordu, ilgilendirmeliydi. Ahmet'i büroya davet ettik. Hemen sonraki gün geldi. Masamın karşısındaki sandalyeye oturdu. Dört saat, neredeyse soru sorulmasına izin vermeksizin, aslında gerek de kalmadan anlattı, anlattı, anlattı. Sonra gitti. O gider gitmez, aklımızda kalanları hemen bilgisayara döktük. Haber böyle ortaya çıktı. Aslında, haber olarak başlamayan, ancak ara durakta haber olan Ahmet'in hikâyesi elinizdeki Mehmedin Kitabı'nı yazdırdı.
Diyarbakır'a, Batman'a giden ya da oralardan dönen uçaklarda "bilinmeze" doğru yola çıkma heyecanının önüne geçen ilk uçuş korkusu, kemeri bağlayamama telaşı ve "utancı"yla perişan gençlerle kısa, kesik kesik konuşmalarımız olmuştu. Batman uçağında, son anda uydurduğu rapor bittikten sonra, teskeresini almak üzere dönüş yoluna koyulan genci Diyarbakır'daki usta birliğine teslim olacak genç anlamıyordu bir türlü. "Her şeyi becerebiliyor gibi görünme," diyordu teskere alacak genç ötekine, "böylece kolay bir yere düşersin, tehlikesiz. Sağ kalmaya bak yani." Heyecanlı acemi "neden beceriksiz duracakmışım," derken, erkekliğiyle meydan okuyor. Öteki çaresiz, "kendimi bunun yanında dede gibi hissediyorum," diyor, "ben de iki yıl önce böyleydim, giderken başka, dönerken başka." İki yaşla gençliği ele alan, son noktayı koyuyor: "Elimizden geleni yapacağız, vatan her karış toprağıyla bizimdir, koruyacağız, şehit de oluruz, gazi de..."
Yıllardır Olağanüstü Hal (OHAL) Bölgesi'ne her gittiğimde askerlerle, polislerle konuşmaya çalıştım. Tabii, konuş(a)mu(mı)yorlardı. Küçük anekdotları onların ruh halini anlamaya çalışmak açısından haberlerde yer aldı. Yirmilerini süren bu genç erkeklerle her konuştuğumda kendimi onların yüzlerine bakmaktan sakınırken yakaladım. Yüzlerini istemiyordum. Yüzü bilmek, kaybını duyduğunda insana daha derin bir acı yaşatmaz mı? Kendimi korumaya almıştım.
*
Kadın plajda, kapalıca mayosuyla etrafı seyrediyor, öbür kadın, bikinili, gazetelerdeki haberlere boğulmuş bir halde plajdaki herkesi suçlamaya hazırlanıyor: "Ne duyarsızlık, tatil yapıyorlar..." Duyarlı kadın gazetelerde ölen gençlerin, gözü yaşlı annelerin fotoğraflarına bakıyor, polisin yakaladığı ve hemen suçlu ilan ettiği insan yüzlerine dalıyor, okuyor ve çok üzülüyor.
Etrafı seyreden kadın laf açmak istiyor: "Bugün terörün yıldönümüymüş, Ankara'dan geldik, bırakmıyorlar oğlumuzu görelim, babası uğraşıyor, ben de bekliyorum!" Kadın burada, Foça'da askerlik yapan oğlunu bekliyor, "Güneydoğu'dan, operasyonlardan döndü." Biraz sonra "oğul" bir deri bir kemik geliyor. Babanın yalvarmaları işe yaramış besbelli. Anne telaş ve heyecanla kalkıyor, sarılıyor. Oğul sessiz, anne bebekliğinde olduğu gibi onu yağlıyor: Yüzü güneş yanığı, bedeni süt beyazı. Plajda, hiç kimse bir "kahraman"la birlikte olduğunu bilmiyor. Bilmek ister miydi? O "duyarlı" kadın, gazete okuyup öfkesini denize, kumsala boşaltan kadın ise sadece utanıyor.
"Bakın şu yollara, jandarmadan vazgeçtim, bir polis bile yok, ne tuhaf..." O bir öğretmen, İzmirli, pilot kocasıyla birlikte Diyarbakır'da görevli.
"Nasıl olabiliyor, böyle bir rahatlık? Korku yok, tedirginlik yok, istedikleri gibi giyinip, istedikleri gibi dolaşıyorlar, korkarım ki kimliklerini evde unuttuklarının farkında bile değiller." Neden bunlara takıyor bu kadın? "İlk geldiğim günler, burada yaşayan herkese, anneme, babama öfke duyuyorum. Orada, Diyarbakır'da, zaten her an dışarı çıkılamıyor, askeri kimlikler olmuyor, başka kimlikler taşınıyor, sokakta yürürken korkuyorsun, 'ya beni biri tanırsa, subay karısıolduğum için tararsa?'" Suçlamayı bir itiraf izliyor: "İnsan bir tuhaf, ben de geldiğimin ikinci haftasına kalmadan orayı unutuyor, buralı oluyorum. Eylül'de dönünce ayıkacağım, buradakiler de çocukları askerlik çağına gelince."
*
Gündelik hayatta, benzeri kesitleri her birimiz az ya da çok, fark ederek ya da etmeyerek yaşadık, yaşıyoruz. Resmi veriler olmadığı için, kaba bir hesapla 1984'ten bu yana bölgede askerlik hizmeti yapan gençlerin sayısı aşağı yukarı 2.5 milyona ulaşıyor. Aileleriyle birlikte 15 milyon, yakın çevresiyle birlikte Türkiye nüfusunun yarısını aşkın insanı kapsayan bir süreç bu. Aslında, sayılara başvurmadan da çevremize şöyle bir baktığımızda, eğer kendimiz değilsek, akraba, arkadaş ya komşumuzun yüreğinin her an çatışmada olabilecek oğlu, kardeşi, sevdiği için attığını biliyoruz, görüyoruz.
Gene biliyoruz ki, adını -"savaş", "düşük yoğunluklu çatışma", "terörle mücadele", vb.- ne koyarsak koyalım, 15 yıldır politikacılar, askerler, insan hakları kuruluşları, Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa Birliği, gazeteciler, yazarlar, uzmanlar, karşı ya da yana bu "durum"la ilgili olanlar konuşuyor. Askerlik hizmetini yapmak üzere kurada Şırnak, Diyarbakır, Hakkari, Siirt, Mardin, vb. çekenler ise sadece hizmetlerini yaparlarken "emir komuta zinciri içinde" konuşuyor.
İşte televizyonda bir genç: "Ya devlet başa, ya kuzgun leşe diyerek lânet olası terörü bitirmek için buraya geldik. Tavsiye ederim gönüllü gelsinler, dağlarda gezmek, teröristlerle çatışmak çok güzel bir duygu. Biz tarihte şehitler vermiş bir milletiz, yaz operasyonlarında şehit vereceğiz." Eruh Komando Birliği'nden bir genç sevgilisi "Şölen"e sesleniyor: "Beni bekle, beni unutma." Çanakkale 116. Jandarma Er Eğitim Alayı'ndaki gençler henüz acemi eğitimi alıyorlar, mesajlar sadece ailelere iletiliyor: "En çok ailemi özledim", "nişanlım Derya beni bekleyecektir, ben de onu bekliyorum", "annem babam beni bekliyor", "ailem, sevdiklerim ben iyiyim, merak etmeyin". TGRT'nin sunucusu heyecanlanıyor, "her ana kuzusuna nasip olmaz böyle yerde görev yapmak," diyor.
1984'ten bu yana askerliklerini yaparken kendileriyle konuşmak için çabaladığım gençlerin sivil hayata döndüklerinde konuşabileceklerini Ahmet'ten önce düşünmemiştim. Bu söyleşilere başlarken tedirgindim. İlk görüştüğüm gençlerden birinin dediği gibi, "birileri gelecekti, bekliyordum," diye karşılanacağımı, gençlerin kendilerine ulaşılmakta gecikildiğini düşünseler de nihayet birinin onları dinlemek üzere kendilerine gelmesinden sevinç duyacaklarını ummak istiyordum, ama emin değildim.
Onlar neredeydiler? Mehmetler bindiğimiz otobüste, takside şoför, yemek yediğimiz lokantada servis yapan garson, alışveriş yaptığımız bakkalda çırak, bankada alışveriş merkezinde güvenlik görevlisi, evimizde badana yapan boyacı, koltuklarımızı tamir eden marangoz, uzak tarlalarda ırgat, sokaktaki işsizdi. Onlar, başlarını eğip çalışırlarken, genellikle askerlik hizmetlerini nerede, nasıl yaptıklarından söz etmiyor, durup dururken babalarımızın dedelerimizin ölünceye dek tekrarladığı gibi askerlik hatıralarını anlatmıyorlardı. Birbirimizi tanımıyorduk, bir türlü tanışamıyorduk. İki buçuk milyon gençten hangileriyle konuşacaktım?
Bu çalışmaya koyulurken yapmak istediğim, okuru sosyolojik ya da politik çözümlemelere ulaştırmak değildi. Bu gerekli elbette ama benim işim değil. Ben, kendi iradeleriyle ya da iradelerine rağmen savaşın öznesi olan/olmak zorunda kalan insanların sesini topluma duyurmayı, savaşa onların baktığı yerden bakılmasını sağlamayı istiyordum. Konuştuklarım, yalnızca kendilerini değil, yaşadıkları, büyüdükleri, ait oldukları ortamın, çevrenin hissiyatını, zihniyetini, değerlerini de bir nebze olsun yansıtabilmeliydi. O nedenle, her bölgeden gençlerle görüşmeliydim. Etnik, dinsel, mezhepsel, kültürel farklılıklar da önemliydi. En önemlisi de, konuşanlar toplumdaki sağcı, solcu, milliyetçi, dinci, savaş yanlısı, savaş karşıtı türünden farklılıkları ve "çeşitliliği" içermeliydi. Elbette, 15 Ağustos 1984'te PKK'nin Eruh ve Şemdinli baskınıyla başlayan "Düşük Yoğunluklu Çatışma"yı yıl yıl, topçusu, tankçısı, jandarması, piyadesi ve komandosunun dilinden aktarmak da daha az önemli değildi. Böylece, "Mehmet"in ve yaşadıklarının en genel, ama yaşadıklarını kendi yaşadıkları gibi yansıttıkları için de "içten" bir "fotoğrafı" ortaya çıkacaktı.
Başka ülkelerde, askerler konuşmuş muydu? Hissettiklerini, korkularını, acılarını, sevinçlerini, eleştirilerini, isyanlarını anlatmışlar mıydı? Kitapların arasına daldığımızda, ulaşabildiğimiz kadarıyla örneklerin pek de fazla olmadığı gerçeğiyle karşılaştık. Kitaplardan birinde, "biz bir savaş biliriz, oysa o savaşa ne kadar insan katıldıysa en az o kadar savaş yaşanmıştır orada," diyordu. Her konuşan genç bu cümledeki "en az" sözünün ne anlama geldiğini, bir savaşın aslında ne kadar çok savaş içerdiğini tekrar tekrar ortaya koydu.
İstanbul, Trakya, Denizli, İzmir, Aydın, Alanya, Serik, Adana, Çorum, Rize, Samsun, Tonya ve Trabzon ile çevresinden askerliğini 1984 ile 1998 yılları arasında OHAL bölgesinde yapan 42 gençle görüştüm. Adlarını almadım, onlar da, "fark etmez" diyen birkaçı dışında vermek istemediler. "İsimsiz" konuşma kararının ne kadar isabetli olduğu her tanıştığım gençle bir kez daha doğrulandı. Banda kaydedilen haliyle ortalama üç saat süren görüşmeleri çoğu kez, isimsiz olmasına rağmen, kayıt dışı, yazılmamak kaydıyla bir iki saatlik sohbetler izledi. Korkuyorlardı, herkesten, her şeyden, her taraftan korkuyorlardı. "Her şeyi anlatamam," sözleriyle tedirginliğini dile getiren genç, "senin ne yaşadığını bilmiyorum, neyi anlatmak istiyorsan onu anlatırsın," dediğimde rahatladı.
Her bölgeyi temsil eden şehir ve kasabaları, medyaya yansıyanlardan yola çıkarak gençlerin tabutlarla memleketlerine döndüğü ve Kürt-Türk çatışmasına ramak kalan olayların yaşandığı yerleri de gözeterek seçtim. Konuştuklarımdan 41'ine mutlaka bir arkadaş, bir tanıdık aracılığıyla ulaşıldı. Bir başkası aracılığıyla konuşmadığım tek kişi İstanbullu bir taksi şoförüydü. Bir gün takside arkadaşımla "Çanakkale Savaşı" belgeseli üzerine başlayan sohbetimiz Kore savaşına uzandığında şoförün dikiz aynasından bizi dikkatle izlediğini fark edip askerliğini nerede yaptığını sordum. Cevap "Şırnak"tı. Anlık bir tereddütten sonra, çalışmayı kısaca özetleyerek görüşmek isterse arayabileceğini söyledim, kartımı verdim. İki gün sonra aradı. Buluştuğumuzda, kendisine "zarf atıp atmadığımızı," çok düşündüğünü, sonradan her şeyin çok normal geliştiğine karar verdiğini anlattı. Konuşmaya karar vermişti, çünkü sorumluluğu bunu gerektiriyordu: "Yaşananlar anlatılmalı, herkes bilmeli"ydi.
Hemen hepsine bir tanıdık aracılığıyla ulaşmama karşın görüşülenlerin birkaçı dışında hiçbirini tanımıyordum. Görüşmeleri iki tarafın da dikkatini dağıtmamak için genelde yalnız yapmayı tercih ettiysem de kimi durumlarda bu mümkün olmadı. Dahası birkaç kez pastane, kebapçı, kahvehane gibi mekânlarda da görüşmek zorunda kaldım. Bütün görüşmeleri banda kaydettim. Sadece kitaptaki ilk röportajı gencin isteği üzerine not tutarak yaptım.
Görüştüğüm her gence öncelikle ne yapmaya çalıştığımı anlattım. Bu ülkede 14-15 yıldır bir "durum" yaşanıyordu. Bununla ilgili, askerlik hizmetini "orada", bir başka deyişle "Olağanüstü Hal Bölgesi"nde yapanlar dışında herkes ortamın elverdiği ölçüde "yana", "karşı" ya da "ortadan" konuşuyordu. "Durumu" bir de yaşayanların açısından görmek önemliydi. Amacımı anlattıktan sonra ister soruların sorulması sırasında, ister sohbetlerimde olsun, "durum" konusunda kendi öznel yaklaşımımı işaret edebilecek bir terminolojiden kaçınmaya özen gösterdim. Görüştüklerimin kendilerini ifade etmekte bir sıkıntıya düşmelerini, yönledirildikleri duygusuna kapılmalarını istemedim.
Sorular üç bölümdü: Askerlik, öncesi ve sonrası. Görüşmeler genellikle, çok istesem de bu sistematikle yürümedi. İlk sohbet sonrası, kayıt cihazının düğmesine basıldığında genellikle neredeyse soru sormaya gerek kalmaksızın görüşme aktı gitti. Kimi durumda ise, yaşanılanların hatırlanmasının doğurduğu ruh hali içinde incinebileceklerinden kaygılandım, bazı sorulardan vazgeçtim. Bir iki genç, görüşmenin belli bir yerinde, "bu kadar yeter," deyip kaydı durdurttu, ama "yazılmamak koşuluyla" konuşmaya devam etti. Elbette ki, görüşmelerde asıl ağırlık askerlik dönemiydi, zaten geçmiş de gelecek de konuşulsa, artık onlar için, geride kalmış olması dileğiyle, askerlik merkezli değerlendirmeler ve gelecek projeleri yapmak kaçınılmazdı.
Doğum tarihi, doğduğu ve yaşadığı yer, öğrenim durumu, zorunlu askerlik hizmetinin acemi eğitimi ve usta birliği dönemlerini nerede ve hangi tarihlerde yaptığı, aile durumu, anne ve babasının ne iş yaptığı gibi temel sorular 42 gence de soruldu. Birkaçı bu sorulardan bazılarına cevap vermemeyi daha uygun buldu. Askerlik öncesi ilgileri, çalışıyorsa iş durumu, çevresiyle ve ailesiyle ilişkileri de ilk bölümün soruları arasında yer aldı. Askerlikle ilgili bölüm genellikle acemi eğitimi, günlük yaşam, ilk nöbet, ilk çatışma, ilişkiler, acı, öfke, intikam, özlemler, sevgiler üzerineydi. Düşman, kahraman, vatan aşkı, şehitlik, gazilik gibi kavramları da konuştuk. Askerlik dönüşü dönem ise iş durumu, aile ve çevreyle ilişkiler, askerlik öncesi ve sonrası hallerin karşılaştırılması ve "durum"a yaklaşım ile "durum"la ilgili görüşler etrafında dönen sorularla, ya da kimi zaman hiç soru sormaya gerek kalmaksızın kendiliğinden anlatımlarla kayıtlara düştü.
Zaman zaman görüşmelerde başta kurulan mesafeyi korumak çok kolay olmadı. Anlatılanları belli bir mesafeden dinlemenin, dahası ek sorularla ayrıntıya girme ya da girememe ikileminin zorluklarını yaşadım. Duygusuz bir sorgucu durumuna ya da gazetecilikte kimi zaman bir açmaza dönüşebilen "merak"ın tuzağına düşmemeye çalıştım. Denizli'nin yoksul Roman köyü Karakova'da, Mayıs 1993'te Bingöl yolunda PKK'nin 33 askeri öldürdüğü olaydan yedi kurşun yarasıyla sağ kurtulan gençle görüşmek üzere evlerine girip onu yatağında ilk gördüğüm anda söz bitmişti. 25 yaşındaki gencecik bir insan yatağa mahkûmdu, tekerlekli sandalyesi var diye şükrediyordu, neredeyse çocukluğundan beri sevdiği kıza kavuşamıyor, "gaziliğin mükâfatı bu," diyordu. Ona ne sorabilirdim?
Bir yaz kampında ailesiyle çadırda tatil yapan gençle görüşürken birden elektrikler kesildi. Beş dakika önce dokuz ayı elektriksiz, korkularla geçen askerliğini anlatan gencin elektrikler kesildiğinde neler hissedebileceğini düşünmeyen, iki çadır ötedeki uzun akşam yemeği masasında oturanlara öyle öfkelendim ki... Haksızdım. Onun yaşadıklarını bilmeyen insanların onu anlamaları beklenemezdi. Hep olduğu gibi, gençler anlatmıyor, bizler de sormuyorduk.
Oğluyla konuştuktan sonra, "size anlattıklarını dinlemek için neler vermezdim," diyen anneden o sırada daha ayrıcalıklı bir konumda olmaktan utandım. Her tehlike anında önce annelerini düşünen bu gençler yaşadıklarını en çok sevdikleri, özledikleri varlığa anlatamıyorlar. Bu da çok anlaşılır ve kaçınılmazdı, anneleri "Şafak 550" boyunca yeterince kahrolmuşlardı, artık üzülmemeliydiler.
Bantlardaki kayıtlar olduğu gibi kâğıda dökülse 1500 sayfaya yaklaşan bir kitap olacaktı. İstedim ki, onlar bana değil, size anlatsınlar, siz konuşun onlarla. O yüzden aradan çekildim, yani öncelikle soruları çıkarttım. Sonra, metni tekrarlardan ve kimi zaman konuşmanın seyri içinde özele kaçan bölümlerden arındırdım. Anlatılanları daha anlaşılır kılmak için, kimi durumlarda ortada anlatılanı başa, başta anlatılanı sona alarak her konuşmayı kesinlikle konuşanın kendi sözcükleriyle, ama konuşurken kolayca anlaşılsa da okunurken sorun yaratan devrik cümleleri değiştirerek, bir ölçüde yeniden düzenledim.
Her şey 15 Ağustos 1984'te Şemdinli'de başladığına göre, onlar da konuşmaya Şemdinli'den başladılar, 1998'e kadar ara vermeden anlattılar.
Mehmedin Kitabı'nda, bu önsözü, "Mehmetler Konuşuyor" izliyor. "Konuşamayanlar Yerine" de iki aile, uçak kaçıran İhsan Akyüz ile annesi ve kardeşlerini öldürdüğü iddia edilen Kastamonulu Orhan Kara'nın aileleri ve yakınları konuşuyor. Çalışma boyunca, gazete haberlerini öncesine göre daha dikkatle izlemeye, etrafta olan bitene "askerlik" bağlantılı bakmaya başlayınca OHAL'de sıradanlaşan, gençlerin "kolay çözüyor" diye tarif ettiği şiddetin artan bir hızla tüm topluma yayıldığını gördüm. Kendilerini sürekli denetleme zorunluluğu hissettiklerini ifade eden gençler kontrolü elden kaçırınca ya kendilerini ya yakınlarını öldürebiliyor, ya da İhsan Akyüz gibi uçak kaçırıyordu. En sondaki "Sayılar", devletin, devletler arası kuruluşların ve uzmanların 1984-1998 arasında toplumu ölçmesinden çıkan resmi sonuçlar. Ama, bu sayıların ardında hayatlar var... 15 yıldır birbirlerinin hayatlarını, hayallerini, umutlarını ortadan kaldıran, kaldırmak zorunda kalan, birbirlerini kovalayan, birbirlerinden kaçan insanların yaşantıları... Bu çatışmaya, resmiyet dünyasının, Batı'nın askeri, siyasal ve ticari merkezlerinin gözünden bakanlar sayıları toplayıp çıkartabilir, saklayabilir, abartabilir ya da küçümseyebilir. Resmi kaynakların verdiği sayılar çoğu kez birbirini de tutmaz. Gerçi üç eksik, beş fazla olsa da bu sayılar hep insanların hayatları ve yaşama koşullarını yansıtır, ama sayıları kaydeden, sayan ve hesaplayanların bu insanların yaşamlarına ve ölümlerine bakış biçimleri ve değerleri, onları hesapladıkları, abarttıkları ya da küçümsediklerinin gerçek insanların hayatları ve kaderleri olduğunu düşünmekten, hissetmekten alıkoyar. Hayatın, tek bir kişinin hayatının değeri sayılabilir ve ölçülebilir mi? 15 yılın ardından, kendileri, kaderleri ve hayatları üzerine hep başkalarının hesap yaptığı ve hüküm verdiği "sayılar", ayağa kalkıyor ve konuşuyorlar... Hiçbir hesaba sığmıyor yaşantıları, hiçbir peşin hükmü doğrulamıyor. İnsanlar, sayıların sakladığı bir trajedide üstlendikleri rolün muhasebesini yapıyor, kendileriyle, kendilerini yönetenlerle yüzleşiyorlar...
En son görüşmeyi, bu kez kaydederek Ahmet'le yapmak istiyordum, kabul etmedi. Yeniden o günleri yaşamak istemedi. Ahmet, "sıkıntılarımı sevseydim, kurtulamazdım, şimdi artık Kürt sorununun çözümüyle makro düzeyde ilgileniyorum," diyor.
Çoğuyla geride bıraktığımız 1998'de tanıştığım 42 gencin serüveni kışlanın kapısından ilk adımlarını attıklarında kulaklarında patlayan "sıraya geç" komutuyla başlamıştı. Şimdi, hiçbir komut olmaksızın, artık sırası geldiği için, yaşadıklarını sizinle paylaşmak için kendiliklerinden "sıradalar".
Sözlerini bitirdiklerinde, vedalaşırken, çoğu, "size bunları değil güzel şeyler anlatmak isterdim," demişti.
Ben de...

MEHMETLER KONUŞUYOR

DÜŞMANI GÖREMEDEN GERİ GELDİM
Dediklerine bakılırsa; Şemdinli'de bir jandarma komutanı varmış, halkla ilişkisi çok iyiymiş. Sonra ne olmuşsa, komutan halka ters düşmüş. Halk da bunun üzerine ayaklanmış. Şemdinli baskınının nedeni bu.
Biz seyyardık, merkezimiz Nevşehir'di. Destek olarak Tokat'a gönderilmiş, üç dört ay orada kalmıştık. Tokat jandarmanın alamadığı üç dört cesedi biz aldık. Yani, ufak çapta çatışmalar yaşadık. Aldığımız cesetlerin, yani çarpıştıklarımızın kimler olduğunu da bilmiyorduk. Söylenmiyordu, biz de soramıyorduk. "Onlar terörist," dendi, o kadar.
Tokat'tan Nevşehir'e döndük. Döndük, ama dinlenemeden bizi otobüslere bindirdiler, haydi Kayseri, oradan uçakla... Nereye gittiğimizi bilmiyoruz; soramıyoruz, söylemiyorlar. Kendimizi Van Tugay'da bulduk. Bekliyoruz... Askerler, "Şemdinli basılmış," diye konuşuyordu. Kim basmış, neden basmış, Şemdinli'de ne varmış? Bilen yok. İnsan merak ediyor. Geçmiş gün, demek ki 84 senesinin Ağustos sonu gibi oluyor.
Van Tugay'da bir hafta on gün kaldıktan sonra, güvenlik eşliğinde basıldığını bildiğimiz Şemdinli'ye götürüldük. Çadırları kurduk, bekliyoruz, gene ne yapacağımızı, neden orada olduğumuzu bilmiyoruz. Daha doğrusu, destek birlik olduğumuz için, bir problem olduğu kesin de... Şemdinli'nin basıldığını da duymuşuz. Eğitim yapıyoruz, nöbetler tutuyoruz. Bizim taburu bölük bölük dağıttılar. Ben 3. Bölükteydim. Bizi Konur bölgesine gönderdiler. 2. Bölük de Derecik bölgesine gitti. Tam bir mahrumiyet bölgesi, telefon dahil hiçbir şey yok. Ailelerimizi arayamıyoruz. Onlar da bizi nerede arayacaklarını bilmiyorlar. Bu Konur bölgesinde bir buçuk ay kaldık. Saldırı falan olmadı. Nöbet tutuyoruz, eğitim yapıyoruz. Bu kadar sakin geçince, arkadaşlarla, "bizi burada tutmazlar, bir yerlere yollarlar," diye konuşuyorduk. Dediğimiz çıktı, yeniden yolculuk göründü. Uzak değil, İkinci Bölüğün kaldığı Derecik bölgesine taşındık. Yollar "S" harfi şeklinde, yani araba kıvrım kıvrım inerken ya da çıkarken tepede bir yerde mevziini alırsan, arazideki bütün hareketliliği, geleni gideni görürsün. Teröristler tam böyle yapmışlar, tepedeler. Bizim bölük komutanıyla astsubay jiple kıvrıla kıvrıla yukarı tırmanıyorlar. Teröristler yukarıdan ateş açıyor, komutan hemen ölüyor, astsubayla iki er dereye yuvarlanıyor, orada mahsur kalıyorlar. Bir kamyon bunları görüyor, bir şey yapamıyor ama bize gelip haber veriyor. Biz zaten hazır kıta bekliyoruz, hemen arabalara bindik, olay yerine gittik. Sonradan Komutanın postası da öldü. Teröristleri kaçırdık ne yazık ki... Sabaha kadar ateş ettik ama, bir şey alamadık.
Sonra, "Irak sınırını geçecekler" diye bir duyum gelmiş. Geçişlerini kesmek için bizi helikopterle sınıra bıraktılar. Ateş ettik. Sonradan ateş açtıklarımızın kaçakçıların katırları olduğunu öğrendik. Neyse ki, kimse ölmedi. On saat kadar yaya yürüyüp bir karakola ulaştık, orada yattık. Bu karakolda kumanyamız bitene kadar, demek ki bir hafta kadar kaldıktan sonra helikopter bizi tekrar Şemdinli'ye götürdü. Orada yeni bir yatılı bölge okulu yapmışlar, ama daha açılmamıştı. Okul bizim oldu, içine yerleştik. En önemli konu gene bu meşhur Şemdinli baskınıydı, herkes bunu konuşuyordu. Dediklerine bakılırsa; Şemdinli'de bir jandarma komutanı varmış, halkla ilişkisi çok iyiymiş. Sonra ne olmuşsa, komutan halka ters düşmüş. Halk da bunun üzerine ayaklanmış. Şemdinli baskınının nedeni bu... Biz o zaman PKK falan bilmiyoruz, "terörist, anarşist" falan diyoruz... Çatulga diye bir yerde bir ay kaldık. Gece saat üç gibiydi, "teröristler geliyor," diye uyandık. Hemen ateşe başladık. Sabah olunca, kaç tane terörist ölmüş görmek için gittik. Katırları vurmuşuz...
Acemi birliği iyiydi. Savaş olacağını nereden bilebilirdik? Zaten, olan biteni savaş gibi görmedik. Askerliği böyle düşünmemiştik ama, başa gelen çekilir gibi bir şey oldu. Yaşadıklarım bende bayağı bir iz bıraktı. Neredeyse 15 yıl geçmiş, hâlâ hatırlamadığım gece yoktur. Oranın insanlarını da çok düşünürüm. İnsanların geçimlerini sağlayabileceği bir şey yok. Bir sosyal yaşantı yok, okul yok; halk yok yani aslında. Adamların geçimi kaçakçılık. Gündüz sokaklarda hiç erkek yoktur, hep bayan. Erkeklerin nerede olduğunu sorarsan, "dışarıda, İstanbul'a gitti," derler... Orada halk askeriyeye düşman, neden bilmiyorum. Şimdi, o insanlara bir şeyler götürülseydi, bütün bunlar olmazdı diye düşünüyorum...
Askerlik bitti. Antalya'ya geliyorum artık, otobüse bindim. Korkuyorum. Tabii teröristin terörist olduğu alnında yazmıyor, ama benim asker olduğum, teskereyi almış olsam bile çok belli. Yanıma oturan biri, "asker misin" diye sorduydu, hemen reddettim. Aslında belli. Üstelik, soran da askermiş, o rahatça söylemişti. Döndüğümde, kafam hiç iyi değildi. Babam da halimden memnun kalmayınca beni İstanbul'a gezmeye gönderdi. İçimde bir sıkıntı vardı. Askerlik dönüşü en çok fark ettiğim aileme, akrabalara, arkadaşlara ilgimdi. Oraları görüp yaşadıktan sonra, memleketime de, çevreme de sevgim arttı.
Bence, bu işin bitmesi ekonomiye bağlı. Kaçakçılık insanların geçim kaynağı. Yani Suriye, Irak ve İran ile ticaret serbest olsa bayağı etkili olur. Askerden önce Kürt arkadaşım vardı. Hatta, yıllar önce yanımızda çalışan Kürtlerle hâlâ görüşüyoruz. Birbirimizi severiz. Onlar Batmanlı. Askerdeki arkadaşlarımız arasında da Kürtler vardı, onlarla da hâlâ görüşüyorum. Ben Kürtleri düşman olarak görmüyorum. Askere gitmeden beynimde bir düşman vardı; onu her an vurulacak bir şeytan gibi düşünüyordum. Düşmanı göremeden askerliğim bitti. Düşman, belki de Şemdinli'de gündüz gördüğüm biriydi. Alnında "düşman" yazmadığı için onu tanıyamamıştım, kim bilir! Askerde hiç izin kullanmadım. Bir çırpıda olsun bitsin istedim. Ailemle neredeyse hiç haberleşemedik; telefon da yoktu, mektup da... Mesela, amcamın ölümünü dönünce öğrendim. Şimdiki durumlara göre, yanımda hiçbir arkadaşımın şehit olmaması en büyük şansımmış. Askerden döndükten sonra olgunlaştım. Kan basıncım mı azaldı bilmiyorum. Kaygılı, sakin biri oldum. İnsanlara daha nezaketli olmaya çalışıyorum. TGRT'deki "Mehmetçik" programını halen izliyorum, o günleri yeniden yaşıyorum. Toplum Güneydoğu'yla o kadar ilgili değil. Orada çocuğu olan, ya da çocuğunun askerlik çağı gelenler dışındakiler pek ilgilenmiyor. Ateş düştüğü yeri yakıyor. Medya askerliğin güzel yüzünü gösteriyor. Kahramanlıklar falan boş, çocuklarını göndermeden orası kimsenin aklından bile geçmiyor. Ben de gitmeseydim, Şemdinli nerede bilmezdim. İnsan ancak görünce ilgileniyor. (Kasım 1998, Serik, Antalya)
1964, Serik doğumlu, lise mezunu, babası esnaf, babasının işini sürdürüyor. Yedi oğlan, tek kız sekiz kardeşin dört numarası. Askerliğini 1983-1984'te, Nevşehir merkez olmak üzere Tokat, Şemdinli gibi yerlerde yaptı.

YİRMİ YAŞINDA BİR ÇİĞDEM GİDİYOR...
O vatan aşkı olmasa, gidip yapmazsın bu işi. Aşkın tabii parayla bir ilişkisi var; para çoğaldıkça aşk azalıyor. Gitmemek gibi bir şey insanın hiç aklına gelmiyor ki...
Hayatımda Tunceli diye bir yer duymadıydım. "Çok ufak bir yerdir, vadinin içi," dediler. Bilmediğin yer, illa ki heyecanlanıyorsun. Komutanlar "gideceğiniz yer çok güzel," demişlerdi. Alay komutanı beş bin kişide biz 40 kişiyi örnek gösterip kutlamıştı. Acemide çok başarılı olunca bizleri bilgisayara sokmadan seçmişlerdi. Kutlama bundan. Acemi birliği illa ki zor. Acemide eğitime alıştırmak maksadıyla eziyorlar. Normal askeri eğitim değil, gerilla eğitimiydi. Olaylar bizim zamanımızda şey etti zaten. Bilgimiz de yoktu. Aslında ben Batıyı istiyordum.
Tugaya gittik. Hemşehrilerimiz varmış, yabancılık çekmedik. Nöbet yoktu, misafir gibi yedik, içtik, dolaştık. Arazi bilmediğimiz için bir ay bir yere gitmedik. Bir sabaha karşı, çatışmaya başladık. Dokuz saat sürmüştü. Önce bir tim çevirme yaptı, ondan sonra biz teröristlerin olduğu mezraya girdik. İlk ateşte bir arkadaşı da şehit verdik. Anons ettik, teslim olmalarını istedik. Ateşle karşılık verdiler. Tugay komutanı asker öldüğünü duyunca, "ağır silah kullanın," dedi. Düşen arkadaş bizden biraz üstteydi, teskeresine altı yedi günü vardı, Çorum'a cenazesi gidiyor. Babası, "teskere yerine cenaze mi gelecekti," diyor, o anda kriz geliyor, ölüyor. O anda insan şok oluyor. Zaten açtık, sabaha karşı gittik, akşama kadar da çatışma sürdü. O anda açlık aklına gelmiyor... İhbar 12 kişiydi; üçü kaçmayı başardı, dokuzunu öldürdük. Şehit arkadaşı birliğe gönderdik. Kalan teröristleri Ovacık il Jandarmaya teslim ettik. Bu çatışmayı üç dört ay üstümüzden atamadık. Ateş altında durmak çok zor oluyor. Her şeyi unutuyorsun, hayatta kalma savaşı veriyorsun. Üç dört ay ufak tefek çatışmalara katıldık. Mazgirt'te bir olayda dokuz kişiyi öldürdük, iki bayan bir erkek canlı yakaladık, teslim oldular. Kadının biri hamileydi. Teröristlerle karşılaşınca, insan öfkelenmez mi? Araçlara bindiriyorduk, il Jandarmaya teslim ediyorduk, sorgusu orada soruluyordu. Teröriste dokunamazsın. Yasak. Konuşsanız da, sana cevap olarak özgürlük işareti yapıyor. Jandarmaya normal ihbar, bize kesin ihbar gelirdi. Biz gider, imha ederdik. Mesela "burada dokuz terörist görülmüştür," dendiğinde, kesin vardır yani. Biz çok dolaşırdık, köylü seni terörist olarak bilir, asker olarak bilmez. İhbar alınca terörist gibi köye gidersin. "Arkadaşlar gelecekti, ne yana gittiler," dersin. Neyin ne olduğunu bilmiyorsun, abdest alıp gidiyorduk. Ayağımızdan bir ay bot çıkmadığı olmuştur. Dağda bazen telsizin şarjı bitince irtibat kesiliyor, araç gelmiyor, aç kaldığımız zaman oluyordu. Normalde çok güzel yemek çıkıyordu. Dağda konserve yiyorduk; et, balık... Ot yiyorduk. Anadolu çocuğu otları tanıyor, ekserisi Anadolu.
Vatani görevin kurtuluşu yok ki, teselliyi sohbetlerde buluyorduk. Arkadaşlıklar çok güzeldi. Sevdiğimiz arkadaşlarla yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmezdi. Arkadaşlarla halen görüşüyoruz. Polis timiyle operasyona girerdik. Tim komutanlarımız ekseri teğmen. Operasyona gidince komutan yüzbaşı, binbaşı, nadiren asteğmenler oluyordu. Tunceli gelişmemiş bir memleket. Artık terör yönünden mi gelişemiyor bilemem. Halk çok iyi davranırdı, onlar da iki ateşin arasında kalmış, terörist geliyor başka türlü, asker geliyor başka türlü konuşuyor. Onlara da hak vermek lazım. Halk çok gariban. Onlarla sohbet ederdik, "niye duruyorsunuz burada, geliriniz de şey," derdik. "Ne yapalım," derlerdi, "mecbur yaşayacağız".
Bingöl'de kapıda nöbet tutuyorum. Bakıyorum, benzetiyorum. "Burada ne gezsinler," diyorum.. Koştum biraz, tabii sarmaş dolaş, babam, dayım... Nasıl sevindim, nasıl sevindim... Aslında görüşmek yasak, baba bir yüzbaşımız vardı, ses etmedi. Yatılı okulda kalıyorduk, babamla dayım da bizle bir gece kaldılar. Rütbe diye bir olay yok, arkadaş gibisin. "Komutanım" yok, ismiyle hitap edersin. Dayak da olmaz... Acemide dayak "yemedim" diyen yalan söyler, bir kişi hata yapar üç kişi dayak yer. Orası sivil gibi değil, baş kaldırsan ne yapacaksın? "Yerim dayağı, geçsin şu an," diye düşünüyorsun. Dayak olmazsa bir laubalilik olur mu acaba? Olabilir. Emir gelmeyince, ağır silahları kullanamıyorsun. Neden kullandırtmıyorlar bilmiyorum, aklım ermiyor. Ağır silahları daha önce kullanabilseydik, mesela Çorumlu arkadaşı kesinlikle şehit vermezdik. Bastığımız o mezrada zaten bir kişi duruyordu. Anons ettik, köyü terk etmesini istedik. İsteselerdi, ağır silahla köyü imha edebilirlerdi. Mezra zaten üç dört hane bir yer. Dokuz saatlik çatışmadan sonra ağır silahları kullandık.
Askerden döndüğümde beni kurban keserek karşıladılar, kahraman gibi. Annemler kahvaltıdaymış, tabii apar topar sarmaş dolaş. On yedi yaşında evlenmiştim, askere giderken bir çocuğum vardı. Tabii zor oluyor çocuk hasreti. Çocuğum o zaman yaşını doldurmuş muydu, doldurmamış mıydı? İkincinin doğduğunu üç ay sonra öğrendim. Operasyondaydım. Valla, ailemin mektubunu üç dört ayda bir alıyordum. Çatışmada insan mermi seslerine alışıyor. Çatışmaların etkisi kalmış bende. Geldikten sonraki ilk üç dört ay, arkadaşlar, "önceki gibi değilsin," derlerdi. Demek ki bir değişiklik olmuş, çatışmaların etkisi falan. Çatışmalar üç dört ay rüyalarıma falan giriyordu. Mermi, o çocuğun alnından girip arkayı parçalamıştı. Çok da gariban biriydi. Babasının ölmesi de bizleri etkilemişti. Hâlâ rüyalar görüyorum. O vatan aşkı olmasa, gidip yapmazsın bu işi. Aşkın tabii parayla bir ilişkisi var; para çoğaldıkça aşk azalıyor. Gitmemek gibi bir şey insanın hiç aklına gelmiyor ki...
Güneydoğu sorunu, Kürt sorunu yok da bir kişi ortalığı bulandırıyor. Öyle Kürt diye Türk diye bir olay yoktur. Öcalan olmasa bu sorun olmaz, arkasında çok büyük devletler var, adamı koruyorlar. Mesela rahmetlik Türkeş, "izin versinler, üç ayda kellesini getireyim," demişti. Türkeş'e neden izin vermediler, bilmiyorum. Haberleri izliyorum, aynı bizim operasyon yaptığımız yerlerde operasyona devam ediliyor, değişen bir şey yok. Aslında, orduyu, askeri durumu düşünecek olursan, bitmemesine imkân yok... O zaman bu kadar süreceğini hiç tahmin etmiyordum. Askeri duruma bakınca karşındaki de bir ordu gibi iyi dayanıyor. Askeriyenin en gözde askerleri orada. Niye bu kadar sürüyor bilemiyorum. Adam mesela akşama kadar normal, geceleyin terörist olarak çıkarmış. O zaman, "buranın hepsi böyle, bura kazılmadığı sürece bitmez," derlerdi. "Doğu'yu kazıyacaksın," derler. Şehit cenazelerine katılıyorum. Çok hüzünlü... İnsan "değer miydi" diye illa ki düşünüyor tabii. Yirmi yaşında bir çiğdem gidiyor ya. Umutsuzum ben, devam eder, bu Doğu bitmez. Gençler ölmeye devam edecek. Kim çıkıp da dur diyecek? Ancak Atatürk gibi bir adam gelecek ki... Ancak o "dur" der. Başka türlü olmaz. (Ağustos 1998, Çankırı)
1966, Çankırı doğumlu, ilkokul mezunu. 1986 Martı'nda Manisa Kırkağaç'a acemi birliği eğitimi için gitti. Usta Birliğinde Tunceli'deydi. Esnaf.

SAKALLI BİR ASKER OLDUM
"Gayrimüslimlere hiç rütbe vermiyorlar," diyorlardı. Kendini sevdirmeye bağlı, bir de ihtiyaçla bağlantılı. İstanbullusun, orada adam gibi adam bulmak mesele, adama adım attıramıyorsun, "sağa dön," diyor, sola dönüyor.
"Neden ismin şu, " diye soruyordu. Bu sorularda kasıtlı bir şey yok. Tokat'tan gelen beş kişiydik, ben Rum'dum, gerisi Ermeni. Sonrasında herkes ayrı bölüklere düştü. Ben birinci bölüğe düşünce, "papazı bulduk," dedim. Yemekhanede falan belli bir süre grup halinde otururduk. "Kimse bizi içine almıyordu," demeyeyim de, ne yapacağını bilmediğin için, çekingenlik var. Başta kimseyi tanımıyorsun. "Gayrimüslimlere tüfek vermezler," dendiği için, başta, "silah vermezler herhalde, mutfağa falan verirler," diye düşünüyordum. Ben, gayrimüslim olarak en aktif olanlardan da birisiydim. "Gayrimüslimlere hiç rütbe vermiyorlar," diyorlardı. Kendini sevdirmeye bağlı, bir de ihtiyaçla bağlantılı. İstanbullusun, orada adam gibi adam bulmak mesele, adama adım attıramıyorsun, "sağa dön," diyor, sola dönüyor. Eğitim görmediğim halde, onbaşı bile oldum. Adam liseyi bitirmiş ama bitirdiği lise buranın ilkokulu gibi, o yüzden sınavla insanları onbaşı yapıyorlardı, biri de bendim.
Hep Bitlis'teydik, tatbikatlar haricinde. Özellikle PKK'nın, kuruluş yıldönümü mü nedir, 15 Ağustos, kesin tehlikeli bir gün. O zaman alarmdaydık. Normalde, garaj nöbetçileri namluyu mermiye sürmezdi de, 15 Ağustos'ta el tetikte beklersin. Bir şey olmazdı ama öyleydi. Bizi, Van, Tatvan'a falan futbol maçlarına götürürlerdi. Önce eğitimini görüyorsun, kesinlikle ateş açmak yok, tüfekler emniyette, ucuna kasatura takarsın, ama gerektiğinde dipçikle müdahale edeceksin. Van, Tatvan, Bitlis halkı askerden bayağı tırsıyor. Hiç olay olmadı.
Zırhlı araçlarla, telsizler, sırtında tüfekler, tam teçhizat dağların eteklerinde bütün bir gece nöbet bekliyorsun, korkuyorsun. Korkuyu atmak için sohbetler olurdu. Ufak tefek kıpırdanmalar o zaman başlamıştı. Gece atışları, gece eğitimleri, 7. ayda falan, askerliğin ortalarında başlamıştı. Gece eğitiminde sigara içmeyeceksin. İçersen sigaranı elinle kapatacaksın, ateşi 5 km'den görünüyor. Ağzında sigarayla nişan alırsa seni alnının ortasından vurmuş oluyor. Yürürken elmacık kemiklerin, alnın parlar, geceleri onu karartıyoruz. Tüfeğin ses çıkaracak aksamını bir şeylere bağlıyorsun. Tam o sıralar işin kızışmaya başladığını şimdi fark ediyorum. Kış tatbikatı özellikle karda olurdu, çok zordu. Karda iki misli ağırlaşıyorsun. Kar kıyafetleri, beyaz kuşanman ağır bir dert tabii, tüfek parlamasın diye tüfeğe kılıf geçiriyorsun. Tatbikatlarda konserve çıkardı, çoğunlukla bozuk olurdu, yenmezdi. Sabahları un çorbası çıkardı. Biz arkadaşlarla çarşıdan bir şeyler alır, depoya koyardık. Yenmeyecek şeyler çıkınca, koyduklarımızı depodan alır, garibanlarla beraber yerdik. Silah kullanmayı iyi öğrendim. Keskin nişancılara rozet türü bir şey takarlardı, benim de vardı tabii.
Tabii herkesle arkadaşsın, ama illa ki bir gurubun da vardı. Orada, çok iyi dostluklarım oldu. Ağır bombalar yoktu, ama bir iki zengin çocuğu vardı. Onlar pek bizimle takılmıyorlardı. Hafta sonu çarşıya çıkınca ne yapılır? Tek bir caddesi var, kahveye gidersin, videoya macera filmleri koyarlar, seyredersin, birkaç kişiyle muhabbet edersin. Bilardo salonuna falan da gidiyordum. Şafak 550 idi. Acemide biraz, Bitlis'te düzenli olarak şafak karalamaya başlamıştım. Mektup yazmayı sevmezdim, eve ne telefon ederdim ne mektup yazardım. Annem merak edip Beşiktaş askerlik şubesine başvurmuş.
Bitmeye yakın, yüz felci geçirdim. Askerden beş sene önce de geçirmiştim. Revirde doktor bakıyor, anlamıyor, nereden bilsin. Öncekini söyledim. Belirtileri biliyorum. Önce, tat alamıyorum, sonra tek gözüm kapanmıyor. Doktor yirmi gün istirahat verdi.
Doktor yüzünü yıkamayı yasaklıyor. Soğuk bir dönem, yüzüme kar başlığı geçirdim. Sakal papaz gibi oldu. Doktor, "kesmeyeceksin, suya değmeyecek," diyor. Yüzü sıcak tutsun diye sakalı kesmiyorsun. Sakallı bir asker oldum. Aman tanrım! Bir fotoğrafçı da gelmiyor ki, fotoğrafımı çeksin, sonra, arkadaşlarıma "orada sakallıydım" diyeyim. Koğuşta istirahatteyim, kitap okuyorum, ayaklarımı sallıyorum. Yeni bir komutan gelmişti. Kısa boylu bir şey, koğuşa girdi, ayağıma bir tekme vurdu. "Ne yapıyorsun lan, hazır ola geç," dedi, geçtim. Dalga geçiyor sanıyorum. "Yüz felci geçirdim, yirmi gün izin aldım," diyorum. "Çıkar bakayım maskeyi," dedi. Çıkardım. "Yarın görmeyeceğim," diyor. "Emredersiniz!" Herif, "sakalı kes," diyor, doktor da, "kesme". Kesmedim tabii. Adam ertesi gün geldi, "ne oldu" dedi. "Komutanım, kem küm, doktor..." diyorum. "Başlarım senin doktoruna," dedi, biraz da küfürlü konuştu. Tekmeyi yedim, iki tane vurdu, yerdeyim. "Derhal gideceksin, sakalını keseceksin," dedi. Ne yapacağım şimdi? Üç dört gün kalmıştı. Dozu azaltarak kortizon tedavisi görüyorum. Son üç-dört gündür hastalık iyiye gidiyordu, hissediyordum. Çorba ağzımın bir tarafından giriyordu, bir tarafından dökülüyordu. Kaslarım tutmuyor. Jilet buldum. Kan revan içinde, suratımı doğradım. Askersin, "kestik sakalı" diyeceksin. Dedik. "Tamam" dedi komutan, "in aşağı tuvaleti temizle!" Cezaya bakar mısın? Tuvalet temizliği bitti, duruyorum orada. Bizim bölük astsubayı, çok severdi beni, geçiyordu, "ne yapıyorsun," dedi. "Komutanımız emretti, tuvaleti temizledim, şimdi bekliyorum başında." Bunun üzerine, Astsubay beni yazıhaneye bakma işine verdi. Sakalı tekrar bırakmadım artık. Bir daha doktora çıktım, on gün daha rapor verdi. Koğuşta iç nöbet tutmaya başladım, hani içerdeydim ama bir işe de yarıyordum.
Bir gece, "yangın var" diye millet bağırıyor... "Çatı tutuştu," diyorlar. Tatbikatta kullanılan kuş tüyü uyku tulumları tutuşmuş. Neyse, herkesi tahliye ettiler, önce tüfekler, herkes tüfeğini alsın... İçtimaa geçtiler, adamlar sayılıyor. Adanalı biri, içerde, "kalk tavan yanıyor," diyorsun. Adam, "bırak yansın, ben istirahatteyim," diyor. Herkes sıraya dizildi. Bölük komutanı geldi, herkesi saydı saymadı. "Tüfekler tamam mı," diyor. "Adamlar tamam mı," demiyor. Niye? Çünkü tüfekler ona zimmetli. Nöbettekiler, istirahatlılar, yani yerinde olmayan bir sürü adam var. "Tüfekleri al," derken, "alabildiğin kadar tüfek al" denmek isteniyor. Bunun sivildeki can ve mal mevzuundan farkı yok.
Birinci bölüğe ilk girdiğimizde bir bölük komutanı vardı, "aslan üsteğmen" derlerdi, tırlağın tekiydi. Ciddi şiddet uygular, kazma sapını insanların belinde kırardı. Durup dururken vurmuyordu ama çok aşırıydı. Kazma sapı kırılır mı? Öldüresiye dövüyor adam yani. Korkunç! Ben kendimi çok şanslı hissediyorum. Ondan dayak yiyemedim.
Bana o iki tekmeyi atan öbür kısaydı. Kısa mesafeli atışlar vardı. İlk atışlardı, daha acemisin, G3'ü tanımıyorsun. En hassas bölgelere vuruyor, beklemiyorsun, elle vurur, şeyle vurur. Üstüne geliyor, hışımla bağırıyor çağırıyor, yumruk gelecek zannediyorsun. En aşırı döven oydu. Az döven seviliyor, tabii, dövmeyenler de vardı.
Mesela, adam birinci atışını yaptı, hedefe ateş edemiyor. Orada bir toz bulutu kalkıyor, belli ki mermi yere çaktı. Komutan, "şimdi göreceğiz senin atışını," diyor. Ben bir şekilde hariçten üç tane hedefe vurdum, iki tane de arkadaşın hedefine attım. Herif bir bakıyor iki tane mermi orada. Dövünmeye başladı, "nasıl olur lan," diyor, "kim attı?" Üçünün de yere çaktığını gördü ya. En azından çocuk dayaktan kurtuldu. Başkasının yerine atmayı, fırsat oldukça yapardık.
88'e girerken bir tedirginlik vardı ama şimdi olsaydı iki üç kat fazla tedirgin olurdum. O zaman en kötü Bingöl'dü. Bingöl'e düşenler, "eyvah" diyorlardı. Bitlis çıkınca derin bir oh çekmiştim. Tam biz oradayken şehitler falan olmaya başlamıştı. Haberleri izliyorduk, ufak tefek olaylar oluyordu, ama önemsenmiyordu. Tel örgü nöbetlerinde biraz tedirgin olurdun. Benim tel örgü nöbetim kısa sürdü. Onbaşı olmadan önce bir süre tuttum.
Askerlik sonrası arkadaşlarımda değişiklik oldu, tabii. Artık askerlik arkadaşlarım da vardı. Düğünlerimize gidiyoruz. Bir gün Mersin'den, İstanbul'dan, Düzce'den hepimiz Ankara'da buluştuk. Berberde sohbet ediyoruz. Berber, "nasıl oluyor da, bu kadar insan bir düğün için kalkıp geliyor," diyor, şaşırıyor. Asker arkadaşlığı çok farklı, çok şey paylaşıyorsun. 15-20 dakika bile bir şeyleri paylaşsan başka oluyor. Kısa dörtlükleri ben çok severim, resimlerin arkasına kısa bir dörtlük yazardım. İşte, "30 Kasımda geldim askere/ Bir gün alırım teskere/ Sizi gelemedim görmeye/ O yüzden mecbur kaldım zarfın içinde gelmeye" türünden... Boş zamanlarımızda müzik dinliyorduk. Bir yerden teyp edinmiştik sonra yakalandık. Çünkü, yasaktı öyle şeyler. "Amerikan ordusu mu, burası evlat," diyerek teybi aldılar. Kütüphane yoktu. Roman okurdum, bulabildiğimiz o çünkü, cinayet romanları falan. Orada Beyazıt'taki sahaflar türünde bir şey arıyorum bulamıyorum, tabii ki. Sezen Aksu'nun, "kurşun gibi izler/ son bakıştaki gözler" parçasını çok dinlerdik. Bizim orada gazino falan yok, bir nevi sürgün yeri gibiydi.
Her genç askerlik yapsın. Şiddet zaten çocuklukta başlıyor; kız olsa bebek alırsın, erkek olursa tabanca alırsın. Askerlikteki şiddet kabul edilmiş bir şiddet. Başına ne geleceğini biliyorsun. Mesela, üsttekine karşı çıkınca dayak yiyeceksin, onun üstüne ceza alacağın da kesin. Şiddetle ilişkimde bir farklılık yok. Ben pek kimseye bulaşmam, bana da bulaşmasınlar yani. Mesela, otobüste adam bakınca ben de ona bakardım, öyle geçer giderdi. Askerden sonra, o bakıyor, ben bakıyorum, o çekecek yani. İlla ki, ufak bir değişim oldu, ama öyle aşırı bir şiddet yok. Askerlik yapılması gerekiyor diye düşünüyorum, ama niye yapılması gerektiğini pek bilmiyorum. O dönemden geçmen lazım, bir şeyleri kavrıyorsun bence. Döndüğümde, kafa yapısı olarak biraz daha toparlandım. Askerlik yapmak gerekli, adam eder, ediyor. En azından mesafe uzak oldu mu sivil hayatın değerini de anlıyorsun. İşte ilk kez ailenden ayrılıyorsun. Yapmasaydım eksikliğini hissederdim. Orada da bir sürü şey öğrendim. (13 Haziran 1998, İstanbul)
1968, İstanbul doğumlu. Hem çalıştı hem Rum ilkokulunu bitirdi, çeşitli işlerden sonra, 1983'ten bu yana kemercilik yapıyor. 1988 Kasımında askere gitti. Acemi eğitimi Tokat'ta, düz piyade, sonrası Bitlis... İki kız iki oğlanın iki numarası... 1990 Nisanında döndü.

ASKERİN ŞANSI OLSA KAÇAR, KAÇACAK!
Beni nasıl kahraman olarak görebilirler? Kendi halkımla savaştım. Askerliğimi nerede yaptığımı söyleme gereği duymuyorum, iyi bir şey olmadığını biliyorum. Soranlara, "Kayseri'de yaptım," diyorum.
Paraşütü seviyordum, lisede bu nedenle Türk Hava Kurumu'nun açtığı kurslara katılmıştım. Tabii bu sportif amaçlı bir faaliyetti. Üniversiteyi kazanamayınca askerlik için başvurdum. Paraşüt sertifikamın askerlik şubesine gönderildiğini bilmiyordum. Böylece Kayseri Hava İndirme'ye gönderildim. Komando eğitimi alıyorum. İki seçenek vardı: Paraşüt ve dağcılık. Dağcılığa geçtim. Kayseri'de hiç dinlenme yoktu, çok yoğun dayak falan vardı. Oradaki üç aylık eğitim bitince, "bölgeye gideceksiniz," dediler. Bizim asıl birliğimiz Çorlu'daydı, ama birlik zorunlu hizmet için bir yıllığına Güneydoğu'daydı. Önce Diyarbakır'a toplanma merkezine, oradan birliklerimize gönderildik. Jandarma birliği idi orası. Bana Mardin-Dargeçit ilçesinin Kısmetli köyü düştü, Kürtçe adı Kezboran idi galiba. Köy hâkim bir tepede kurulu, bir de okulu var... Yer olmaması nedeniyle, bir ara okulda yattık, okulla iç içeydik yani. Bir bölük, timleri yirmişerden saysak, 100 kişiydik. Okulda önce çocuklar yoktu. Daha sonra, bina hem karargâh hem de çocuklar için okul oldu. Öğretmenle iç içeydik. Daha sonra, orayı boşalttık, hayvan ağılı mı desem öyle bir yer, tamir etmişler, oralara gittik. Bir karar gelirse, gece üçte de kalkıp gidiyorduk. İki-üç saat yürüdükten sonra uzak noktalara gidiyorduk. Çok uzak noktalara araçla bırakılıyorduk, oradan tekrar intikal alıp yürüyorduk. Genellikle, bir muhbir tarafından belli duyumlar alınıyordu. Duyumlar tabii tabur komutanına gidiyordu. Komutan da, "şu koordinatlarda gözetleme yapılacak, pusu atılacak, operasyon yapılacak," diye bize koordinat gönderiyordu. Ona kalsa sürekli operasyon yapılacak ama bölük komutanının inisiyatifi ile yapmıyorduk. Bölük komutanı asteğmendi. Operasyonlar genelde köylere, belli geçiş noktalarına, stratejik bölgelere yapılıyor. Operasyon sisteminde köyün en aşağı 500 metre gerisinde jandarmalar arama yapsın diye geniş emniyet alınır. Ev aramalarında, ben unsur komutanı olduğum için genelde emniyet olarak damlarda oluyordum. Aramayı öncü gücümüz yapıyordu. Ev aramaları sırasında köylüler evlerinde oluyorlardı. Hiç içimden gelmiyordu ama elbiseyi giydikten sonra ben de görevimi yapıyordum. Orada asker her şeyden üstün, oradaki insanlar da öyle korkuyorlar ki... Asker de halkın korkması için elinden geleni yapıyor. Diyelim, saat 10'dan sonra dışarı çıkmak yasak. O saatten sonra dışarıdaki her türlü canlıyı öldürme yetkisine sahipsin. Kaç eşek gitti, tahmin edemezsiniz. Bir iki arkadaşımız soğuktan donarak öldü. Bu Mardin çapında büyük ve genel bir operasyondu. Başka bölükten biri sırt telsizi kullanıyor, anteninden şimşek alıyor. Sıcak çatışmaya girmedim. Bir iki kere stratejik bölgeden geçerken, pusuya düşeceğimizi hissettik, geri döndük. Mesela, gece silah sesi gibi metal sesleri geliyor, biz de mecburen pusuya düşmemek için geri dönüyorduk. Bir de bu Nevrozda başka bölgelere gittik. Kendimi ölüme çok yakın hissettiğim anlar oldu. Onlar seni yeşil elbisenin altında tanımayacağına göre, ben de nasıl davranmam gerekiyorsa öyle davranıyordum. Zaten insanları da öyle şartlandırıyorlar; mesela tabur komutanı, "bir kelle getirenin askerliğini kısalttıracağım" şeklinde telkinler yapıyordu. Biz Kürtler azdık, Türkler daha çoktu. Zaten Kürt askerler devamlı araştırılıyor. Askerden önce PKK sempatizanı oldukları iddiasıyla bir iki asker hakkında böyle araştırma yapıldı. Bir tanesini başka bir bölgeye sürdüler. Mesela bir Türk adam kaçtı; korkudan ve şartlardan dayanamayıp gitti.
Bizim birlik bir yıllık görevini tamamladığında, ben tertip olarak yedi aydır Mardin'de kalmış durumdaydım. Birlik olarak otobüslerle Çorlu'ya döndük. Artık kurtulduk gibiydi. İnsanlık dışı bir olay, ben bu işin savaşla çözüleceğine inanmıyorum. Demokratik yollarla bu iş çözülse... O insanlar temiz ve masum. Onlara hiç kötü gözle bakmadım; gariban köylüler, herkes kendi halinde. Orada bu savaşın bitmesini istemeyen insanlar olduğunu sezdim. Burada askerden daha eğitimli paralı askerler var. Özel Tim yani. Özel Tim ille de savaşmak istiyor. Aslında savaşmıyorlar da, savaşın devamını istiyor. Kendileri de canı gönülden görevlerini yapıyorlar, aynı zamanda çok fahiş bir aylık alıyorlar. Kim bu paraların kesilmesini ister? Zaten bir sürü yığınak yapılmış oraya, gerek köy korucuları olsun, gerek bu paralı askerler olsun, bundan geçinen insanlar var. Bizim köyde korucu yoktu. Köyde kalırken insanlar korktukları için pek dostane yaklaşmıyorlardı. Ben bir iki sefer birkaç köylü çocuğa, "yumurta getir," dedim. Getirince, çocuklara para verdim. O tür bir ilişki oldu. Şahsen ben konuşmaya çalışıyordum, ama zaten onlar doğru dürüst Türkçe bilmiyor, yarı Kürtçe ile sohbet ettiğim oluyordu. Biz askerler kendi aramızda sohbetler ediyorduk, Batıdan gelen arkadaşlar Kürtleri pek tanımıyorlar, tanımadıkları için de pek iyi yorum yapmıyorlar. Buna ne demeli? Tanımıyorlar, tanımayınca da, devletin düşüncesi ile hareket ediyorlardı. Bir nevi o yönde eğitilmişlerdi. Herkes eğitilmiyor mu? Duyduklarına, okuduklarına adapte olmuşlardı. Arkadaşlara karşı tarafın da insan olduğunu, devlet politikasının yanlışlığını anlatıyordum. Kürt olduğumu bilmiyorlardı, sanki bir kuşak asimile olmuş gibi görüyorlardı. Ben tabii, "yok, ben asıl Kürdüm," diyordum. Bunu asla inkâr etmedim. Mardin'de ilişkiler çok dostaneydi, arkadaş gibiydik, artık selam falan yoktu. En yüksek rütbeli bile gelse, selam ver, verme önemli değil. Zaten askerlerin gergin olduğunu biliyorlardı, o yüzden dikkatli davranıyorlardı.
Ailem, arkadaşlarım, yakın çevrem benim nispeten mecburiyetten gittiğimi biliyorlardı. O yüzden fazla yargılamadılar. Benim o paraşütçülükten dolayı oraya çağrıldığımdan haberleri vardı. Beni nasıl kahraman olarak görebilirler ki? Kendi halkımla savaştım. O kadar zaman geçti, az değil beş yıl, hâlâ daha etkilerini hissediyorum. Askerlik benim için çok kötü bir anıydı. Sürekli, "ben ne kadar kötü bir insanım," diye düşünüyorum. Ben sanki mecburiyetten bu işe girişmiş oldum. Askerlik yükümlülük esaslarına dayandığı için yapmak zorunda kaldık. Askerliğimi nerede yaptığımı söyleme gereği duymuyorum. Çünkü iyi bir şey olmadığını biliyorum. Sadece, "nerede yaptın" diye soranlara, "Kayseri" diyorum. Sinirsel olarak yıpranıyorsun. Orada normal vasıflarını yerine getiremiyorsun, sürekli operasyon, pusu... Kimseyi öldürdüğümü sanmıyorum. Yok, sadece diyelim tek taraflı çatışma oldu, yani bir şey görüldü zannedilip ateş edildi, ben de hiçbir şey görmediğim için karavanaya, havaya ateş ettim. Ateş etmiş gözükeyim diye. Böylece, bende de mermi noksan olmuş oluyor. Bu savaşın biteceğine ben inanmıyorum, çünkü gerekiyor, yani günümüzdeki hükümetin oluşumu, bu gibi izlenimler veriyor. Mehmet Ağar'ın adalet bakanlığına getirilmesi bu sistemin tekrar işleyeceğini gösteriyor. TV'de çıkıyor ya, "vatan için canımız feda, vatanı böldürtmeyiz," falan diye. Ben o tür insanların bulunduğuna inanmıyorum, sadece paralı askerler olabilir. Normal askerler değildir. Yani askerin şansı olsa kaçar, kaçacak! (Temmuz 1996, İstanbul)
1969, Malatya doğumlu, lise mezunu. 1989 Kasım - 1991 Mayıs arası askerlik yaptı. Asıl birliği Çorlu'daydı ama hizmetinin çoğunu Mardin'de dağ komandosu olarak tamamladı. Lisedeyken paraşüt sporuyla uğraşıyordu. İş buldukça çalışıyor.

ASKERDEN KAÇMAK İÇİN
EKMEKTEN KAÇ
Tabii kolay olmadı. Ekmeğe hiç dokunmuyorum, pilav, makarna, hamur hiç yok. Sadece meyve yedim, verilen yemeğin suyundan kaşıkladım.
"Çürük raporunu alacağım, askerlik yapmayacağım," diye kafaya koydum. Askerlik kafama yatmayan bir meslek. Evet, askerliği meslek gibi görüyorum. İnsanın iki yılı, bir buçuk yılı boşuna gidiyor. Askerliği insanları pasifize etmek için kullanılan bir yer gibi görüyorum. Evde ana baba, okulda öğretmen, işyerinde patron baskısı. Askere gidersin, komutan baskısı. İdeolojik olarak sol bir yapıya sahibim, askerliğe kökünden karşıyım, hümanist de bir insanım. Sınırlarının kalktığı bir dünya özlemi taşıyorum ama bir bakıyorsun kavga, savaş...
Bunu nasıl yapabilirdim? Askerlik hizmetiyle ilgili bütün yasaları, düzenlemeleri buldum, satır satır incelemeye başladım. Kanunlar önünde, beni askerlikten uzak tutacak bir kusurum olmalıydı. Bana uyan hiçbir şey yok... Müthiş bir çaresizlik yaşıyorum. En iyisi, hızla kilo vermek, ağırlık ile boy arasındaki dengeyi bozmak. Tek seçenek açlık grevi... Zaten narin yapılı biriyim, bu o kadar zor olmayacak diye düşündüm. O sırada, Batıkışla'da hastalandım. Kilo vermekten değil de, zatürree olduğum için 45 gün hava değişimi aldım. Daha doğrusu askerden kısa bir süre önce gözaltına alınmıştım, zatürree o gözaltının armağanı. Tabii, kilo verdikçe bir miktar halsizleşiyorsun. O arada doktorla da açık konuştum. "Rapor vermeseniz de, askerliği yapmamayı başaracağım," dedim. Hatta elbiselerimi de getirttim, bulunduğum yerden hastaneye kaçacağım. Doktor, "sen rahatsızsın, hava değişimine ihtiyacın var," dedi. Hava değişiminden sonra Batıkışla'ya döndüm, zaten acemiliğin bitmesine on gün kalmıştı, idare ettim artık. Tabii, rejim yapmaya devam ediyorum.... O kadar da kolay değil, insanın canı çekiyor, mis gibi bir ekmek kokusu duyuyorsun. Kokunun geldiği yerden kaçmaktan başka çaren yok. Yani, askerden kaçmak için ekmekten kaç. "İleride çok yersin," diye diye kendimi teselli ettim, nefsime teslim olmadım.
Usta Birliği Ankara'ya çıktı, berbat bir yer, 13 gün kaldıktan sonra, tekrar askeri hastaneye gittim. Bu gidiş biraz torpille oldu. Gülhane'de bizim köyden bir başhekim yardımcısı vardı. Doktora onun ismini verdim, sevkimi hastaneye yaptırdım. Hastanede 17 gün filan kaldım. Üç ay hava değişimi aldım.
Raporu alıp birliğime geldiğim gün benim özel dosyam da gelmiş. Komutan çağırdı, "sen şimdi gidiyorsun, nasıl olsa döneceksin, seninle hesaplaşacağız," dedi. "Komutanım," dedim, "sağlıklı olursam iyi bir şekilde hizmet veririm, sağlıklı değilim ki rapor verdiler." Komutan, "çok konuşma," diyerek beni odasından kovdu. Aynı gece memleketime geldim. Memleketten sevkimi aldım. O da tam bayrama denk geldi, bayramda doktor sevk yapmak istemiyor. "Sağlıksız bir adamım ki 45 gün almışım, sorumluluk size aittir," dedim. Doktora, sonunda, "ya burada yatıracaksınız ya da Gülhane'ye sevk edeceksin," dedim. Orada yatırdı. Tabii, görünüşüm de pek iyi değil, doktor besbelli başına bir şey gelir diye çekindi. Daha sonra Gülhane'ye sevkimi yaptılar. Gülhane'de 17 gün kaldım. İlik dahil, bütün vücudum tahlilden geçti. Sonuçta, sağlık sorunumun olmadığı görüldü. Sadece kilo ve boy uymuyor. Boy 1.72, kilo 45 olursa çürük raporu veriyorlar. Benimki 47-48 kilo tam sınır olmuş oluyor, altına düşmen gerekiyor. Biraz daha dişimi sıktım, yemedim, içmedim. Öyle pek halsiz kalmadım. Tabii kolay olmadı. Ekmeğe hiç dokunmuyorum, pilav, makarna, hamur hiç yok. Sadece meyve yedim, verilen yemeğin suyundan kaşıkladım. Ekmeksiz, pilavsız, kilom 46'ya düştü. Açıkça konuştuktan sonra, doktora "hava değişimi falan vermeyin" diyorum. Doktor sonunda, kilomu 46 da olsa 45 diye yazdı. Gülhane'den çürük raporu verdiler. Birliğe gideyim mi, gitmeyim mi düşüncesi var, "gitmeyeceğim" dedim. Orada ayakkabılarım ve elbiselerim vardı. Feda ettim onları, gitmedim birliğe, postayla çürük raporumu gönderdim. Böylece bitirdim.
O zaman bu Osman Murat Ülke, Vedat Zencir gibi "Zorunlu Askerliğe Hayır" diyerek ortaya çıkanlar olmadığı için bilmiyordum. Şimdi basından izliyorum, hatta TV'nin birinde askerliğe karşı bir program vardı da programcısı ceza almıştı. Yani o dönemde böyle bir yapılanma olmadığı için benim çözümüm bu oldu: Kilo vermek. Olsaydı katılırdım. Toplumda bu "zorunlu askerliğe hayır" tavrı yaygın değil, numunelik, burada bir tane orada üç tane. Neden? Çünkü askere gitmeyene bizim ülkemizde kız vermiyorlar. Askere gitmeyeni adamdan saymıyorlar. Çürük raporunu almasaydım, kafaya koymuştum, kaçacaktım, kesin kaçacaktım. Şimdi her şey yiyebilirim, artık rejim falan yok. Sonradan bir iki kilo aldım, ama işte gördüğünüz gibi halen çok zayıfım, asla eskisi kadar iştahlı olamadım. (Nisan 1998, Ege)
1967 doğumlu, yüksek okul mezunu, Ege'de bir kasabada kitapçılık yapıyor.

EŞEK BANA BAKIYOR... "ULA," DEDİM, "BUNU BURADA VURAYIM MI?"
Dağda bir terörist görünce bir mermi atacağım, sonra, "terörist bey, gez göz arpacık edeyim de, bir mermi daha atayım?" diyeceğim. Mantıksız bir olay...
Çok yakın bir yerde askerlik yapmayı düşündüydüm, hayalim buydu. Bizim Karadeniz'in 1970'li tertiplere kadar rotası bahriyeydi, sonra komandoya çevrildi. Gittik oraya, affedersin koyundan farkımız yok. Komandonun özel bir eğitimden geçmesi lazım. Yakın dövüşleri, sürünmeyi, tırmanmayı, her şeyi detayına göre öğrettiler, ama yeterli değil. Güneydoğu'yu fazla anlatmıyorlardı. "Gidince, geri dönmek zor iş," diyorlardı. Isparta'da eğitim bayağı zordu. Sabahları aç karnına beş kilometre koşuyorsun. Kahvaltıya gidiyoruz. Bir masada 12 kişiye üç tane bal, bir çeyrek ekmek. Ekmeği de masaya ilk oturan silip süpürüyor. Sonrakiler parmağıyla balı yiyor. Öğle yemeği çok süperdi. Herkese ortalama bir ekmek. Akşamın ekmeğini sabah için koğuşa götüremiyorsun, yasak. Askere gittiğimde 100 kilodaydım, geldim 80 kilo.
Siirt'teki alayda gördüğümüz bir aylık eğitim çok iyiydi, ama zor. O bile dağa yansımıyor. Hedef tahtasına atışlar yapıyoruz. "Gez göz arpacık" ediyorsun, yarım nefes verip, atıyorsun. Nişanımı aldım, tak, tak, tak... Üçü de hedefte. Mermilerin duruşu üçgen şeklinde oldu mu astsubayın hoşuna gidiyor. Ben iki mermiyi aynı yerden geçirdim, bir mermi az aşağısında... Astsubay bağırmaya başladı, "kim attı lan" diye. Korktum tabii. Yerler çamur, beni yerde çiğniyor, küfrediyor bana. Başarılıyım. Benim ne zaman "gez göz arpacık" yaptığımı merak ediyor. "İkinciyle üçüncü mermiyi ne zaman 'gez göz arpacık' yaptın da attın," diye bağırıyor. Onun eğitimine göre haksızım... Çünkü gez göz arpacık nefes ayarlaması yapıp bir mermi, bir daha gez göz arpacık yapıp bir tane daha atacaksın. Ben tek 'göz gez arpacık'la üç mermiyi salladım. Astsubayın dayağı hayatta yediğim ilk dayak, ne hissedeceğim? Milletin içinde en iyi atışı ben yapmışım, mermi tam hedefte ve herif beni suçluyor. Daha sonra, dağdayız. Ben de izinden dönmüşüm, olmuşum hantal gibi... Gider gitmez göreve gittik, 30 km yol yürüyen adam, o gün gidemedim, sürünerek üs bölgesine çıktım. Albay, "denetleyeceğim," dedi. Silahım tabii bakımsızdı. Hemen atışa alınacağız. 100 metre koştuk, hemen yattık. Albay, "atış serbest," dedi. Silah ateşlemedi. "Komutanım, izindeydim, silahım bakımsız olduğu için bir daha atabilir miyim?" dedim. İki saniye müsaade etti. Yattım, nişan aldım, üç mermiyi salladım, üçü de hedefte. Albay "aferin," dedi. Koskoca albay "aferin," diyor, o astsubay, "gez göz arpacık demedin" diyor, dövüyor. Dağda bir terörist görünce bir mermi atacağım, sonra, "terörist bey, gez göz arpacık edeyim de, bir mermi daha atayım?" diyeceğim. Böyle mi olacak? Mantıksız bir olay...
Bir ay eğitimden sonra Siirt, Eruh'un Ormanardı köyüne gittik. Bir tepenin üstündeydik, Ormanardı'nın üs bölgesi oluyor, altta 500 haneli köy. Haritada Bağgöze diye geçer. Asteğmenler askerlerle şakalaşıyorlar, gülüşüyorlar, tuhafıma gidiyor. Doğu'da süper bir arkadaşlık var. Bölük komutanı, "burada komutanım demeyeceksiniz, selam bile vermeyeceksiniz," dedi. Köye her akşam terörist geliyordu. Şeker bir üsteğmen vardı, "köyün altına pusu atsak en az üç beş terörist öldürürüz," diyordu. Bizden de kayıp olacağı kesin. Üsteğmen, " her akşam köye terörist geldiğini biliyorum, köpekler havlıyor, köye inmeyin akşamları," diyordu. Üsteğmen bir yıl sonra batıya gidecek. "Şu son senemde şehit ettirmeyim," diyor. Şimdi üsteğmen, "akşam köye inmeyin," diyor ya, her akşam köye asker iniyor. Daha acemiyim, nöbetteyim. Üst devre, "aşağı iniyorum, beni ne gördün ne duydun," diyor. Aşağıda ne yapacağını biliyorum. Teskereye giderken bir tanesi bir kız aldı, evlendi. Kürt' tü o da, ama Adanalı'ydı. Orada kaldığımız beş ayda teröristler mevcudumuz fazla olduğu için saldıramıyor. İlk Ormanardı'na çıktığımızda timler dağa çıktılar ve çatışma oldu, ben katılmadım. Örneğin, senin koordinatına göre sana verdiğim yer şu evin orası. Sen aşağıdaki evde kaldın, oraya çıkmadın. Oradan gelen timler teröristlerin yuvasını buldular, envai çeşit erzakları vardı. Tabii onlar oradan bu tarafa doğru kaçınca bizim üsteğmen aşağıda kaldı, teröristler oradan kaçtı gitti. Ama üç terörist vuruldu gene de.
1991 oldu. Körfez krizinde bizi sınıra sürecektiler. Zaten sınırdaydık. Yanımızdan Dicle nehri akıyor, karşı taraf yabancı topraklar, Suriye'ye mi ne bağlıydı? Biz hiç etkilenmedik, jetler metler karşımızdaki dağları bombalıyordu. Köylüyle aramız çok süperdi. Erzak verirdik, onlardan alışveriş yapardık. Bizim sağlıkçılar hastalarına bakardı. Akşamları onlarla işimiz yoktu. Mesela kavrulmuş fındık geliyordu, yemezdik. Biz Trabzonlular bıkmışız fındıktan, çocuklara dağıtıyorduk. Siirt'ten 91'de, Şubat - Mart arası taşınıyoruz, yerimize gelen jandarmalara civarı gezdiriyoruz. Jandarma çocuklara vereceğim fındığı elimden aldı. "Ne ediyorsun sen," dedim. "Niye veriyorsun, bunlar terörist," diyor. "Git işine," dedim, "sana ne." Uşakları bir de iyi dövdü... Jandarmaya, "kardaş," dedim, "bizim çok iyi bir geçimimiz vardı, Allah sizin yardımcınız olsun."
Artık bir buçuk aydır Mardin'deydik, telsiz muhaberelerinde Ormanardı köyü basıldı, iki üç tane asteğmen, 10-15 tane şehit... Kim vurdu? Terörist vurdu. Niye vurdu? Jandarma hâkimiyeti eline aldı, köylüyü vurdu kırdı. Biz ayrılırken köylü öyle ağlıyordu ki adam anasından ayrıldığı zaman belki de o kadar ağlamazdı. Yani onlar da başlarına geleceği biliyor. Sancak kaptırdığı için bizim bölük parçalanıyor, sürüyorlar işte. Askerde gizli bir odada bayrak vardır, başına bir nöbetçi koyarlar. Bir asker bu bayrağı alıp bölük komutanına götürürse isterse bir günlük asker olsun teskereyi alır. Sancağı bekleyen de yakalayabilirse, onu öldürmek zorundadır. Sancak odur. Bizim Alay sancak kaptırdığı için Kıbrıs, Bozcaada, Siirt derken Mardin'e sürgün... Mardin'den, biz teskereyi aldık, oradan dağıldı. Mardin Kızıltepe bizim alayın yeriydi. Tabii Siirt üzerinden Mardin'in Ömerli ilçesine geldik, oradan dağa vurduk.
Halka acıyorum, bir nevi sokağa çıkma yasağı var. Gece bir yeri gezemezsin asker pat diye vurur seni, gebertir. Yani sosyal yaşantın yok, hiçbir şeyin yok. Hava kararınca yatıyor, gün açar kalkıyor. Ne televizyon, ne bir şey? Olağanüstü hal bölgesi gibi. Herifin 10 tane 15 tane uşağı var, zaten bakamıyor onlara. Herif teröriste yataklık yapıyor. İçimizde Kürtçe'yi iyi bilen askerler var. Muhtarın kapısına dayanılır, "biz geldik" diyerek terörist imajı veriyor. O senin asker olduğunu biliyor. Köylüyle teröristin arasında iyi bir diyalog var, şifresi var tabii. Sen, "ben teröristim" desen de adam asker olduğunu anlıyor. Asker Kürtçe, "dağdan geldim açım, yiyecek verin," diyor. Muhtar, "kapımıza gelmeyin, nereden alırsanız alın," diyor. Öyle bir köye gittim ki, Mardin'de, adını unuttum, Allahım, köyü tarihten silmişler. Üç dört genç kız var köyde. Karşıda bir tane güzel bir kız duruyor. Yanına yanaştık, kız şöyle bir yüzünü döndü. Ağzı, yüz kısmı içeri doğru batmış, şok oldum. Üç sene önce orada da korucular vardı, teröristler geliyor, tepeden aşağı mermi basıyor, korucu da alttan... Korucuda mermi tükeniyor, terörist elini kolunu sallaya sallaya giriyor köye, tek tek öldürüyor adamları. Bu kız da kümeste yakalanıyor, ağzının içine tam altı mermi sıkıyorlar, kız ölmüyor. Köy o gün tarihten siliniyor. Ölenlerin akrabaları da hep İzmir'de iş sahibi, onları da İzmir'deki adamlar basıyor. Devlet bu dışarıdakilere parayı basıyor, "gidip o köyde oturacaksınız," diyor. İnsanların belli bir işi var, artık kaç katını veriyorsa devlet, on hane köye dönüyor, devlet köyü tarihten sildirmiyor.
Akşamları pusuya gidiyoruz. Dağda kar ya da taş üstünde yatıyoruz. Bir taşın üstüne, "piyade süt çocuğu, komando süt çocuğu, jandarma orospu çocuğu," diye yazmışlar. Komandodan korkarlar ama cana yakın da bulurlar. Zamanında bunları katleden jandarmaydı, jandarmayı hiç sevmiyorlar, işleri güçleri jandarma öldürmek. Ben çatışmaya hiç girmedim. Uzun bir operasyona gittik. Bizim tim vurmadı ama üç teröristi getirdiler, ölü olarak ele geçtiler yani, 16-17 yaşında uşaklar....
Bizim üsteğmen batıya gidince yerine gelen üsteğmen her gece kalkıyor, haydi operasyona... Bir gün, " karşıdaki köyde toplantı var, civardan adamlar geliyor," diye bir duyum geldi. Köyü sardık. Sarınca elini kolunu sallayarak köye girersin. "Teslim ol" çağrısı da verildi. Hangi evde olduklarını biliyoruz. 15'ini de evde bulduk. Köy basılınca öteki ötekinin karısının yatağına girmiş. "Sen kimsin?" diyoruz, "misafirim," diyor. Akşam 11'de yakaladık, geniş alanımız var, bir tane de bayrak direği. Otuz otuz beş yaşlarındaki bu 15 adamı getirdik bayrak direğinin yanına, gözleri bağlı. Üsteğmen oturuyor sandalyede, onlar diz çökmüşler. "Ne yapıyordunuz?" İşte, "sığır alım satımı yapıyorduk." O yere çökertilmiş ya, kafasına bir tekme, adam arka üstü yığılıyor. "Kaldırın ayağa," diyor üsteğmen, tutup kaldırıyoruz. Adamın elleri kolları, gözleri bağlı. Her soruda bir tekme. Adam sen gebertsen de söylemez. Üsteğmen, "ayakların havada, ellerin yerde bayrak direğine tırmanacaksın," diyor. Tırmanır mı, tırmandığında küt kafayı yere vuruyor. Öteki üsteğmenimiz olsaydı o işi yapmazdı. Bunlarda terörist öldürüldüğü takdirde rütbe yükselir, bu üsteğmen de öyle biriydi... Sabaha kadar devam etti. Yani, jandarma dövse gücenmeyeceğim ama komando yapar mı? Üsteğmen, adamın "teröriste para topluyorduk" demesini istiyor. Üç gün üsteğmen köylüleri dövdü. Gözaltı falan yok, bırakıldılar, zaten orada, dağda yargı da biziz. Biz askerler sadece adamları tutup kaldırıyoruz. Bende zaten acıma hissi var, bir karınca dahil incitmedim askerde. Okulda yatıp kalkıyorduk, öğretmen de bizimle... Öğretmen Türkçe öğretecek ama köylü çocuklarını yollamıyor tabii. Çocuklarını zorla alıp getiriyorduk. Okulu kapattılar en sonunda. Biz hep köy aramalara gittik, şunu diyeyim, terörist gideceğimiz köyü her zaman biliyor. Diyeceğim terörist dağda askerin yaptığı her şeyi biliyor. Ama asker teröristi bilmez. Köy aramak üzücü. Canım istemiyor elin adamının düzenini bozmayı, ama mecbursun. Vur kır, al yatağı, at aşağı, arıyorsun tarıyorsun evde bir şey yok aslında. İlla ki bir sığınakları vardı. Halk komando askerini destekliyordu. PKK'yı da tabii. Bugün Doğu'da olayım ben bile desteklerim. Çünkü asker öyle bir şey yapıyor ki... Herif kalmış iki ateş arasında. Biz hiçbir kadına bir şey yapmadık ama nikâh kıydık. Adam karşı köyden kaçırmış kızı getirmiş bizim üs bölgesinin köyüne. Baktım millet kaçıyor, "herhalde teröristler saldırıyor," dedik. Anında öyle bir silah kuşandık ki üsteğmen bile şaşırdı. Köye hücum yaptık. Gidince anladık. İki taraftan sayılı adamları alıp kızla oğlanı getirdik üs bölgesine. Bizim asteğmen biraz hocaydı, bunlara bir nikâh kıydı.
Tabii acemi birliği daha kötüydü. Yani bugün beni alsalar aynı dönem o şartlar altında giderim. Mesela yanımda hiç arkadaşım ölmedi. Bizim dönemimizde en çok baskını jandarma yaptı, yani yüz şehit vermişse bunun 95'i hep jandarmaydı. En çok aklımda kalan... Bir gece pusuya gidiyoruz, üsteğmen toplamış bütün timleri köyün altına gitmiş, terörist imajı vermiş köylüye. O akşam en pis yerde nöbet tutuyorum, 5-7 nöbeti. Tabii üsteğmen bütün timleri köye çekti,11-01 nöbetine bir daha gittim. Telsizlerde, "köye terörist girdi, çatışma ha çıktı çıkacak" gibisine konuşmalar geliyor. Dolunay var, hava bir açıyor bir kapatıyor. Telsizden "teröristleri kaçırdık, üs bölgesine doğru geliyorlar," diye haber geçti. Nöbet iki saat, bir saat oldu bir tane nöbetçi subay gelmedi. Aslında terörist denenler bizim asker ama nöbettekilerin haberi yok. Bir de baktım tak tuk sesler geliyor, bir ter bastı beni. Mermi tüfeğin ağzında, kırma kolunu çekmene gerek yok, ses yapıyor. İşte mevzie yattım ses hâlâ geliyor. Kalbim öyle atıyor ki, sanki yerinden çıkacak... Geldi, geldi, geldi... Kafamdan aşağı duruyor da, onu görmüyorum. Üstten aşağı bana bakıyor, eşek. "Ula," dedim, "bunu burada vurayım mı?" Teröristler yollamış olabilir, peşinden kendisi gelir. Neyse atayım bir taş, kaçtı gitti. Yani o gece neredeyse ölüyordum. En korktuğum an Siirt'te oldu. Daha iki aylık askerim, üs bölgesine baskın yapacaklar dendi, timlerde nöbet bana kaldı. En pis yerdeyim, 4 nolu nöbet yeri. Aynı yerde daha önce asker nöbette uyumuş, adam gelmiş kafasını kesmiş. Gittim, 1-3 nöbeti gece göz gözü görmüyor, tek başınayım. Gene aynı; "teröristler kaçtı gidiyor," dediler. Nöbet bitene kadar kan ter içinde kaldım, herif ağzının içine kadar gelse göremiyorsun. Terörist dağda ölümüne atlayış yapıyor.
Beş yıldızlı otellerde kumarhaneleri kaldırdılar. Bugün Güneydoğu' ya, kırsal kesimlere zengin adama beş yıldızlı otel yaptıracaksın. Aynı Las Vegas gibi otele kumarhaneler koyacaksın. Zenginler uçak kaldırıp kumar oynamaya gitmez mi? Gider. Her otel yaptıran adama, "bir de fabrika kuracaksın," diyeceksin. Öyle kalkınır...
Döndüğümde çakı gibiydim. Timde 60'lık havan taşırdım, yüküm 30 kiloyu buluyordu. Hâlâ sırtımda onun ağrısı vardır. Doktor kireçlenme deyip duruyor. Bir iki ayda kendime zor geldim, gece rüya görmeler falan, bir etki kaldı. Aslında bende daha da çok kalırdı da, biz üç Trabzonlu arkadaş günlerimizi hep neşeyle geçirmeye çalıştık, hiçbir yer düşünmedik. Yoksa, adam aklını kaybetmiş olarak geliyor... Şimdi bende şu an bir etkisi yok gibi. Hal ve hareketlerim geldikten sonra değişti. Askerlik bir nevi adamı akıllandırıyor. Anadan babadan ilk defa ayrıldım. Ben geniş mezhepli biriyim fazla sinirlenmem. Yani bir şeye sinirlenirim, kızarım, bağırır çağırırım, az sonra yumuşarım. Ben giderken nişanlıydım. Acemi birliğinden telefon edip görüşüyorduk. Usta birliğinde telefonumuz yoktu muhtarın evinde vardı. Bizimkiler aradığında, muhtar, "yok öyle biri," derdi de, telefon açacağım desen bir şey demiyor. Öyle zaman oldu ki bizden üç ay haber almadılar. Siirt'te bir çatışma olduğu zaman illa ki izlerim, bakarım, gezdiğim kırsal kesimlerde, gittiğim yerlerde oldu olmadı mı? "Anadolu'dan Görünüm", "Mehmetçik" programlarını izlerim genellikle, asker orada konuşuyor kanımızı canımızı... Şimdi zenginin çocuğunu görmedim oralarda, hep fakir fukaranın çocuğunu yolluyorlar. Bizim dönemimizde çokları isyan etti, niye zengin adamın çocuğunu görmüyorum diye, hak veriyorum adama. (Temmuz 1998, Trabzon)
1970, Trabzon doğumlu. İlkokulu bitirdi. İki kız kardeşi var, ailecek fındıkla uğraşıyorlar. Acemi birliğini Isparta Dağ Komando Okulu'nda yaptı, "komando olarak değil, piyade olarak geçiyorduk," diyor. Ocak 1992'de Mardin'de askerliğini bitirdi.

VATANI KORUMAK GARİBANLARA DÜŞÜYOR, ZENGİN İŞİNİ BİLİR...
Bir gece tabur komutanı geldi karakola, bu arada köyden ateş geldi. Bana, "bin şu kariyere, git tara gel şu köyü," dedi. "Kendi köyümüzü nasıl tarayayım," dedim, "yazılı emir verecek misin bana?"
Tuzla'da ayrılırken, "PKK'lılar şu şirketlerin yollarını kesiyor, onlarla gitmeyin, başınıza iş gelir," diye uyarmışlardı. Bunu biraz geç hatırlayınca, yer ayırttığım şirketten değil, başka şirketten bilet alıyordum ki, ilk şirketin adamları bunu fark etti. "Yer ayırttın, neden bizden almıyorsun," diyerek daha askere gitmeden bizi güzelce dövdüler. Urfa'dan sonra, tembihlendiği için gündüz gözüyle Viranşehir'e vardık. Çok değişik bir ortam, bir hafta falan hudut oryantasyonu eğitimine tabi tutulduk. Hudut şemasında iz tarlası, tel örgüler, mayın tarlası gibi şeyler... Sabah ve akşam iz kontrolü alacaksın, geçişleri anında Genelkurmay Acil İşler Kademesine bildireceksin. Bir hafta sonra Ceylanpınar'a indik.
Tuzla'da kura çekene kadar normal takım eğitimi, yanaşık düzen eğitimi aldık. Üç defa atış yaptık. Kuradan sonra, Güneydoğu çekenler için yeni bir birlik oluşturuldu ve 15 gün iç güvenlik eğitimi aldık. Hudut çekince,15 gün de hudut eğitimi gördük. İç güvenlik eğitimi daha çok teorik. Elde silah, sırtta 25 kilo yük, helikopterle belirli bir yere taşıyorlar. Orada terörist var, önünüzden kaçıyor. Gece karanlık, terörist ateş ediyor, biz onu takip ediyoruz. Tuzla'da Güneydoğu benzeri bir köy yapmışlar, teröristler o köyde bir eve saklanıyorlar, orada kıstırılıyorlar. Neticede lav silahı, gerçek el bombası atılıyor, gerçek mermilerle taranıyor ve teröristler etkisiz hale getiriliyor. Araçla intikallerde araç ateş yiyordu, biz de araç giderken atlıyorduk. Bu 15 günde bayağısilahla haşır neşir olduk, hızlı bir şekilde öğrendik. Hırslandırıyorlardı. Askeri birliklerce çekilmiş video filmleri gösteriliyor. Şurada, burada çatışma oldu. Şu komutanın hatası oldu, bundan dolayı böyle zayiatlar verildi. En tepeye bir gözcü çıkaracaksın, sonra birliği oradan geçireceksin. Komutan orada gözcü çıkarmadığı için 15-16 askerimiz şehit olmuş gibi bilgiler de veriliyordu. Hatta bu PKK'ya karşı daha hırslanmamız için albaylar kurs veriyor. Kürt diye bir şeyin olmadığı, dağda karlık yerde gezerlerken çıkardıkları kart kurt seslerinden dolayı bu adamlar kendilerine Kürt demişler, aslında Kürt değiller, bunlar aslında bizim gibi Türk'tür, diye şeyler anlatılıyordu. Acıma hissini ortadan kaldıracak, bir sürü insanın tüylerini diken diken edecek şekilde devamlı propaganda var tabii. İnsan ister istemez etkileniyor. Ben askere gittiğimde 28 yaşındaydım, ben bile etkilendim, 20 yaşındaki çocukları siz düşünün.
Bölüğe geldik, silah falan vermediler, "kameriyede oturun," dediler, akşam oldu yemeğimizi yedik, tekrar kameriye, şaşkın şaşkın etrafımıza bakınıyoruz. Bölük merkezindeki iki kariyer hudutta devriye geziyordu. Akşam karanlık basmaya başladı bölük komutanı odasından çıktı, " hani sizin silahınız," diyor. Hemen koştuk, giyindik, hücum yeleklerimizi, silahlarımızı aldık. Ceylanpınar'daki korumakla görevli olduğumuz hududun uzunluğu 21 km. Yan yana gidiyor kariyerler, bölük komutanı anlatıyor: Şurası Suriye'nin bilmem ne köyü, bu tarafı Türkiye, şu köyde, istihbarata göre, bize bağlılar var, diğer köyde teröristler, o köye dikkat edin, Suriye'den şuradan ateş gelir. Karakola kadar böyle gittik. Dönerken ışık gördüm. Bölük komutanına, "burası Türkiye değil mi?" dedim. "Sen ne biçim adamsın, burası Suriye," dedi. Üç gün boyunca bu böyle devam etti. Sonra, ben Aksoy Karakolu'na gittim, Sivaslı arkadaş da Karadağ Karakolu'na... Bölük komutanı geliyor, anlatıyor: "Asteğmenim, nöbetçileri kontrol edeceksin, yaya devriye gezeceksin!" Karakolun uzunluğu dört km, pusularımız var, işte pusularda önceleri ikişer asker vardı. Sonra üçer askere çıkartıldı. Komutan, "askerleri uyutmamak için pusuları tek tek gezeceksin, gecede üç defa yürüyeceksin," diyor. Bir gün çıktım, çavuşu yanıma muhafız olarak aldım. Saat 12'de askerlere gece istihkakı dağıtılıyor. Saat 11'de çıktık, askerleri tanımak, onlarla kaynaşmak lazım. Birinci pusu, ikinci, üçüncü, dördüncü, yedi tane falan pusumuz vardı. Son pusuda, şoföre, ilk pusudan sona doğru erzakları dağıta, dağıta geri gelmesini söyledim. Tam araba çalıştı, karakoldan ışıklar yandı, birden ne olduğunu anlayamadım, dört km uzaktayız karakoldan. Her taraftan ateş geliyor, "bizim karakolu bastılar". O zamanlar karakol basmalar bayağı etkiliydi. Bir anda izli mermiler yıldız gibi kayıyor, yer yerinden oynuyor. Şoföre, "oğlum ışıksız mışıksız çabuk karakola," dedim. Hakikaten etraf zifiri karanlık, çatışmalarda bu havayı tercih ediyorlar. Bölük merkezine telsizle, "çatışma çıktı" diye bildirdik. Bölük merkeziyle aramız 17 km falan. 40 km yapsa 15-20 dakikada anca yetişilir. O zamana kadar her şey bitiyor. Karakola geldim, MG3'lerle falan attık tuttuk biraz, ateş kesildi.
Sese göre atıyorsun. Görünen bir şey yok, herkes atıyor. Karakoldaki çavuşa, ne olduğunu sordum. "Bir köpek vardı, havladı gitti, sonra ne olduysa oldu," dedi. Köpek hissetmiş, havlayınca da onlar ateş etmişler. Bölük komutanına, "şuraya bir pusu koyalım burası ölü bölge, geçiş yapılabilir," demiştim. Tam o pusunun üstüne gelmişler, eskiden oradan geçiş yapıyorlarmış. Oradaki üç askerin yanına vardım, mermiler bitmiş, tamamladım. "İki o yöne, iki bu yöne gitti," dediler. Bizde ölen yok, tellere giderken kan izleri, herhalde onlardan biri yaralandı. Bu arada bölük merkezinden kariyerler geldi. Önceleri, askerler acemi askerleri işletmek için çatışma da çıkarıyorlarmış. Eğlence işte. Eşek buluyorlar, ateş ediyorlar, sonra, "eşekmiş komutanım bilemedik, üstümüze bir şey geliyordu," diyorlar. Bölük komutanı gene öyle sandı, askerlere bağırdı... Hakikaten iki tane giden iki tane gelen iz var. İz tarlasının üzerinde bir parka, bir kalaşnikof şarjörü, bir kalaşnikof var. Bölük komutanı pek o kadar deneyimli olmadığından, izleri görünce, "iş ciddi, binin araçlara," dedi. Ortalık toz duman herkes kariyere doldu. Benle muhafız dışarıda kaldık. "Koş oğlum pusuya," dedim yanımdaki çocuğa, "satışa geldik." Astsubaylar devamlı baskı altına alıyorlar, biz asteğmenler de kendimizi ispat etmek zorunda kalıyoruz. Bile bile tehlikenin üstüne gidiyoruz. Mesela yüzbaşı, "15 terörist gelse yüzbaşı ne yapsın, teğmenim ne yapsın, kıçı kırık asteğmenim ne yapsın," derdi.
Kariyerler bölük merkezinde olduğu için çatışma çıkınca telefon ediyoruz. Gelmek dahi istemiyorlar gibi... Nasıl olduysa, kariyerin birini Aksoy Karakolu'na, ötekini de çatışmanın çıktığı Karadağ Karakolu'na verdiler. Aksoy'da bir buçuk ay, sonra üç dört ay Yeşiltepe'de kaldım. Tekrar Aksoy'a dönünce yedi ay daha kaldım.
Biz sabahleyin gün ağarırken yatıyorduk, öğlen 12-13 arası kalkıyorduk. Yemekten sonra, eğitim yazılı sistemde. Askerlikte nöbet süresi her ne kadar üç saatten fazla olmazsa da özel bölge diye uyulmuyordu. Arada kalan iki üç saatte eğitim yerine dünyayla bağlantıları olsun misali, çocuklar çürük çarık siyahbeyaz televizyona bakardı. Mektup, şiir yazar, ayakkabı boyar, yahut top oynarlar. Serbest bırakırdım genelde. Bölük komutanına, "yaptırmıyorum," derdim, "gel de sen yaptır". Amacımız, dört km'lik bölümden adamı geçirmemek. Onu sağlamak bize yeter. Komutan, "asker boş durdukça, şöyle olur böyle olur," diyor. Ben de, "hiçbir şey oldukları yok," diyorum.
Karakol komutanı olarak zaten cumartesi ve pazar çarşıya çıkar, haftalık alışverişi yapardık. Bölük komutanı, "şu bakkaldan almayın, PKK yanlısı diyorlar," derdi. Hududun elektriği karakolun arkasındaki köyden gelirdi, sık arızalanırdı. Arızalanınca da hudut simsiyah, göz gözü görmez, elektrik de düzenli değil, buzdolabı motoru yanar. Bir gün köye gidip, "ne oluyor bu elektriğe," diye sorduk. Bizim elektrikçi arızayı buldu, yaptı. Köyün muhtarını, "elektrik niye bozulup duruyor," diye biraz tehdit ettik. Onlar da anlatıyor: "Kaymakama elli defa söylüyoruz elektriğimiz bozuldu diye. TEK'te çalışanlar PKK'lı, bilinçli olarak gelip yapmıyorlar. Kaymakamda dipçik yoktur, sizde, askerde var. Siz yaptırırsınız." Hakikaten de öyleymiş. Onaramadığımız bir arıza çıktı, TEK hemen yaptı, bir daha da bozulmadı.
Yemek sorunu pek yoktu. Arapça bilen askerimiz Suriye köylülerini tehdit edip koyun alırdı, keser pişirir yerdik. Suriye tarafını koruyan asker yok. Tel örgüye kadar ekip biçiyorlar, karpuz tarlaları vardı. Askeri aracı çeker, karpuzları doldurturduk. Haftada bir koyun aldırırdım mesela, çaldırırdım. O yüzden askerler güzel beslenirlerdi.
İşte Yeşiltepe'den Aksoy'a döndüğümde yeni askerler geliyordu. Tüfeğin ne olduğunu, nasıl ateş edileceğini bilmiyorlar. İlk işim, "oğlum şu mermi, şu silah, şu da hedef, at bakayım," demek olurdu. Tabii, ne şarjörü tüfeğine takabilirdi, ne ateş edebilirdi. Acemide fazla atış yaptırmadıkları için tüfekten korkuyordu çocuk. Onlara canımızı emanet edeceğiz de, nasıl? O zamanlar askerler genelde yanaşık düzen eğitimi görüyorlar, selam veriyor, güzel yürüyor, ama bunun bir faydası yok ki... Asker gelince, "şuradan şuraya adam geçirmeyeceksin," diyorduk. Vatanın hepimizin olduğunu, hududu çiğnetmenin namusu çiğnetmek gibi bir şey olduğunu anlatırdık.
Bir defasında yine her yerden ateş geliyor, ben yine dışarıdayım. Kariyerle bir tur attık, ateş ettik. Çavuş, "Komutanım İsmail yok," dedi. "İsmail, İsmail," diye bağırdım, yok. Gece görüş gözlüğü taktım, zifiri karanlık, pusulara tek tek bakıyorum. Baktım, pusunun içinde bir karartı duruyor. "İsmail," dedim, kalktı, dikildi. "Ne yapıyorsun," diyorum, "tam siper yattım, komutanım," diyor. "İyi halt ettin," dedim. Çatışma bitiyor, çocuk hâlâ yatıyor orada. O kızgınlıkla bir güzel dövdüm onu, ne biçim askersin diye. Ertesi gün baktığımda, adamlar neredeyse onun silah atamadığı yerden karakola gireceklermiş. Nereden biliyoruz? Bir tane tabanca düşürmüşler, gitmişler. Süründükleri yerler belli. "50 asker var, hepsinin kanına girecektin," dedim.
Niye buradayım? Bir aylık bebeğimizin fotoğrafı vardı, sabah gözümü açıyorum onu görüyorum, akşam yatarken onu. Bu işi daha bir profesyonel yapmak lazım, halktan çocukların olmaması lazım. Özel Tim'in sonradan çıkıyordu kokusu. Çete mete oluyor, demek ki onlar savaşmaya değil çete kurmaya gitmişler. Esrar, eroin, silah ticareti yapıyorlar. Başları genelde devletle bağlantılı. Nereden giriyor bu terörist? Kuzey Irak'tan giriyor, nasıl? Sınırda hiç çatışma çıktığını duymuyoruz. Belki bilinçli geçiriliyor bunlar içeri.
Askerlerin içinde Kürt de vardı, sonra hepsini topladılar. "Adamlar ne biçim ateş etmişler, duvarları delip geçmiş," derdik. Kürt askerler gittikten sonra, asker, "Diyarbakırlı o çatışmada karakola ateş ediyordu, bir şey diyemedim," diyor. Kendi askerimiz karakolu tarıyor, ne derece aslı var bilmiyorum. Biz 6'dan 12'ye kadar uyurken iki asker nöbet tutuyorlar. Kürt çocuk, Kızıltepeliydi galiba, arkadaşını tehdit edip gidiyor, Suriye'ye geçiyor. Öteki, nöbet yerini bırakmadığı için haber veremiyor, telsiz de yok. Bundan sonra telsiz verilmeye başladı. Vurabilirdi, yapmamış, bırakmış...
Komutana vekalet eden Teğmene haber verdik, "sağlam bir adam al, geçelim Suriye'ye," dedi. İki asker ben aldım, üç asker de o. Geçtik, askeri aramaya başladık. Kendi kendimize böyle sınır ötesi harekât yapıyoruz. Tam bir macera, başımıza bir iş gelse, Suriye'nin askerleri bizi yakalasalar falan. Sonra o çocuk, nasıl yapıldıysa, Dışişleri Bakanlığı yoluyla, herhalde, istendi. Çocuk "teslim etmeyin beni," diye kendini yerden yere atıyor. O olaydan sonra, hudut boylarındaki Doğulu askerlerin daha iç kısımlara kaydırılması için emir çıktı. Şimdi düşününce tabii, Suriye'de asker aramak falan, çok maceraperestçe, şartlanıyorsun, hırsla ilgili bir şey. Asteğmenlerin ordudaki ezikliğiyle ilgili, o teğmen, sen teğmen, "hadi gidelim," diyor, altta kalmamak için sen de "hadi," diyorsun. Asteğmenler biraz mantığı temsil etseler, bazı şeyler değişebilir. Mesela bir gün bölük komutanı geldi. Genelde alkol falan alırdı geceleri, "hadi devriye gezelim kariyerle," dedi. Bindik kariyerlere, baktım kariyerlere el bombası, tüfek bombası almış, far tutup gidiyoruz. Farın görmediği yerlere çukurlara, "burada bir şey vardır," diyor, atıyor bombayı. "Komutanım, patlamazsa tehlikeli, dur atma," diyorum. Devam ediyor. Neticede bombanın biri patlamadı. Dönüşte hatırlatınca, "kim gelecek oraya," dedi. Sorumsuzluk, aslında ertesi gün gideceksin, bombayı imha edeceksin. On-on beş gün sonra, "el bombasıyla oynayan çocuklar, birisi öldü, birisinin kolu koptu," diye haber geldi. Muhtemelen o, hatta soruşturma açıldı mıydı açılmadı mı bilmiyorum. Tedbirli olunsa o iki çocuktan biri sakatlanıp, biri ölmezdi. Silah kullanmak, boş durmamak üzere şartlandırılıyoruz. Erler pek umursamıyor, savaşı kim ister zaten? Mecburiyet bu. Şunu söylüyorlardı: "Adam gelse, direk üstüne ateş etmem, havaya atarım." Bu asker, bölük komutanı, hepimiz için böyle. Çatışıp öldürüp de ne yapacağız?
Askerden döndüm, emir vermeye alışmışız. Sokakta bağırıyorum, adam niye bağırıyorsun gibisine şaşırıp kalıyor. Neredeyse kavga dövüş çıkacak. Yani çok sinirli oluyor insan. Mesela o karakol baskınından sonra bir hafta yataktan fırladım fırladım kalktım... Hatta burada da sürdü. Evdeyim, kestiriyorum. Bir ara gözümü açıyorum, karıma bağırmaya başlıyorum, "şapkan nerede, saçın niye öyle uzamış," diye. Karım önce şaka yapıyorum zannediyor. Boğazına sarıldım, neredeyse, "şapkan nerede" diye karımı döveceğim. İyice canavarlaşıyoruz yani. Kimseyi öldürmedik, ölen de olmadı. Bu bir şans tabii. Şimdi düşüncelerde biraz farklılık var, altı sene Diyarbakır'da kaldım, orada insanlar bana o kadar yabancı gelmiyordu. Öğrenci olarak severlerdi. Asker olunca daha bir kin duymaya başlıyor insan, mesela kendi köylerimizden ateş gelince. Biz burada niçin varız, bu hududu niçin koruyoruz? İşin ekonomiyle bir şeyi yok, bu olayın bitmesi zor, arkasında bilinçli bir Kürt milliyetçiliği var. Bugün belini kıracaksın, yarın yine toparlanacak. Devletin karşısında mutahap da yok. Şimdi PKK'yı sevmeyen bir sürü Kürt var. Onlarla bir anlaşmaya otursan, ne istiyorsunuz? Okuma yazma, TV, şu bu bunlar zaten verilebilir. Biri çıkıp da, "şunu istiyoruz, bunlar verildiği takdirde terörü, şunu bunu bitiririz," falan diyemiyor.
Ordu savaşı bitirmek istiyor mu? Bir gece tabur komutanı geldi karakola, bu arada köyden ateş geldi. Bana, "bin şu kariyere, git tara gel şu köyü," dedi. "Kendi köyümüzü nasıl tarayayım," dedim, "yazılı emir verecek misin?" "Tara," diyor, ama kendisi gitmiyor. Galeyana gelip tarasam... Yorumu size bağlı; istiyor mu, istemiyor mu?
Güneydoğu'ya gitmek istenir mi, ne işimiz var? Biz köylü çocuğuz. Köylü çocuğunun torpili morpili mi olur? Kimsesizleri gönderiyorlar, kayırma çok fazla. Vatanı korumak garibanlara düşüyor işte, zengin işini bilir. Toplum kendine değinceye kadar hiç ilgilenmiyor. Ölürsek şehit, kalırsak gazi hesabı, ya sakat kalırsam... (Mayıs 1998, Denizli)
1962, Denizli doğumlu. Diyarbakır Hukuk Fakültesini bitirdi, eşiyle orada tanışıp evlendiler. Avukatlık stajından hemen sonra askerliğe başvurdu. İki çocuğu var. 91 Nisanında Tuzla Piyade Okulunda askerliğe başladı, usta birliği Viranşehir'deydi. Temmuz 1992'de terhis oldu.

ANNEM, "MUŞ NERESİ?" DİYOR
Sekiz saatlik bir korku... Korku uykunu bastırıyor... Şuradan ateş etseler, beni vururlar mı acaba? Rahatlatmak için Aydın'ı, kumsalı düşünüyorum. Döneceğim, dönmeliyim!
Her ağızdan bir ses çıkıyor, öğütler veriliyor; ön plana çıkma, hiçbir şeye karışma gibi. Evden ilk kez uzaklaşıyorum. Tören falan yok, giderken şaşkınlıkla arkadaşım Levent'in elini bile öptüm. Dünyaya yeni gelmiş gibisin, "gel" diyorlar, gidiyorsun. Kalkmak için "kalk" denmesini bekliyorsun. Yemek boğazında düğümleniyor. Benim gibi, devre kaybı 40 kişi bütün taburun hizmetini yapıyoruz: Un taşı, erzak indir, depoda sayım yap, angarya yani. 40 gün kadar sonra dağıtım geldi. Üç gün silah eğitimi gördük. Normalde her gün bir konu, bizde günde beş konu, hatta teknik dahil. Nasıl nişan alınacağını masalarda gösterdiler. Hepsi bir saat; silahı ilk kez orada gördüm ve elime aldım. İkinci gün atışlara geçtik. Suskunluk... Herkes önce başkasının tetik çekmesini bekliyor. Yan taraftan bir kovan uçtuğunu görüyorsun, kulağın çınlıyor, hiçbir şey duymuyorsun. Ürküyorsun, elin tetiğe gidiyor. Üç tane atış yapıyorsun, G3 ile. İlk atışta başarılıolamadım. Ertesi gün yemin töreninde söylenenleri tekrarladık, artık yeminli askerdik. Toplam 11 mermi kullandım eğitimde. 40 kişiyi Bingöl, Muş, Bitlis ve Kahramanmaraş'a onar onar dağıttılar. "Muş" dedi, o bendim. Bingöl ve Bitlis en kötü, kötünün iyisi... Eve telefon açtım, annem, "Muş neresi?" diyor. Bayağı üzüldüler. Onları teselli etmek de sana düşüyor. Acemiden ayrılırken, çavuşlar, "sağ dönerseniz, arayın," diyorlar...
On günlük izin çok çabuk bitti, sekizinci günün sonunda yola çıkmak durumundasın. Herkes biraz daha tedirgindi, ben de... Yol boyunca, "beni öldürecekler mi" diye düşündüm. Asker olduğumuz da her halimizden belli.
Ankara'dan Doğu'ya ilk kez gidiyorum. Mola yerlerinde bile inmiyorsun. Muş'a indik. Jandarma Alay Komutanlığı'na teslim olduk; kimse ilgilenmiyor, isim bile alınmadı. Yatacak yer göstermelerini beklerken, biri "yeriniz yok" dedi. Yemekhanede masaların üstüne kıvrıldık. Yemeğe gidiyoruz, "istihkakınız yok, kalırsa vereceğiz" diyorlar. Alay içinde bir pideci vardı, parası olanlar yiyordu, olmayanlar yiyemiyordu. Bir hafta yataksız ve kavgalı yemeklerle geçti. "Komutanım, niye bekletiyorsunuz?" diyoruz. "Gelecekleri bekliyoruz," diyorlar. Bir hafta kadar sonra, bizi topladıklarında bayağı sevindik. "Nerenin askeri olursak olalım, artık gidelim" diyorduk. Komutanımız, "Hasköy'e gitmek isteyen gönüllüler el kaldırsın" diyor. El kalkmıyor. Malazgirt'e de gönüllü çıkmadı. Kırklarelili arkadaşım yazılınca , "ben de gideyim onunla," dedim. Acemilikten beri birbirimizi tanıyoruz. O akşam askeri elbiselerle sivil bir otobüsle bizi Malazgirt'e gönderdiler. Jandarma'nın yerini bilmiyoruz. Kimseye sormak da istemiyorsun. Bir çocuğa sorduk. Gösterdi. Yatağa kavuşmanın bir sevinci var. İki ranzayı birleştirmişler, dört kişi yan yana enine yatıyor. Silahsızlık da var, yaklaşık iki ay silah veremediler. Yemekhane, koğuş bakımı, çay ocağı, kalorifer dairesi işleriyle uğraşıyorduk. Ben yemekhaneye bakıyordum. Bu arada Muş'a geldiğim andan beri ailemle hiç haberleşemedim. Bir de, Muş'ta hesap açtırmıştım. Paramı çekemeden Malazgirt'e geldim. Malazgirt'te de sadece Ziraat Bankası var. Para orada kaldı. Sadece dışardan gelen telefonlara cevap verebiliyorsun, arayamıyorsun, dışarı da çıkartmıyorlar. Evdekiler tanıdık bir savcıyla bağlantı kurmuşlar. Savcı çağırtınca korktum, "niye evdekileri aramıyorsun?" dedi. Bir miktar para verdi. Savcı beyin yarattığı izlenimle bir tür karizma sağladık bölükte.
"Askere gitmeyeceğim," diyordum. Bu işin meslek haline getirenlerce yapılmasının çok daha doğru olacağını düşünüyordum. "Sağa dön, sola dön"le bir şeyler öğrenileceğini zannetmiyorum. Askerden önce olaylarla ilgileniyordum, arkadaşlarla sürekli tartışıyorduk. Askerin de, karşıdakinin de boş yere öldüğünü söylüyor, "böyle mücadele olamaz" diyordum. Haberlerde, köyün ya da köyden birinin teröriste ya da PKK'ya yataklık ettiğini duyuyorsun, "neden acaba" diye soruyorsun. Nasıl kandırıldığını, tehdit unsuru olup olmadığını düşünüyorsun. İnsanlar çok soğuktu. Askere iyi davranmıyorlardı, elinden gelse yapacağını yapacak tarzda insanlardı. Sonra, bunun bir sebebi olduğunu gördüm, halka iyi davranılmıyor. Mesela, koyunu başka sürüye karışan muhtar, şikâyette bulununca, bizim bodrumdaki hücre gibi yere kapatılıyor. Dövüldüğünü falan görüyorsun. Bir koyun yüzünden müthiş derecede aşağılanıyor. "Suçlu mu, değil mi" tartışması yapılmıyor.
İki ay sonra otuz tane G1 geldi. Sadece dördü çalıştı. Kiminin ateş ederken namlusu fırladı, kimi tutukluk yaptı. 20-25 kişi silah bekliyor, silahları hangimize verecekler? Birini usta bir askere verdiler. Adam yatış şeklini alamadığı için, bölük komutanından müthiş bir dayak yedi. Yeni yüzbaşı olan komutan, dayaktan sonra atışlar bitene kadar, "şu alanı koşarak turlayacaksın," dedi. Komutan, "gel, atış yap," dedi. O dayağı gördükten sonra, müthiş bir şekilde yattım, çok başarılı. "Tamam," dedi, "tüfek senin." İçtimalarda namlular bir hizada tutuluyor. Tüfeklerin hepsi aynı, benimkinin boyu uzun. Hepsi G3, benimki G1. Başçavuş, "oğlum indirsene tüfeğini aşağıya," diyor, "G1 uzun, daha ne kadar indireyim" diyorum. İlk G1'i aldığım gün, akşam saat 12 gibi, "karakolun kapısında dur" dediler. İlk nöbetim. Gece karanlık, yanda hastane, karşıda okul... Bölüğün çoban köpekleri çok havlıyorlar. Tedirgin oluyorsun ve saat sabah sekize kadar nöbetteyim. Normalde iki saatte bir değiştiriyorlar, "nöbetçi yok" diye beni bıraktılar. Çapraz tutuşta bekliyorum, kollarım yoruldu. Sekiz saatlik bir korku yaşadım. Nöbetçi çavuşa, sürekli, "beni ne zaman değiştireceksin" diye soruyorum. Aylardan Ekim, Kasım gibi, gündüz ılık, gece soğuk. Korku uykunu bastırdığı için uyuklamak mümkün değil... "Şuradan ateş etseler, beni vururlar mı acaba" diyorsun. Her yerden saldırı bekliyorsun. Rahatlatmak için Aydın'ı, denizi, kumsalı, aradaki uçurumu düşünüyorum, rahatlıyorum. "Döneceğim, dönmeliyim" diyorsun. Bir tür telkin... G1'i dört ay kadar kullandım. Sonra terhislerin silahlarından birer tane verdiler. Usta askerler çatışmaları gerile gerile anlatıyor. Sen tedirgin oluyorsun. "Yıldız kaydı" diyorsun, usta asker, "yıldız değil, izli mermi, taciz yapıyorlar" diyor. Taciz atışı ne? Kimse anlatmıyor.
Bu arada, yeni gelenleri köylere dağıttılar. Yeni gelmiş Antepli bir çocuğu bir köye gönderdiler. Uzaktan taciz atışı yapılmış. Komutanları, ilk atışta çöktürmüş. Sonra, bir daha ateş etmişler, yine çökmüşler. Üçüncü kalkışlarında tek mermiyle Gaziantepli çocuğu öldürüyorlar. Minyon tipli sevimli bir çocuktu. Üzüntü ve öfke. PKK'ya karşı, o insanlara karşı gaddarca şeyler düşünüyorsun. Hatta köylüye, ora halkına bile cephe almaya başlıyorsun. Herkes, "bulursak öldüreceğini, öldürürken şiddeti yaşatacağını" söylüyor. Onu Gaziantep'e götürdük. Komutanlarımız geldi. Evin tek çocuğu, annesi var, babası yok. Cenaze ilk mektubundan önce gitti. Aile için bir yıkım oldu, sanki bizlere suçlar gibi bakıyorlardı. Dağ köylerinde çatışmalar oluyordu. İki aşiret birbirine giriyor, sabah gideceğimizi söylüyoruz. Akşam hiçbir yere gidilmez. Komutanlar, "birbirlerini yesinler" diyordu. Gidiyorduk, tek bir mermi bile yok. Çatışıyorlar, ölü varsa kaldırıyorlardı. Kadınlar şarjörlere mermi basıyor, boş kovanları topluyor.
Cezaevi nöbeti var, bölükten bir buçuk kilometre uzakta. Müthiş bir sis... Üç kule var, yanda cezaevinin tel örgüsü, üst tarafta da bir tepe... Biz, altı kişi cezaevinin üç noktasında ikişer ikişer duruyoruz. Elektrikler kesildi. Kesildiği anda silah sesleri duyulmaya başlandı. Her yandan mermi geliyor... Yeni nöbetçiler geliyor; biz altı, onlar altı kişi. Nöbet yerlerimizden çıktık, cezaevinin önünde bir araya geldik. Tam ortada, 12 kişiyiz. Kimse yerine geçmeden çatışma başladı. Kimi yere yattı kimi kuleye girdi. Biz üç kişi birinci kuleye girdik. İki kişinin yerde olduğunu gördük, vurulmuşlardı. Yaralı yerde sürünüyor, açıktalar, ulaşamıyorsun. Her yerden mermi geliyor, biz daha tek mermi bile atamadık. Görmüyorsun, sadece tepeden uzun namlulu Biksiyi ayırdediyorsun. Karşıdaki bahçeli evlerden av tüfekleriyle ateş ediyorlar. Evlerin bahçelerine girmişler av tüfekleriyle, saçmalar dağılıyor... Bölüğe bağlı bir telefonumuz var, arıyoruz, duymuyorlar. Ama silah seslerini duyuyorlar. Neyse telefonu açtılar, arkadaşlarım ağlayarak durum bildiriyor: "Çabuk yardım gönderin, her taraftan ateş ediyorlar." İki kişi de cezaevi kapısına dayandı. Gardiyan, "açamam" diyor. Tüzük gereği asker içeri giremez. Bu arada badim kaşından saçma yedi, yaralandı. Diğer arkadaşlar da yaralandı, o ikisi yerde kaldı, hiç kalkamadı. Yaklaşık bir saat kadar çatışma oldu. Yardım gelmedi. "Hazırlığımızı yapıyoruz geleceğiz" dediler. Koştursalar gelirler... "Niye gelmiyorlar" diye sürekli telefon ediyorsun, bağırıyor çağırıyorsun, ölenleri söylüyorsun. Arkadaşının yanına gidememek, çok acı bir olay. Korkuyorsun, panik içindesin. Nereden ateş edildiğini görmüyorsun. Sağa sola ateş etmeye başlıyorsun. Elektrikler geldi, ateş kesildi, yardım da geldi. İki taraflı, yaya ve ciple yola çıkmışlar. Pusuya denk gelmişler, baştan sona taranmışlar, yaralanan yok. Karşı taraftan kimseyi bulamadık, nereye gittiler, ne yaptılar bilinmiyor. Aynı gece, helikopterle alay komutanı geldi, halbuki gece çıkmazlardı, bölük komutanına bağırdı çağırdı, küfretti. "Niye benim askerimi öldürtüyorsun, niye gelmedin buraya zamanında?" diyor. Komutan da gerekçeleri sundu. Alay Komutanı o gün Malazgirt'te kaldı, bölük komutanının evinde kalması davetini kabul etmedi. Kıdemli albay askerlerle birlikte koğuşta kaldı. Ölen iki arkadaş memleketlerine gönderildi. Biri Yozgatlı, biri Edirneli. Yaralı arkadaşı Diyarbakır'a hastaneye gönderdiler. İki ay sonra döndü, saçmayı alamadılar, yaşamını o saçmayla devam ettiriyor. Bu yaşadığım ilk çatışma, çatışma değil daha çok pusuya düşürülme gibi. Nöbet değişiminde herkesin aynı anda çıkmaması gerektiği sonradan öğretildi. Her eğitim bir hatadan sonra başlıyor. Artık, nöbet değişimleri filmlerdeki gibiydi. İki arkadaş birlikte koşuyorsun, biri korumaya alıyor, öteki takla atıyor, çok artistik... Bu 15 gün falan böyle sürdü, sonra tekrar eskisi gibi... Sonradan, "bu hataları artık eleştirmeliyiz" diyorsun. Hiç kimsenin umurunda değil. Hele hele bunları eski askerlerin yapmaması gerekiyor. Ölenlerden biri teskereye yakın bir askerdi. Önümüzde bayağı bir askerlik olduğu için, biz aynı devreden olanlar, daha dikkatli olmamız gerektiğini, hatalardan çok büyük dersler almamız gerektiğini tartışıyorduk. Aramızda, "ölürsek şehit olacağız, vatanımız için yaparız seve seve" gibi şeyler yoktu. Bunu hiç kimse söylemiyordu, basın sorsa söyler. Sorulsa söylersin, yani söylemek zorunda olduğunu görürsün.
Gideceğimiz yer hakkında bilgi vermiyorlar. Evlere baskın yapıyorsun, arıyorsun. Ne arıyorsun, silah mı, belge mi? Yasadışı bir şey aradığımız kesin de, ne aradığımızı bilmiyoruz. Ya bütün köy ya da ihbar üzerine birkaç ev aranıyor. Hatta hiç unutmam, bana biraz acıklı gelmişti, arife günü bütün köy aranacak. İnsanlar temizliğini yapmış, bayrama hazırlanmış. Evlerine giriyorsun, ayakkabı çıkarmak gibi bir derdin yok. En mahrem yerlerine kadar evin yatakları, yorganları, çekmeleri, ne varsa aranıyor. Kadın orada Kürtçe bir şeyler söylüyor, kendince haklı olarak yakınıyor, dövünüyor. Aramızda Kürtçe bilenler vardı, ne dediklerini soruyorduk. "Küfür ediyor" diyorlardı. Ben de, "haklı" diyordum. Kimi dikkatli arıyor, kimi alıp atıyor. Asker psikolojisinden de kaynaklanan bir şey var. İnsanların dengesi altüst, ölen arkadaşlar da var. Askerler tarumar ediyor ortalığı. Ben o kadar aramaya katıldım, av tüfekleri hariç önemli hiçbir şey ele geçirmedik.
1992 yılbaşına uzak bir pusuda girdik. Malazgirt'in batısında ve doğusunda bekliyorsun. Belli bir saat batıda kalıyorsun. Tekrar arabayla doğuya gidiyorsun. Arabadan inip dağılıyorsun. Yol emniyeti sağlıyor, geçiş kontrolü filan yapıyorsun. Üçe dörde doğru döndük. Uyumayan, görevde olmayan askerlerin hepsi televizyon izliyorlardı. Kimlik kontrolü ve şüphelenilen arabada komple arama yapıyorduk. Bana en saçma gelen de buydu. Bazı komutanların elinde liste var, başçavuşumuz isimleri ezberlemişti. Adama bakınca, "şunun akrabası mısın, şunu tanıyor musun" falan diyordu. Bakıyorsun, ismini, nereli olduğunu öğreniyorsun, teşekkür ediyorsun. Şüphe verici bir hareket olacak mı diye ters bir bakış atıyorsun. Bu bakışı zamanla öğreniyorsun, sonra kendi kendine, "ne saçma kimliğe baksam ne olur bakmasam ne olur" diyorsun. Zaten kimi aradığımı bilmiyorum. Otobüsü durduruyor, herkesin kimliğini alıyorsun. Köy minibüslerini durduruyorsun, insan öbeği, koyun bile var. "Jandarma abi, bizi indirme, çok zor bindik" diyorlar. "Herkes insin" diyorsun, erkeklerin kimliklerini topluyor, komutana veriyorsun. Kadınları aramıyoruz, onların da aranmasını düşünüyorsun. Ama nasıl aranacağını bilmiyorsun. Adamları bindiriyorsun. Ne kadar küfür ediyorlarsa arkandan, gönderiyorsun. Yabancı biri olunca komutan özel ilgileniyor. Yabancı hemen fark ediliyor.
Nevruzda üç gün hiç uyumadık, uyutmadılar daha doğrusu. Bize kalsa uyurduk. Halkın bayramını engellemek gibi bir derdim yok sonuçta. Askere sadece olayların çıkacağı anlatılıyor. Yolları kestik, barikatlar kurduk. Amaç oradaki halkları birleştirmemek, dağıtmak. Tatlıca köyünden gelenlere potansiyel suçlu olarak bakılıyor, olayları çok fazla. Grup başlarının oradan çıkacağı söyleniyor. Kalabalığı görüyorsun, üzerine doğru geliyorlar. Kürtçe sloganlar atıyorlar. Dur ihtarı. Olay çıkmasından yana olmayan bölük komutanı, "kesinlikle kışkırtıcı hareketlerde bulunulmayacak, kesinlikle ateş edilmeyecek, halktan tepki gelmedikçe her şey kontrol altında olacak" diye bizi uyarmıştı. Grup geldi, karşı karşıya kaldık. Çapraz duruşta bekliyoruz, bayağı heyecan var; acaba üzerimize gelecekler mi? İnsan selinin içerisindeyiz, en çok korktuğum silahlar konuşacak mı? İnsan, gelirlerse en fazla tüfekle vurmayı düşünüyor. Kadınlı erkekli ateşli taraftarlar! Üzerimize kadar geldiler, uyarı üzerine durdular. İçlerinden biri, "buradan geçeceğim" dedi. Komutan, "geçsin" dedi. Bu arada askerin biri, "niye geçiyorsun" diyor. O da, "geçeceğim, evim orda" muhabbeti yapıyor. Asker vurmaya başladı. Komutanlar araya girdi, bizimkini çektiler, adama da, "geç" dediler. Sabahın köründen akşama yoğun bir tempo... Uykusuz, yorgun, gergin bir nevruz geçti.
Muş, o sene eylem değil de, geçiş yeriydi. Bu arada, PKK'dan itirafçı olup devlet adına çalışmaya başlayanlardan övgüyle bahsedilmeye başlandı. Bölük komutanının kameriye denen özel odasında servis yapıyor, gelenleri takip ediyordum. Yeşil kod adlı, kod adını biliyoruz, uzun boylu sakallı iriyarı biri özel bir arabayla geldi. Yanında oldukça güzel bir bayan vardı. Yeşil olduğunu biliyoruz da, bu kadar ünlü olduğunu bilmiyoruz. Bir saat kadar oturdular, servis yaptım. Muş Alay'da kaç kişiyi nasıl öldürdüğünü anlattılar. Adamdan övgüyle söz ediliyor. O arada teröristlerin yakaladıkları askerleri işkenceyle nasıl öldürdüklerini biliyoruz. Daha sonra, askerleri öldüren beş kişi yakalanarak Muş Alay'da sorguya çekiliyor. Sorgudan sonra Yeşil'in onları şehir dışına götürüp ağızlarına el bombası koyarak, uzaktan ateş ederek öldürdüğü, cesetleri toplayarak getirdikleri anlatılıyor. Bazı çatışmalara onun da geldiği söyleniyor. Çok hareketli bir insan olduğu, hatta efsane gibi, parende atarken şarjör değiştirdiği, mermilerin üstüne doğru gittiği, kendisine bir şey olmadığı sürekli anlatılıyor. Adama gizliden bir sempati de duyuluyor.
Katerin dağlarına gidiyoruz. Duyum bayağı güvenilir olmalı ki, yüzün üzerinde asker var... Dağdaki çatışmaya ilk gidişim. Sonradan, bölge sorumluları olduğunu öğreniyoruz. İki dağ arasında bir kol var, üç kişinin kayalıklar içerisinde olduğu sonradan fark ediliyor. Özel Harekât timleri, komandolar gelmiş. İlk atışı biz başlattık. Kayanın arasındalar, sadece üç kişiler. Yarım saatte her askerin üzerindeki yüz mermi, beş şarjör bitmişti. Helikopterle alay komutanı geldi. O anda, ele geçireceğimiz insanlar çok önemli, diye düşünüyorsun. Hedefi görmüyorum, sadece ateş emri geldiği için öylesine ateş ediyorum. Öldürmek istiyorsun, başımdan geçenler, arkadaşlarının ölmesi seni etkiliyor. O etkiyle, orada olmanın sorumluluğunu düşünüyorsun. Niye buradayım? Onları sorumlu tutuyorsun, ateş ediyorsun. Bir müddet sonra onların ateşi kesiliyor. Ağır silahlar ve en son uçaksavar getirildi. Hâkim bir tepeye konmasıgerekiyor. Alay komutanı, "iki gönüllü asker bir de kullanacak astsubay bekliyorum" dedi. Gönüllüler çıktı. Silahı tepeye kuruyorlar. Gayet net bir şekilde görüyor karşı tarafı, onlar da... Silahın kurma kolu çekiliyor, ilk mermi atılıyor, sonra tutukluk yapıyor. Astsubay, kolu çekmek için doğruluyor, gövde kısmı görülüyor. Astsubayı nokta ateşi ile öldürüyorlar. Bizden bir daha o tepeye çıkan olmadı. Astsubayın öldüğü haberi birden yayıldı. Bütün gece oradaydık. Bütün gece ateş ettik. Yaralananlar helikopterle Diyarbakır'a götürüldüler, çatışma sürüyor. Her an öleceğini de düşünüyorsun, ölen insanları da görüyorsun. Müthiş nişancı olduklarını biliyorsun, çok iyi eğitildiklerini görüyorsun. "Niye biz eğitimsiziz" diyorsun, eğer burada Özel Harekât varsa özel harekât yapsın. Biz niye geldik buraya? Kalabalık olmanın avantajı yok, dezavantajı var. Geceyle birlikte müthiş bir rüzgâr, müthiş bir soğuk. Herkes birbirine sığınıyor, üşüyorsun. Ateş kesildi. Bir iki saatlik bir boşluk... Sabah oldu, yiyecek yok, hiçbir şeyimiz yok, çatışmadasın, kiminin sigarası bitmiş. Günün ilk ışıklarıyla Alay Komutanlığı'nın bütün imkânlarıyla roketatarlar, bombalar yine patladı, kayalar paramparça oluyor. Nasıl oluyor da hâlâ yaşıyorlar? Arada bir boşluk oluyor, tek atış geliyor, tak diye bir mermi sekiyor. Son bombalamadan sonra, atışlar kesildi. "Bu sefer, parçalarını toplayacağız" diyorum. Hepsini öldürememişiz, bir düş kırıklığı... Komutanlar özellikle Özel Harekât bayağı sinirli. Tek ceset tarandı. Savcı geldikten sonra hazırlanan raporda, "asker hızını alamayarak, hırsından dolayı yakından taramış" diye geçti. Nasıl geçip gittiler? Arkadaşlarla, "gitmemize gerek var mıydı" diye konuşuyorduk. Özel Harekât bunu halledebilirdi. İki eğitimli grup karşı karşıya kalacaktı. Biz eğitimsizler çatışmalardan tesadüf eseri kurtuluyorduk. Aynı ay içerisinde bir çatışma daha çıktı. Bir terörist muhtarın evinde saklanıyordu. Bu sefer iki tim gittik, bir elli kişi vardı yine de komutanlarla... Evi sardık, uyarı yapıldı. Çıkan olmadı, eve girmenin imkânı yok. Uyarı sonrası eve ateş edilmeye başlandı. Kapı, roketten düştü. Evde terörist olduğunu muhtar kabul etti. Adam yine fırsatını buluyor tek mermi atıyor. Başçavuş uzman çavuş, emekliliği gelmiş ama ayrılmamış, el bombası attı içeri, pimini çekmemiş, patlamadı. Birkaç dakika sonra el bombası geri yollandı. Geri gelen bomba tesadüfen boş alana düştü. Göbeğimize düşse en azından yirmi kişiyi götürecek. Topçu tugayından bir saat sonra getirilen top evin köşesini aldı gitti. Adam teslim oldu. Birkaç yerinden yaralanmıştı. Adamı, hemen Muş'a alaya götürdüler. Onunla hiç konuşamadık... Bir tanesi köy karakoluna taciz ateşinde bulunmuş, kaçarken de topuklarından vurulmuş, yanımızdaki hastaneye getirmişlerdi. Herkes yanına gidiyordu. Ben de gittim, "geçmiş olsun," dedim. "Ne yaptın," dedim, "çobanım," dedi. "Nasıl çobansın, kalaşnikoflu," dedim. "Geçmiş olsun" dedim diye arkadaşlardan tepki aldım. "Vuruldu, ama insan sonuçta," dedim.
Malazgirt'e iki saatlik uzaklıkta bir dağ köyündeki tepelere karakol yapılacak. Çadırları kurduk. 12 mevzi kazdık. Akşama kadar çalıştık, toprakları çuvallara doldurduk, çadırların etrafını çuvallarla kapattık. Bayağı bir yorgunluk var. Aynı gece pusuya çıkardılar. Sonradan, bizi ayakta tutmak, uykuya yenilmememiz için böyle yaptıklarını öğreniyoruz. O kadar uyarıya rağmen, o kadar yorgunuz ki, gene uyuyoruz. Önümüze set gibi taşlar falan koyduk. Yanımda daha önce çatışmada saçma yiyen badim var diye ben resmen uyuyorum. Tim komutan yardımcısı geliyor, "kalk, niye uyuyorsun" diyor. "Niye uyumayayım" diyorsun. Sabah fark ettik ki, net bir hedef durumundaymışız, ay ışığı da var. Her şey olabilirdi, tabii bunun hesabı sorulmadı. Subay ilk gün geldi, geri döndü. Tim komutanı astsubay...
Mayıs, Haziran, aşırı sıcak, sabah serinliğinde uyudun uyudun... Dağdayken hiç çatışma olmadı, dört ay kaldık. Mutfak çadırı vardı, aşçı göndermediler. Herkes bildiği kadar yemeğe katkıda bulunuyor. Ben bile mercimek çorbası yapıyordum, kızartmalar falan. Eteklerdeki 30-35 haneli köyün bakkalından alışveriş yapıyorduk. Erzurum'daki postaneye gidip telefonlaşıyorduk. Tim komutanımız da genç olmasına rağmen namazında niyazında biriydi. Birkaç askere tokat atmıştı. Ertesi gün özür dileyen bir adamdı. 32 askeriz, komutanlarla 34-35'i buluyoruz, sürekli, "çatışma çıksa ne yaparız" diye düşünüyoruz. Bölük komutanı çatışma çıkarsa kesinlikle yardım beklenmemesini söylemişti. Dağıtılan 120 mermi ile sabahı edeceksin, iyi eğitimli asker iki şarjörle de idare edebilir ama biz bir saatte silah tutukluk etmezse hepsini boşaltırdık. Taciz atışları oluyor, "yeni silahları mı deniyorlar acaba" diyorsun. Gündüzleri rahatız. Top oynuyoruz, kalemizi kurduk, köylülerle bir iki maç yaptık. Yaralandım, kafa topuyla çakarken iki arkadaş başımız çarptı birbirine, ikimizin de kaşı aynı yerde açıldı. Bir ara tim komutanı, botlar boyanmış mı, tırnak kontrolü için içtimaya çıkarmaya çalışıyordu. Artık rahat konuşuyoruz komutanımızla. Görevden gelmiştik sabah saat 10 falan, komutan çavuşa, "askerlerini çağır, içtima olacak" dedi. Çavuş, "çağıramam, görevden geldiler, uyuyorlar. Bu saatte içtima olur mu?" dedi. Çavuşa iki tokat vurdu. Biz de, "dağın başında içtimanın anlamı yok" dedik. Komutan, "yapacağımı bilirim" diyerek çıktı, bir şey yapamadı tabii. Bir gün Alay Komutanı geldi. Çadırdayız. "Herkes giyinsin dışarı çıksın" demeye kalmadı, helikopter indi. Alay komutanı bizim çadırın içinde, kimi pantolon giymek üzere. "Bilerek haber vermedim, sizi rahatsız eder, mıntıka temizliği bile yaptırırlardı," dedi. Baklava falan getirmiş, şikâyetlerimizi sordu. Çıt çıkmıyor. "Komutanım, çadır çok sıcak oluyor" dedim. Suya çözüm bulunabileceğini söyledi. En önemlisi, "istemiyorsanız, şüphe duyuyorsanız gitmeyin, istemediğiniz göreve sizi yollayamazlar," dedi. Askerin biri silahla oynarken arkadaşını ayağından vurmuş, bandajlamışlar, araba bulup götürmüşler. Komutan geldi, "arkadaşınızın kanı yerde kalmamalı," dedi, "bu kan sizi boğar" dedi. Komutan tabancasını çıkardı, çocuğa dayadı, "öldürürüm seni" gibisinden tehditlerde bulundu, kabzasıyla vurdu. Bayağı kötü bir şekilde dövdükten sonra ellerine kelepçe vurdurdu, çocuğu arabanın arkasına attırdı. Çocuk bütün gece orada kaldı.
Askerlerle astsubaylar uzman çavuşlar arasında ilişki senli benliydi. Subaylarla ancak bir şey sorulunca konuşabiliyorsun. Subay,"askerimi dövdürtmem, ben döverim" diyor. Ağustos'un 20'si falan, tam göreve çıkarken telsizden adımı okudular, yarın teskere diye. Özetle 13 ayla bitirdim. Sürpriz bir şekilde teskereyi aldım, inanamadım. Geri gideceğim diye hâlâ korkuyordum.
Ankara'ya kadar eskort geliyor. Diyarbakır yolunda iki otobüs yakıldı, aynı tarihte. Tedirgindik, yollara bakarken, "şu ağaçlıklardan roket atsalar vururlar mı" diyorsun. Ankara'da Aydın arabasına bindim, hiç uyumadım. O sıcakta kazaklayım. Annem kapıyı açınca, beni seyyar satıcı sanmış. Eskiden Aydın'da sıkılıyordum, ama dönünce, "toprağını öpeceğim" diyordum. Umarım bir daha yolum düşmez o tarafa. Böyle dememek gerek ama diyorsun. Oradaki yaşamla buradakine bakınca iki ayrı ülke olduğunu bile düşünebiliyorsun. Askerlik öncesi daha deli doluydum. O insanlara haksızlık yapıldığını görmeye başladım. Askerlikten sonra çok daha net görebiliyorsun. O dehşet anlarını yaşadıktan sonra, o insanların hangi şartlarla yaşadığını görünce farklı şeyler yapılması gerektiğine inandım. Çatışmaların dışında, köklü bir şeyler yapılması gerektiğini düşündüm. Eskiden haksızlıklardan konuşurken bu kadar ateşli değildim. Arkadaşlarım da, "niye bu kadar agrasifleştin" diyorlar. "Benim tepki göstermem sizin tepki göstermemenizden daha iyidir" diyorum. İnsanların bulundukları yerden konuşması beni rahatsız ediyor. İnsanlar orada saat altıdan sonra dışarı çıkamıyorlar, gece hayatları yok. Savaşta, önce kendinle savaşıyorsun, niye orada olduğunu, niye ateş ettiğini düşünüyorsun. Sonra karşındaki insanın savaşını yaşamaya başlıyorsun. Sonra bulunduğun ortamın savaşını... En zoru içindeki savaşı yaşamak. (Nisan 1998, Aydın)
1970, Erzurum doğumlu, 1991 Ağustos - 1992 Eylül arasında Zonguldak Devrek acemi birliği, sonra Muş... Memur çocuğu, bebeklikten beri Aydın'da. Üç kız üç oğlan altı kardeşin iki numarası, onun küçüğü Kıbrıs'da askerde. Askerde, en çok Deep Purple'dan "Soldier Forth" dinlemek istediyse de Ahmet Kaya'nın "Şafak Türküsü"yle yetindi. Kursa gitti, kamarot olmaya çalışacak. Çok okuyor, Yaşar Kemal'i, Nazım Hikmet'i ve Orhan Veli'yi seviyor.

İKİ TANE PATLATTIM. O DA ANLAMADI NİYE DAYAK YEDİĞİNİ...
Bu kadar yoksulluk, yoksunluk yaşayan insan, birileri gelip bir şeyler anlatırsa dağa çıkabilir, yani bir umut görürse... Çünkü orada da zaten aynı eziyeti çekiyor, yarını yok. Katılması kolay oluyor...
Elazığ Arıcak ilçe Komando Birliğinde tim komutanı olmak gibi bir piyango çıktı bize. Evin tek erkek çocuğuyum, en küçüğüm. Ailem için çok kötü oldu. Bizim evde, "kötü bir haber alır mıyız" diye üç saat boyunca bütün kanallardaki haberler izleniyordu. Avantaj telefondu. Ben hayata esprili bakan biriyim. Mesela askerlik uzatıldığında terhisi gelenler bayağı kötü oldular. Bize bağlı terhis olacak askerleri ilçeden alıp birliğimize götürmeye gittim. Düşünebiliyor musunuz sivil elbiseler giyilmiş, komutanlarla dizi fotoğraflar çekiliyor, vedalaşılıyor. Bir emir geliyor, dört ay daha askerlik yapılacak. Çocuklar yıkıldı. Birliğe döndüm. Yüzbaşı, "geçmiş olsun" dedi. "Niçin komutanım," dedim. "Askerliğin uzatıldı" dedi. "Erlere uzatıldı" dedim. İnanmıyorum. Komutan emri getirtince, bakakaldık. Hemen adapte oldum, espriye vurdum. Beş ay daha yapacağız, buraları zaten özleyecektik... Oranın tadını çıkarmaya baktım. Korku, endişe yaşamadım. Etkisini terhis olup geldikten sonra dört beş ay burada yaşadım. Oradaki yaşam pusu ya da operasyon nedeniyle gece ayakta, gündüz uykuda. Buraya gelince de gündüz yatıyordum, akşam üstü kalkıyordum. Kahveye gidiyordum, gece bir buçuk ikiye doğru eve dönüyordum. Evde, gene, sabaha kadar bekliyordum. Sabah dörde beşe doğru uyurdum. Gecenin dördünde dışarıda bir köpek çöp kutusunu deviriyor, yataktan fırlıyordum. Ramazan topuna isyan etmiştim. Ramazan olduğu bilinci de yok kafamda... Top patlıyor, kendimi yere atıyorum. İnsanları görünce, kendine "sakin ol, burası Denizli, bu roket değil, ramazan topu" diyorum. Bu üç dört ay devam etti. Bir asteğmen arkadaşla altı yedi ay sonra karşılaştık, muhabbet orası tabii. "Sese karşı bir refleks gösteriyorum" dedim. O daha kötüydü, kâbuslar görüyordu. Aslında pek çatışmaya falan da girmemişti.
Benim için, yağmurun altında şarap, yağan karın içinde konyak içmek zevktir. Şimdi dikkat ediyorum artık. Askerlik değil de, öğrencilik beni olgunlaştırdı. Ben 16 yaşında üniversiteye gittim, 14 yaşında da ailemden ayrı çalışmaya başlamıştım. İnşaatlarda o ezikliği sindirdim. Üniversitede bayağı zorlanmıştım. Erler için farklı; çocuk köyünden hiç ayrılmamış, babasının parasını yemiş, gezmiş tozmuş, yahut çalışmış, çiftçilik yapmış. Askere geliyor. "Komutanım" demesini, selam durmasını öğreniyor, mantığının almadığı emirleri yerine getiriyor, eli mahkûm. Bu durgunlaştırıyor, içimizdeki isyankârlığın yerini sinme alıyor. Asıl olarak, askerlik engel gibi görülür. İş kuramazsın, evlenemezsin... Askerlik hedefleri erteletiyor.
Bizim 16-17 kişilik timin komutanı asteğmen, astsubay da yardımcısı. Astsubay bunu çekemez, genelde ikilik doğar. Biz yaşamadık, komandoda öyle emir komuta zinciri de yoktu, arkadaş gibi oluyorsunuz. Bir de, terör bölgesindesin. Çatışmalara birlikte giriyorsun, yemeği paylaşıyorsun, komutan-asker ilişkisinden ziyade büyük bir aile gibi.
Benim sorunum astsubaylıktan teğmenliğe geçen bölük komutanıylaydı. Bölük komutanı ne derse yapılacak. Şu tepe tutulacak, alayın emri... "Şuradan tutalım" deme şansınız yok. Mesela çatışma çıkar, komutanın bütün bölüğü derleyip toparlaması, ya da emir vermesi gerekir. Onda pek bu vasıflar yoktu. Öte yandan, üç günlük operasyona yüzbaşı gelmeyebilirdi, ama ciddi durumlarda yüzbaşımız gelirdi. Onunla hiç sorunumuz yoktu. Asteğmenlerin başında bir bölük komutanı var, ki arazide dağılınca, yalnızsın, sorumluluğunda 16 kişi var. Onun yükünü çekiyorsun, hissediyorsun. Bizim Elazığ'ın pek terörle şeyi yok. Yalnız, Arıcak'dan bakınca karşı tepe Bingöl Genç'e ait, arada nehir ilçenin sınırı. Bizim ilçe geçiş yolu olduğu için bizim oralarda terörist faaliyet bayağı vardı. İlk zamanlar vücudun çok ham, sonra o direnci kazanıyorsun. Mesela askerlikte hiç hastalanmadım. Yeri geldi yağmurda kaldık, rüzgâr yedik, terli, terli, karların içinde geceledik. Şimdi hafif bir üşütmede yatağa düşüyorum... Orada vücut alışıyor, otomatikleşiyor. Beşte kalkılacaksa kalkıyorum.
Acemide, fiziki olarak da, bilgi olarak da bayağı kaliteli bir eğitim veriliyor: Haritacılık, arazi yürüyüşü, taktikler, PKK ile ilgili bilgiler... Hakkari, Şırnak gibi doğu bölgelerinde görev yapan teoriyle pratiği birbirine bağdaştırabilen komutanlar eğitim veriyor. Komutanlar psikolojiyi de biliyor. Eğridir'den çok memnun kaldım. Tatbikatlar, gece yürüyüşleri adaptasyonu kolaylaştırıyor. Dezavantajımız, piyade eğitimi alıp jandarma olarak görev yapmaktı. Oranın tim şekli farklı, jandarmanınki farklı, silahlar farklı... Bende silaha merak vardı. Ava gidiyordum. Silahı severim, ama taşımam, tehlikeli bulurum. G3 kullanıyorduk, bir ara zevk olsun diye kalaşnikof taşıdım. Kalaşnikof hafif ama G3 daha güzel, tesiri de fazla... En sevdiğim silahtır G3. Aslında sevmediğim silah yok. Hepsinin zevki ayrı, silah silahtır, vurunca hepsi öldürüyor, hepsi yaralıyor. Nişan alma şansı zamana, şarta bağlı. Karşınızdaysa nişan alarak ateş edebiliyorsunuz, ya da saklandığı yere ateş ediyorsunuz. Arazide siz arayansınız, onlar tepede veya başka yerde sizin geldiğinizi görür. Şehitler genelde ilk atışa maruz kaldığınız anda verilir, sonrasında ölmek çok zor. Yani ilk ateşte şehit oldunsa oldun. Mesela, operasyona çıktınız, dağın tepesinde terörist sizi bekliyor. Çok dikkatlisiniz ama neticede yürüyerek gidiyorsunuz, sizi görüyor, ilk ateşi açıyor. Açık hedef oluyorsunuz. İlk ateşte, sığınacak bir kaya bulduktan sonra, üstünlük bize geçiyor. Takviye alabiliyorsunuz, helikopter çağırabiliyorsunuz. Havanlarınız, silah ve kişi üstünlüğünüz var. Ondan sonra da kaçacak yer ararlar, kaçmazlarsa yok olurlar, genelde de kaçarlar. Katıldığım ilk çatışmada ölümü çok yanı başımda hissettim. Bir köy minibüsü mayına basıyor, dört kişi öldü. Biz korucularla birlikte peşlerine düştük, ayak izlerini takip ede ede bir boğaza geldik. Riskli bir bölge, kalabalıktık. O boğazın emniyetini sağlamak için tam çıkıyordum, aşağıdaki gruba ateş açılınca biz açıkta kaldık. Yine de bir tepeyi aldık. Kendimizi sağlama aldıktan sonra tepede bilinçsizce açık hedef şeklinde ayakta dolaşıyordum. Askerlerim beni ikaz etti. Uzaktan gelen kurşun sesini biliyorum da yakından daha bir değişik geliyor. Acaba değişik bir silah mı? Askerler çok yakından gelen bir merminin sesi olduğunu söylediler. Bir an ölüm geliyor aklınıza, yani karşıdaki herif namluyu çok hafif oynatsa sana gelecek. Kendini daha sağlam bir yere atıyorsun veya cevap veriyorsun. Tamamen teröristle mücadele psikolojisi, ölümü düşünecek vaktiniz yok. Daha sonra, gece yatakta bugün neler yaşandı diye düşünüyorsun. Sonra da, "ne kadar basitmiş" diyorsun. Garip bir duygu. O gün ölebilirdim. Sonradan da dalga geçme konusu oluyor.
"Nasıl yaşadın, oralar nasıl" diye bana soruyorlar. "Çok güzel" diyorum, "iyi ki yaşamışız" diyorum. "Özgürlük ve maceranın tadını yaşıyorsun" diyorum. Biraz espriyle, vurulmamak şartıyla gayet güzel yani. Sorumluluğu tadıyorsun. Bu çok ağır, hayat söz konusu, 16 asker size bağlı, anne babalarıyla konuşuyorsun, "oğlumuza iyi bakın" diyorlar. Siz bir hata yapsanız onlara bir şey olacak. Onun için, önde kendim giderdim; bir şey olacaksa... Onlara göre daha eğitimli, daha bilinçliyim. Asker de onu bekler, korktuğunuzu hissederlerse, "kendi yerine bizi gönderiyor" diye düşünürse, sizle bağını kopartır. Bizim dönem şehit olmadı, oldu da bizim bölük vermedi. Kimseyi öldürdüm mü? Benim dönemimde değişik bölge ve zamanlarda ikisi sağ, 10-11 terörist ele geçti. Sağ yakalananı üst makamlara intikal ettiriyoruz. Bu arada bire bir görüşüyorsunuz. Askeri olarak, tabii, onların sorgulanması lazım. "Nereden geldi", "nasıl yapıyorsunuz" gibi. Niye katıldıklarını merak ediyordum. Biri, lise mezunuymuş, "özgürlük için, halk için katıldım," dedi. "Aradığını bulabildin mi" dedim. "Bulamadım, beklediğim gibi özgür olamadım," dedi. "Hıyar, daha nasıl özgür olacaksın, istediğin köye giriyorsun, istediğin yiyecek içecek dağlarda," dedim. Tabii çoğu yakalanınca, "kaçırıldım, tehdit edildim" der. Yalanlarla kendini acındırmaya çalışır. Ora insanının kültürü farklı, daha bir cahillik, bilinçsizlik var. Birini, mesela pilot olmak için götürmüşler, öbürüne kaymakam vekilliği teklif edilmiş. Çoğu da işsizlikten katılıyor, yahut zorla götürülüyorlar. Nasıl insanlar bunlar? Ailesini bırakıyor, dağlarda dolaşıyor, aç susuz kalıyor, hasta oluyor. Onu oraya getiren ne? Üniversite formasyonuyla, "bir dava uğruna" diyorsun, öte yandan ayrılmak isteyenleri bırakmadıklarını görüyorsun. Bıkmışlar, bir şey olmayacağını biliyorlar. Teslim olmaları da ölümle engelleniyor. Teslim olanlar anlatıyorlar bunları. Bence siyasetle, politikayla aç insanlar uğraşır, bir insanın karnı toksa, parası pulu varsa, haklarla uğraşmaz. Polisten niye cop yesin, niye işkence görsün? İnsan dağa çıkabilir, yani, bu kadar yoksulluk, yoksunluk yaşayan insan, birileri gelip bir şeyler anlatırsa dağa çıkabilir, bir umut görürse... Orada da zaten aynı eziyeti çekiyor, yarını yok, katılması kolay oluyor.
Ben hatırlıyorum, mesela ilk terör başladığında şehitler verildiğinde Güneydoğu'da askerlik yapmanın havası başkaydı. İlk terhis olanlara bir merak vardı. Ama şimdi çoğaldı. Mesela benim köyümde şu an 30 genç askere gitti, 15'i mutlaka Doğu, yani yarı yarıya... Benim ailem oğlu Doğu'da olan ailenin ne yaşadığını biliyor, onlar için üzülür belki, ama kanıksandı. İsyan da var bu konuda: Zengin çocukları niye Doğu'da askerlik yapmıyorlar? Torpil bulunuyor, çürük raporu alınıyor. Yoksullar savaşıyor. Farz edelim ki zengin çocuğu gitti Hakkari'ye, en azından merkezde kalması sağlanıyor, komando timi yerine santrale alınıyor. Askerler bunun farkında ama konuşacak zaman yok. Siz, ancak kendinizle uğraşıyorsunuz. Benim asker dövme huyum yoktur. Bir tanesi torpilliymiş nöbete gitmiyor, ki benim askerim de değil, jandarmanın askeri. Astsubaya "torpilliyim, nöbet tutmayacağım" diye direniyor. Sorunca, bir havayla dişinin ağrıdığını söyledi. Şimdi, bir komutan varken siz bir askere fırça atamazsınız. Ama benim hafızamda şey yaptı o asker. Bir gün, yine nöbete gitmemiş, nöbetçi kolluğunu tutmuş, yemekhanede ağzında sigara oturuyor, çayını içiyor. Gittim, iki tane patlattım. Niye dayak yediğini anlamadı. "Nöbetçi çavuşsun, burada sigaranın içilmediğini bilmiyor musun," dedim. Konuşuyorum: "Buradakilere içirtmeyeceğine kendin içiyorsun, arkadaşların dağlarda, sen nöbetçi çavuş olarak mevzileri dolaşmak, askerlere bakmakla yükümlü değil misin?" Bunlar bahane, asıl öbür yüzden. Mesela, benden önce askerden para toplanmış bir çanak anten alınmış, iki kanal TRT 1 ve Show TV. Beş gün imanınız gevremiş, perişan bir halde operasyondan geliyoruz. Televizyonda vur patlasın çal oynasın insanlar eğleniyor. Ben bunlar için buradayım, şunların haline bak! İnsanları duyarsızlıkla suçluyorsun, böyle bir psikoloji. Biz devlet için şunu yaptık bunu yaptık, devlet bizim için ne yaptı? Bir ayrıcalığınız yok, toplum da bunu vermiyor, askerliğini orada yapmışsın, belki bir iyilik bekliyorsun, ama o da yok. İş bulma konusunda da bir avantaj yok.
Oradaki halka karşı önyargı mutlaka var, tanıdıkça insan olarak görüyorsun. Oysa önce potansiyel bir suçlu olarak bakabiliyorsun. Halkla kahvelerde sohbetlerimiz oluyordu. Tabii komutandan komutana fark oluyor. Bizim yüzbaşımız gayet bilinçli, iyi bir insandı. Halkla sürtüşmeye girmedik. Bizim önümüzde üç dört köy ve kasaba korucu oldular, yanımızda yer aldılar, sorun olmadı. Sorun olması gerekirken bile olmadı. "Terörist geliyor mu?" diyorsun. "Vallah gelmedi komutan," diyor. Psikolojik yanaşıyorum, "sana gelmemişse amca, ben de köy çocuğuyum, küçük yerde duyulur, komşuna gelir," diyorum. "Vallah geldiyse bile gözüm değmemiştir," diyor. Bir çatışma sonrası, doküman buluyorsunuz, "bu köye gidildi propaganda yapıldı" notlarını okuyorsunuz. Gözü değmeyen muhtara bir ay önce terörist gelmiş, şu malzemeleri vermiş. Tabii siz söylemiyorsunuz, ne yapacaksınız muhtarı öldürecek misiniz? O da mecbur. İsterseniz baskı da yaparsınız, ama biz öyle şey yaşamadık.
Bu olay neden çıktı? Ben demokrat biriyim. Üniversitede örgütün kurulduğunu duyduk. Siyasetle ilgiliyim, özellikle yakın tarih çok ilgimi çekiyor, bunlara tanınması gereken haklar tanınmıyor. Bu demokratik hakları kabulleniyorum. Ama, PKK olayına bakışım... Şiddeti tasvip etmedim... Yurttan bir arkadaş, "katılacağım" dedi, gitti... Bir yıl sonra Cumhuriyet gazetesinde şiirlerle ismini gördük, öldüğünü öğrendik. (Mayıs1998, Denizli)
1969, Denizli doğumlu, avukat... Askerliğini 1992 Mayıs - 1993 Eylül günlerinde yaptı; Eğridir'de piyade eğitimi aldı, jandarma komando asteğmen oldu, usta birliği Elazığ Arıcak'daydı.

ÖFKEMİ DE KONTROL ETMEK ZORUNDAYIM!
Pusuda korkuyu yenmek için saçma sapan şeyler yapıyorsun, şarkılar söylüyorsun... Playboy, Penthouse gibi dergiler alırdık, hava kararmadan önce okurduk. Bir dergiyi on sefer okuduğumu biliyorum. Hiçbir şey düşünmek istemiyordum, uyumak hiç istemiyordum. Uyurken ölüyorsun.
Askere illa ki gitmeliydik. İstediğim yer Şırnak'tı, gittim. Orta halli bir yerde yetiştim. Okul, okuduklarım, filmler etkilerdi beni. Milliyetçilik olayı vardı: "Vatanımızı seviyoruz, Türk evladıyız." Oysa kışladan girince her şey bir anda değişiyor. Anlatılan askerlikle alakası yok. İnsanların yaklaşımları, hal ve tavırları sarstı beni. Psikolojikman çöküntüye uğruyorsun. Adımını attın mı geriye dönemezsin. Senden üç ay önce gelmiş asker sana bağırabiliyor, vurabiliyor. Bir kişi istese 400 kişiyi dövebilirdi, kimse bir şey yapamıyordu. Söylemesi ayıp; tecavüz kaçınılmazsa, zevk almasını bileceksin. Bunu yaptık. Üç aylık eğitimde iyice alıştık. "Artık," dedik, "askerlik başladı."
Beytüşşebab'dayız. İlk gittiğimizde üç dört metre kar var, dağın başı. Acemiden farklı. Kimse kimseyi umursamıyor. Tam bir çöküntü. Birkaç gün sonra nöbet başladı. Gerçeği kabullenirsen üstesinden gelirsin, kabullenemezsen dönünce eser kalır. Çok arkadaşımız hâlâ tedavi görüyor. Orada kendini tamamen ordu malı göreceksin. Kendini çaresiz hissetmek ölüm demek. Adam bunalıyor, kendini vuruyor. Bir arkadaşın babası gelinini taciz ediyor. Gelin de kocasına, yani arkadaşa mektup yazıyor; "baban, böyle böyle, babamın evine dönüyorum," diyor. Çocuk bunalıma girdi, kendini çekti vurdu.
Ben çok soğukkanlı bir insanım, biraz da gaddarım. Başıma bir olay gelince dövünmem, çaresine bakarım. Operasyon öncesi çoğu mektuplar yazar, cebine koyardı. Ölürse bir ton mektup cebinde... "Bu mektubu aldığınızda ölüyüm" gibi. Böyle sendromlara kapılanlar yüzünden de birçok hatalar yapılırdı. İlk çatışmada şok oldum. Haziran, uyuyordum, devrem kolumu çekiyor, "kalk," diyor, "çatışma var". Elim ayağım titriyor, korkuyorum. Daha önce silah sesi duyduk ama bu gerçek... Kaçmak olmaz, öleceğimiz varsa ölürüz. Önce silah sesine alışmaya çalıştım. Dinliyorum, bir yandan da gözetliyorum. Bir şey olmadı. Asıl silahımı ateşlediğim çatışma çok büyüktü. Pusudaydık. Sesler gelmeye başladı. Sonra bizim uçaksavar mevziinden ateş ediliyor. Ondan sonra kıyamet koptu, silah sesleri... Delirecek gibi oldum, aşağı yukarı beş dakika hiç ateş edemedim. Kafamı kaldırmaya çalışıyorum, korkuyorum, kafamı eğiyorum. Beni buraya kim gönderdi? İsyan! Ben kimim? Seyrettiğim filmler, evim, her şey aklıma geliyor. Çaresi yok; bir tane ateşledim. Bir tane, bir tane daha, sonra kafamı kaldırdım. Kafamı kaldırdıktan sonra arkası geldi. Korkuyorum, karşımdaki de insan, o benden daha çok korkuyor. Elimde silah var, onun elinde de. Korkmayan yok ki. Can bu, saniyelik olay, bir mermi aldın mı, gittin. Çatışma iki saat sürdü, aşağı yukarı 160 mermi attım. Kimseyi vurduğumu görmedim. Çatışmadan sonra sabaha kadar olduğumuz yerde bekledik. Yaralanan arkadaşlar oldu, şehit yoktu. Birbirimize, "şöyle yaptık böyle yaptık" diye anlatıyorduk. İlk zamanlar olduğu için, o çatışmayı bayağı konuştuk. Sonraki çatışmalarda kimsede konuşacak hal kalmadı. Normal bir günmüş gibi vurup kafayı yatıyorduk. Daha sonra çığ olayı oldu, yedi asker şehit oldu. Bölük bölük dağdan aşağı iniliyordu, operasyon büyüktü. Karşı tepenin arkasından helikopter kalktı, bir roket atıldı. Ondan sonra çığ düştü zaten. 93'ün sonu muydu 94 müydü?
Zamanla, arkadaşlarla aradaki sıcaklık kaybolmaya başlıyor. Bir soğukluk, bir mesafe oluyor. Soğukluk derken yani kimse bir şey anlatmak istemiyor. Kimse, içindeki korkuyu canlandırmak istemiyor. Yoksa kadından kızdan mevzu açılınca gayet güzel konuşuyorduk. Akşam pusuda korku basıyordu. Korku da mide ağrısı yapıyor. Çekilmez bir ağrı hem de. Bu ağrı askerden sonra bende bir sene devam etti. Hava kararınca midem ağrımaya başlardı. Pusuda korkuyu yenmek için saçma sapan şeyler yapıyorsun, şarkılar söylüyorsun. Playboy, Penthouse gibi dergiler alırdık, hava kararmadan okurduk. Bir dergiyi on sefer okuduğumu biliyorum. Hiçbir şey düşünmek istemiyordum, uyumak hiç istemiyordum. Uyurken ölüyorsun. Adam getiriyor çömezi, "sen bekle, biz yatalım" diyor. Çömez de kulağında volkman şarkı dinliyor. Geleni duyamıyor tabii. Önce onun kafasını kesmişler. Sabah oldu, kimse inmiyor. Gittik baktık, dört şehidimiz var. Boğazları kesilmiş. Onların yerinde olmadığım için sevindim. Önce onu düşünürsün, normal değil de, o zaman normal geliyor. "Şehit verdik" diye bize tepki gösterdiler. Suçluluk duygusu yaşatılmak isteniyordu ama hiç kafama takmıyordum. Arkadaşın yanında düşünce insana bir hırs geliyor. O an önüne gelse, insanmış hayvanmış, bir saniye düşünemezsin, işini bitirirsin. Bir iki saat böyle düşünüyorsun, sonra normale dönmek zorundasın, dönemezsen çok beter... Bir arkadaşım öldü. Tek el ateş ona isabet etti. Sigara içerken battaniyeyi kafamıza çekerdik. Uzanırken mevziin altında kalmış, sigarasını çekerken ağzından giriyor mermi. Çok keskin nişancıları var. Günlerce mevzie giremedim, mevzii değiştirdim. Badimdi, yediğin içtiğin ayrı gitmeyen bir insan varsa, odur. O beni çok etkilemişti. "Pusuya çıkmak istemiyorum" diyerek üç gün izin istemiştim. Aşağıda taburda kalınca, kendimi sanki evimde hissediyordum. Üç gün daha istedim. Komutan, sağ olsun, verdi.
Korku bazen can kurtarır, bazen de can alır... Ölmekten korkuyordum ama, yapacağımdan da geri kalmıyordum. Savaş derken bir tek silahla olmuyor, kendinle savaşıyorsun, bazen arkadaşınla... Kendini yenebilmelisin ki her şeye hazırlıklı olabilesin. Yalnız kalmayacaksın, yalnız kalınca, varsa sevgilini düşünmeye başlıyorsun, sevgilinin başına bir olay geldiyse, izni koyuyorsun kafana. İzni kafaya koydun mu bir daha çıkartamıyorsun. Rahatlayayım derken, daha kötü bunalıma giriyorsun. İzin istiyorsun, veriyor, vermiyor. Bir de düşünüyorsun izni kullanınca 45 yerine 25 gün erken gitmiş olacaksın. O da bunalıma sokuyor. Bu sefer, "komutanım vazgeçtim" diyorsun. Ertesi gün, gene izin istiyorsun. Kısır döngü... Bir çırpıda bitirmek için izin düşünmedim. Kafa iznine geldim. Biraz davranış bozukluğu başlamıştı, psikiyatriye sevk ettiler. Üst olsun, alt olsun, mesela, dövüyordum. Kafam bozulunca hiç dinlemiyordum. Sinirlenince, tabak, çanak, masa, sandalye, darmadağın bırakıp çıkıyordum. Baktılar, baş edemiyorlar, yolladılar. "20 günü evinde geçirebilir" istirahatı aldım. "Psikosomatik" dediler; iki gün üç gün kafamı dinleyince kendime geliyordum. Kafa izninde, İstanbul'a geldiğimde çok kötüydüm. Otobüsten indim, yolu bulamıyorum. Herkes bana tuhaf tuhaf bakıyor. Bana mı öyle geliyor? Taksiye bindim. Baktım, beni aynadan kesiyor. "Niye bakıyorsun" dedim. Az kalsın taksiciyle papaz oluyorduk, karakolun önüne çekti. Kendimden utandım. Neyse, beni eve bıraktı. Asker olduğumu söylemedim, kimseye söylemiyordum ki... Emniyetim açısından. Evde, anlat dediklerinde, ne anlatayım? "Sormayın, bir şey anlatamam," dedim. "Beni kendi halime bırakın" dedim. Arkadaşlarla gezdik tozduk, akla gelen ne çılgınlık varsa yaptım. Gene de ne olup bitti diye televizyon izliyordum. Yine oraya gideceğim ya, kendimi alıkoyamıyordum. İzin iyi geldi.
Bölük komutanı beni çok seviyordu. Asıl beni çileden çıkaran bir teğmendi. Bana taktı kafayı, soru sorunca şaşırayım, korkayım isterdi. Sonra hepten çileden çıkartmaya başladı. Ben de bölük komutanına şikâyet ettim. "Böyle yaparsa askerliğimi yakacağım," dedim. Kendisine de söyledim. Sonra bölük komutanı, "üst astıyla uğraşamayacak" diye tebliğ çıkarttı. Teğmen bir gün, "seni mahkemeye veririm" deyince, "ver" dedim. Tabur komutanı Binbaşı beni çağırdı, üç dört tane çaktı bana, teğmene de bağırdı. Sonra teğmen şikâyetini geri aldı. Rütbeli olarak çoğu yetiştirilmemiş, yani kendi başına karar verme yeteneği yok. Orada kararı verecek sensin, birçok insanın hayatını riske sokacak da hayat kurtaracak da sensin. Bu kararı veremiyorlar, bazıları veriyor. Çoğu ölümle bunu anlayabiliyor. Köy jandarması değil, savaşa gönderiyorsun. Savaş demek de biraz ağır geliyor. Niçin savaştıklarını bilmiyorlar. Yakalananlarla konuşuyorduk. Çoğu uyuşturucu kullanıyor, orada halkın çoğu böyledir. Adam ufacık bir alan bulur, kenevir, çetene eker. Kullanmıyor, satıyorlar, PKK alıyor, işliyor. Askerlerde de vardı uyuşturucu kullanan, en çok esrar... Sivilden alışıp geliyor. Askerde alışma yok. İçki de içiyorduk. Rütbeli bulamazdı, biz bulurduk.
İrili ufaklı yirmi kadar çatışmaya katıldım. En uzun Beytüşşebab'da tabur basılınca. "800 kişi gelecekler 400 kişiyi gözden çıkarmışlar, bayrak dikecekler" diye duyum geldi. Bayrak dikmek için kimseyi sağ bırakmaması lazım. Tabur o gece basıldı. Herkes gergin. Taburdaki G3 çalışırsa, bil ki felaket... Taburda havan, top, ağır silah çalışır. G3'ler yarım saat sonra çalışmaya başladı. Çok akıllı bir tim komutanı vardı, gerçek bir asker; kıdemli üsteğmendi. Bizi o kurtardı; ondan önce Allah kurtardı. Üsteğmen girebilecekleri tek yerden ateş ettirmedi. En kritik bölgemiz orasıydı, dere yatağından olduğu gibi bütün taburu sarabilirlerdi. Bir buçuk-iki gün falan sürdü. Hiç uyumadık, taburda mermi kalmadı, beş-altı şehit verdik. Her yer kan içinde, adamın üstüne havan düşmüş, bacak parçası yerde. Duyuma göre 20-25 de karşı taraf zayiat vermiş. Bizde yaralı çoktu. O zamanın parasıyla, tabur komutanı açıkladı, 94 başları, 15 milyarlık mühimmat gitmiş o gece. O kadar kötüydü ki, mermim kalmadı. Bir de korku yaşadım, attığım silahın sesini duymuyordum. On yerden ateş ediliyor. Sağında solunda makineli varsa, yandın, hiç kafanı kaldıramıyorsun. Ben takır takır, peş peşe atıyorum. Kafama bir şey çat etti. Tüfek elimden kaydı, baygınlık geçirdim. Ne anam aklıma geldi ne babam, boştasın. Nefesim kesildi, konuşamıyorum, kitlendim. Kendime gelir gibi olunca, baktım ölmüyorum. Teri kan zannediyorum. Kafada delik yok, korkudan on dakika kalkmadım. Beni vuruldu zannetmişler. Devam ettim, ama çok korkmuştum. Saçıma çok düşkünüm, ne olursa olsun saçımı tararım. Elimi şöyle bir geriye attım, saç yok. Çok kötü oldum. Askerlerin çoğu öyleydi, saçları bölge bölge dökülürdü. 400-450 kişiydik bu operasyonda. Sabah çatışma bitti, bir grup ilçenin çıkışına kadar gittik, geri döndük, giden gitti çünkü. Elimi yüzümü yıkadım, sigara yaktım. Biraz konuştum çocuklarla, hava açıyordu. Nöbet yerlerini gezdim. Çayımı içtim yattım, "kalkınca bakarız" dedim. Tüfeği bile bırakmışım, almamışım yanıma.
Halkla iç içesin. Alışveriş yapmaya iniyorduk. Ufak da olsa bir bilardo salonu vardı, oynamaya giderdik. Kimlik arayışı içindeler. Kendini bilen akıllı insanlar, okumamış ama içinden geleni diline dökebiliyor. Bu insanlar TC kimliğini kabul etmişler. Kürtler ayrı bir devlet olsun, yok. Zaten yapamazlar. Adam, "şunu istiyorum," diyor, normaldir. Bazıları bunlara terörist gözüyle bakıyor. Bu memlekette yaşıyor, vergimi veriyorsam, istediğim bazı şeyler vardır. Kürtlere terörist gözüyle bakamazsın. Adamın ailesini örgüt yok etmiş, nasıl PKK yanlısı olabilir? İnsanlarımıza bunu anlatabilmek için bir kurumun faaliyet göstermesi lazım. Bu memlekette yaşıyorsak Kürdü de olur, Ermenisi de, Alevisi de, Sünnisi de... Beraberce yaşamaya mecburuz. Oradaki insanın suçu yok, baştan eğiteceksin. Gitmeden önce bu kadar düşünemiyordum. Mesela bir kişinin on bin silahlı adamı var, korucu. Devlet mühimmatını, birçok şeyini temin ediyor, maaş veriyor. Maaşını kessen dağa kalkar. Örgüte katılmaz, başlıbaşına örgüt olur. 16-17 yaşındaki adamı orada korucu yapıyorlar, olmaz böyle şey.
Bu savaş mümkünü yok bitmez, biterse başka bir savaş başlar. Dost yok, düşman çok. Yunanistan, Suriye, Irak, İran, Ermenistan, Rusya besliyor. Siyasete dökülürse muhatap olmak zorunda kalırsın, bu onu tanıman anlamına gelir. Bir tuhaflık var, fakat çözebilecek merciin ne olduğunu bilemiyorum. Orada yapılabilecek tek şey eğitim. Namus dışında hiçbir şey bilmiyor, eğitilmemiş ki. Çoğu Türkçe bilmiyor. Ben hiçbir partiyi tutmam. Yalnız memleketimizi korumamız gerektiğine inanıyorum. Oraya gidenler toplumun tam içinden geliyorlar. Babam milletvekili ya da fabrikatör olsaydı, arkam olsaydı Şırnak'ta askerlik yapmazdım. Memleketi korumak bize düşüyor, zengine değil. Askeriyeye kamyonlarca erzak gelir, yiyicisi çoktur. Koskocaman yüzbaşıda 124 vardır, astsubayın altında Tempra, BMW... Bu kadar saçma, bir de ölüyoruz. Kim kimin için ölüyor? Orada bir para savaşı, cep doldurma savaşı var.
Kendimi kahraman hissetmiyorum. Kahramanlık basit bir kelime değil. Biri beni kahraman sayıyorsa sevinirim. Ölen arkadaşlarımız gerçek kahramandı. Çocuk birçok kişi için kendini attı, dönemeyeceğini bile bile. İnancı vardı, şehit olarak gitti. Tabutun bayrağa sarılı gitmesi çok önemli. Bizi korkumuz ayakta bıraktı. Bir de ucuz kahramanlar vardır. Adam yaralanmıştır, teröristtir, gider kafasına kurşun sıkar. İnanç lazım, herkes şehit olamaz. Mesela Mustafa Kemal Atatürk bir kahramandı. Tek kişi tanıdım Mete Sayar, Şırnak Tugay komutanımızdı. Kaliteli, çok mükemmel bir insandı, gözüne bakamazdım, felaket etkiliyordu.
Şafak defterimi yırttım, hiçbir şey getirmedim. Üstümü de yaktım attım. Bir eser kalacak diye korkuyordum. Gene de kaldı, sese, silah sesine müthiş alerjim var. Duyunca çok kötü oluyorum, bir iki gün toparlanamıyorum. Teskere aldığım gün, askerlik 19 aya çıktı. İlk bizi vurdu. Eğlenceler yapıyoruz, askerlik bitti, gidiyoruz diye. Açtık televizyonu, askerlik yükselmiş. Ağladım, sinirimden çıldırdım. Mayısta teskereyi alırken, başçavuşa tüfeği teslim ettikten sonra, "bir daha gelmeyeceğiz, değil mi?" dedim. O da emekli olamamıştı, acısı var. "Gelmeyeceğiz oğlum," dedi. Kâğıt elde, irtibat astsubayını göreceğiz. İlk üç dört kişi çıkıyorduk. Biri geldi, yakamdan tuttu. "Hişt, torun" dedi. Üç gün olmuş oraya geleli, aklı sıra millete şey çekiyor. İttim, "dokunma bana" dedim. Sen misin iten? Bana vurmaya kalktı. Yedi sekiz kişiydik, gelen vurdu. Teskere aldığımı bilse yapar mı? 20 gün rapor aldı. "Seni mahkemeye vereceğim" dedi. "Hadi eyvallah" dedim. İstanbul'da Otogar o gün açılmış, "burası İstanbul değil" diyorum. Hayatımda o kadar sevindiğimi hatırlamıyorum. Bir sene kendimi toparlama dönemi geçirdim.
Askerliğim bitmiş, her şeyi özlemişim. Döndükten üç gün sonra, Ortaköy'de bankta bira içiyorum, denizi seyrediyorum. Polis geldi, kimlik istedi, "ayağa kalk, dayan ağaca" dedi. "Ne yaptım abi" dedim. Bir tanesi silahını doğrulttu. Ağaca dayandım ama sinirden ağlayacağım. Polisin bu yaptığını ancak ben yapabilirdim. Üstümü aramaya çalışıyor, ayaklarıma vuruyor. Döndüm, dirseğimi suratına indirdim, elinden silahı aldım. Beni vurabilirdi, ben de onu. Başıma bir çöktüler, elli kadar polis... Silahı attım yere, ağlamaya başladım. Bağırıyorum, "asker çağırın bana" diye. Daha 60 günümüz var ya, izinli sayılıyoruz. Karakola götürdüler, "askerim," dedim, kâğıtları koydum önlerine. İki inzibat, bir başçavuş geldi. "Ağız tadıyla bir bira içeyim istemiştim," dedim. Barıştırmaya kalktılar. "Girer yatardım, ya da deli raporu alırdım," dedim, adam öldürmek basit. Ben şiddete pek başvuran biri değildim. Gençlik süratli geçti, ama silaha başvurmadım, bıçak bile taşımadım. Askerden dönünce uzun bir süre silah taşıdım. Sonra sattım. Askerden sonra gece hayatı başladı, alkol çoğaldı. Şiddete yakın tavırlar almaya başladım, haksızlığa gelemiyordum. Kendimi engellemek durumunda hissediyorum, eskiden böyle değildi. Dönünce daha iyi anladım, yaşamak kadar güzel bir olay yok. Kimseyi kırmak, üzmek istemiyorum ama öyle bir an geliyor ki... Arkadaşlarımda daha seçici olmaya başladım. Üç sene önce evlendim, karımı bir kelimeye boşadım. Şimdilik beraberiz ama bir kıymeti kalmadı. Severek evlendik. Annem babamla ilişkilerimde daha otoriter olmaya başladım. Karım askerde yaşadığım bazı şeyleri biliyor, onunla konuşuyorum. Haber izliyorum ama gazete okumuyorum. Bilimvari, mesela Sızıntı dergisini okurum. İnsanların ilgisi semtlere göre değişiyor. Tarlabaşı Beyoğlu her şeye duyarsız; kolay para kazanıyor, üçkâğıtçılık, kapkaççılık... Duyarlılar Anadolu'dan gelenler, seni dinlerler. Bebek'ten iki bayan aldım, radyoda, "çatışma oldu" diyor. "Yazık, günah insanlar ölüyor," dedim. Cevap yok. O sadece, "akşam şu bara gideyim" diye düşünüyor. İhtiyarlar ilgili. İnsanların duyarsızlıklarına öfkeleniyorum, sonra, "herkes üzülmek zorunda değil ki," diyorum. Yani öfkemi de kontrol etmek zorundayım. Bir gün gelir patlar mıyım bilmiyorum. İnsan başını çok çabuk beladan kurtarır, çok da çabuk belaya sokar. Akşama kadar trafikteyim. Adam duruyor önümde, bağırıyor, küfür ediyor. Küfür edince iniyorum. Bir gün, baktım akşama kadar beş altı kişiye inmişim, kavga etmişim, adam içerdeyken vurmuşum. Birinde, arabadan üç dört kişi indi. Hepsiyle başa çıkamam, polis geldi. Özel arabada kimin olacağı belli olmaz; polis de olur, katil de, bakan da... "Kusura bakma, tamam abi" diyorum. Bir haftadır arabadan inmiyorum. "Yavaş ulan" desem, "ne var lan" diyecek. O, " lan" deyince, ben ineceğim aşağıya. Rüyamda asker olduğumu görüyorum. "Herkesin askerliği bitti, ben hâlâ askerim" diyorum. O kadar gerçek ki keşke diyorum rüya olsa da... Sabah kalkıyorum, başım ağrıyor, alıyorum bir aspirin, oturuyorum.
Bunları anlattım, çünkü, kendimi sorumlu hissediyorum. Yaşadıklarımı insanlar bilsin diye düşündüm. Anlattıklarımı normal bir insana anlatsam, zevk alamam. Şimdi belki binlerce kişiye anlatmış oluyorum. İnsanların çoğu bunu bilecek, ama kabul edecek, ama etmeyecek. Kimse yargılayamaz beni. Çünkü ben üstüme düşeni yaptım. Yeri geldi, korktum çekindim, çekildim. (Eylül 1998, İstanbul)
1972, İstanbul doğumlu. Ortaokuldan ayrıldı. İkisi oğlan, biri kız üç kardeşler. Babası taksi şoförü. Kasım 1992'de Manisa Doğukışla'da komando eğitimi aldı, usta birliğinde Şırnak Beytüşşebab'da idi. Mayıs 1994'te İstanbul'a döndü, halen İstanbul trafiğinde taksicilik yapıyor.

ZAMAN GEÇMİYOR,
SANKİ DONDURUYORLAR ZAMANI
90 gün boyunca sabah akşam gözünüzün yaşına bakmazlar, atamazsan vurur, kalkamazsan vurur diye eğitim veriyorlar.
Dönüşüm muhteşem oldu. Uçakla tabii... Oraya kesinlikle karayoluyla gidiş-dönüş yok. Bingöl yolundaki "33 asker" olayından sonra, konvoyla ya da özel arabalarla havaalanına teslim ediyorlar. Memlekete, Artvin'e gittim, annem tabii, şok. Askerliğimin bittiğini biliyordu ama oraya gitmem sürpriz oldu.
Okul bitene kadar tecilliydim. Evlenme gündeme gelince askere gitmem gerektiğini düşündüm. Yani, "kahramanlık, gideceğim, öldüreceğim, asacağım, keseceğim" diye de gitmedim. Acemide, daha çok psikolojik olarak hazırlıyorlar. "Daha iyi eğitim almak iyiliğinize" gibi. Silah nasıl kullanılır, terörist nasıl öldürülür, nasıl kendini korursun, nasıl yatar, kalkar, sürünürsün eğitimi. 90 gün boyunca sabah akşam, "gözünüzün yaşına bakmazlar, atamazsan vurur, kalkamazsan vurur" diye eğitim veriyor. Bu eğitimle kötünün iyisini aramaya başlıyorsun, yani Lice mi, Kulp mu? İzinde babama "komutanım" diyordum. Oranın psikolojisinden kurtulamıyorsun.
Kürtlerle askerden önce fazla ilgilenmezdim. Oralarda halkın ezildiğine inanırdım, gidince fikirlerim değişti. Halk belli bir baskı görüyor ama askerin baskısı halka değil, halk bu olaya alet oluyor. Oğlu ya da kızı dağda, korkuyor, yataklık ediyor. Yataklık edince de askeri karşısına alıyor. Askerin direkt halkla bir problemi yok.
Diyarbakır çıkınca fazla üzülmedim, Şırnak çıkmadı diye sevindim. Diyarbakır'a giderken tanıdık bir astsubay çıkması beni çok ferahlattı. İlk akşam onun evinde kaldım. Tam yatıyordum, geldi, tabancasını aldı. Bu beni ilk anda ürküttü. Her akşam burada çatışma mı var? İlk gecemde bomba mı atacaklar, uçaksavar mı atacaklar? Mali şubeye yazıcı oldum. Askerliğim dört ay uzadığına göre 16 ay boyunca neredeyse ayak bastığın yerler bile aynı. Sabah kalkıyorsun 6'da, içtima, yazıhanede maaş bordrolarının hazırlanması, resmi yazışmalar, dilekçeler falan. 12'de öğle tatili, tekrar 17.30'a kadar mesai. Sonra serbestsin, koğuş ya da gazinoda dinleniyorsun. Devlet dairesi gibi. Mesaiden sonra astsubay evine, ben koğuşuma, ay sonunda o maaşını alıyor, ben tazminatımı. Parasal olarak çok iyi yani. Arkadaşlar haliyle kıskanıyordu. Astsubaylarla arkadaş oluyorsun, seni kolluyorlar. Nöbete gideceksen nöbetini iptal ettiriyor. 1993 Nevruzunda oradaydım. Özel tertibatlar alındı. Her an müdahale edebilecek ağır silahlar hazır. Ben işim gereği rol alamadım. Ama Nevruz gecesi sabaha kadar dışarıdaydım. "Baskın olacak" dediler, herkes silahlarını kaptı, dışarıya çıktı. O gece hapishanede bir şeyler oldu. Bir astsubay mı ne, ayağından yaralandı. Hiç öyle rahat geçeceğini tahmin etmiyordum. Korkulu anlar yaşıyorsun tabii. Mesela Nevruz gecesinde kimse Nevruz'dan bahsetmezdi, çok garipserdim. Oysa herkesin aklında hayatını kurtarma var, birilerini öldürme var, ama kimse ondan bahsetmez. Sanki günlük ve alışılmış bir şeymiş gibi gelir geçer, biraz tedirgin olursun belki... Gerginlik vardı tabii, sinirlisin. İnsanlar kanıksamış, yıllardan beri Nevruz yaşanıyor, insanlar ölüyor, geçiyor. Yılbaşında biraz tedirgin olduk, oldum daha doğrusu. Ben nöbetteydim, sivil polisler ihbar üzerine yandaki lojmanın yanındaki binaya baskına geldiler. Biz nöbet tutuyoruz. Arada bir çit var. Tabii sivil bir yer. Köşede Renault taksi durdu, iki sakallı sivil indi, koşarak geliyorlar. Alnında ne polis olduğu yazıyor, ne terörist olduğu. Sadece silah var elinde. Son derece tedirgin oldum. Dört kişiydik. Bana doğru geliyorlar, canımı kurtarmak için emniyetimi indirdim. "Teröristtir, vurayım, kahraman olayım" diye değil, canımı kurtaracağım. Biri yanıma kadar geldi... Hafif bir hareketinde tetiği çekeceğim. "Eleman," dedi, "biz sivil polisiz, ihbar üzerine baskına geldik." Elinde telsizi görünce, biraz rahatladım. Telsizden polis anonsları geliyor. İnandım, inanmak zorundaydım. "Göster kimliği" diyemezsin, düşünmüyorsun bile. Bayağı korktum. "Çatışma çıkarsa, karışmayın" dediler, "bizi tanımıyorsunuz." Bir şey bulamadılar, gittiler. Nöbet dönüşlerinde şehrin içerisinden geçiyorsun. Köşede sakallı biri, sivil, elinde G3. Polis mi? Ateş etsem mi? Ateş edemiyorsun, emir yok. Bekleyeceksin, o ateş edecek, seni vuramazsa, sen onu vuracaksın. Tahminen polisti. Nöbetçisin, önünden araba gelip iki-üç kere geçiyor. Polis mi, sivil mi, terörist mi? Bomba mı atacak? Tedirginlik! Bizim lojmanın önünde dut ağacı var, bir gece birileri dut yapraklarına taş atıyorlardı. O zaman da çok korktum. Bir olay ertesinde bir kişilik yere iki kişi gidiyor, 100 yerine 150 mermin oluyor. Çelik yelek takıyorsun. Telsiz veriliyor. Mermilerin hesabı veriliyor, ama çok komik, her yer mermi dolu eksiğini tamamlarsın. Aslında ticaretini bile yapabilirsin.
Grup halinde PKK'lılarla karşılaştım. Birkaç kez kamyonlarla sorguya getirildiler. Kamyonların üzerine kasa seviyesinde branda çekiyorlar. İçindekiler dizleri üzerine, başı önde bir şekilde oturuyor, koyun gibi gözleri bağlı, birbiri üzerine. Kokarlar, pistirler. Dağda yaşadıkları belli. Bir gece arkadaşlar, "sizin yüzünüzden askerliğimiz uzuyor, sizin yüzünüzden buradayız" diye tekme atmışlar koridorda... Ama kimse öyle fazla sövmüyor. Diyarbakır'da askerin saldırmadığını, PKK'lı saldırınca askerin cevap verdiğini gözlemledim. Çatışmalar arasında halk ölüyor. Devlet okul yapıyor, sırf provokasyon olsun, adı duyulsun diye PKK'lı gidip yakıyor. Dozeri yakıyor. "Yatırım yapılmıyor" deniyor, inanmıyorum. Adam Mazda ile çimento taşıyor. Yani o kadar zenginler. Kaçakçılık yapıyorlar. Muhakkak köydeki insanlar yine fakir. Ama şehirde paranın tadını alanlar çok zengin olmuşlar.
Özel Tim'le karşılaşıyorduk. Sıcakkanlıyımdır ama onlarla çok fazla ilişki kurmadım. Gözlemlerime göre Özel Tim oranın allahı, peygamberi, her şeyi. Özel eğitilmişler zaten, ölen insanın kulağını, burnunu kesip duvara çakan insanlar bunlar. O açıdan onlar çok farklı. Asker olduklarına da inanmıyorum, onlar özel bir görev için MHP'nin gönderdiği adamlar. Gördüğünde korkarsın, çok iri, duygusu olmayan, bir uğurda savaştıkları için öldüklerinde kahraman olacaklarına inanan, bu yüzden saldırabilen insanlar. Asker farklı; asker komutan emir verdiği için yapıyor, onlar görüşleri olduğu için. Askere "vurma" dersin vurmaz. Gazetelerdeki gibi "vatan için ölmeye hazırım" diyen bir iki kişi çıkar, herkes kendini kurtarmaya çalışıyor. Ama Özel Tim'deki insanlar tam bir milliyetçilik davasında.
Boş zamanlarda gazinoda oturuyorsun, televizyon seyrediyorsun. Arada iki saat nöbetin var, mecburen erken yatıyorsun, temizliğin var, öyle aşırı derece boş zaman yok. Cumartesi-Pazar radyo dinliyordum, kız arkadaşım, ailem ve arkadaşlarla telefonda konuşuyordum. Şehre çıkmak problemli, olağan bir günde beş-on kişi birlikte sivil giyinerek çıkıyorsun. Çay bahçesine gidersin, fotoğraf çektirirsin. Bazen emir geliyor, "radyolar, makineler toplansın" diye. Kaptırdın mı, alana kadar askerliğin zaten biter.
Oradaki rütbelisinden erine, halkın belli bir kesimine kadar karnı doyuyor. Bir jandarma alayının iaşesi o zamanki parayla aylık bir-iki milyar. Her gün muz veriyor. Parayı nereden alıyor, nereye veriyor? Bir sürü entrikalar dönüyor. Birileri para yiyor, çıkar sağlıyor. İstense çok kolay bitirilebilir. Belki masada biter, belki Türkiye bugün yüklense Güneydoğu'yu haritadan siler, yapacak kapasitesi var. Yapmaz, yapamıyor, ya da yapmak istemiyor. Erler bunları konuşmaz, genelde çok cahiller. Konuşmaktan çekinirler, milliyetçisi var, dindarı var. Benim kafa dengim yoktu. PKK'lılar bence Kürt değiller, Ermenisi de var, Yunanı da. "Kürtler ulustur" diyorlar. Katılıyorum, ama Türkiye'de çok ulus var, Lazı, Çerkezi. Babam, "asıl Türkler Ahıska Türkleridir" der, ama araştırmadım. Abdullah Öcalan, resmi kayıtlardan okudum, Kürt değil Ermeni, dolayısıyla Ermeni hükümeti kuracağını biliyorum. Gazete yorum yapıyor, resmi kayıtlar objektif. Bazıları, "Güneydoğu'yu verelim" diyorlar. Katılamıyorum, Karadeniz'i de Lazlara verelim. Böyle istekleri yok ama, onlara verdikten sonra Lazlar da ister. Milliyetçi değilim ama herkes bir dil konuşsun. Ama baskı yapılmasın, "sen Kürt'sün, Laz'sın, Çerkez'sin, şu haklardan yararlanamazsın" denmesin. Ama Kürt'sen de Türkçe konuş, her haktan faydalan. Meclise girmiyorlardı, giriyorlar. Şimdi, "Kürdüm" diyen girmiyor ama... Laz da " ben Lazım" diye girmiyor. Kayınvalidem Lazca, Pontusca konuşuyor. Trabzon bir müddet Rum istilasında kalan bir bölge, ana dilleri Pontusca. "Pontusca konuşmak istiyoruz" diyen duymadım. Türkiye'de kadınlar gece on ikiden sonra sokakta rahat gezemiyor. Oruç tutmadığı, namaz kılmadığı için rahatsız edilen insanlar var. Bir sürü demokrasi ihlali var, adam suç işliyor, hapse girmiyor.
Hayatım çok değişti, evliyim şu anda. Daha olgunsun, askerden önce çok fazla sorumluluk taşıyan biri değildim. Askerden sonra insanlara olan güvenimi kaybettim. Şimdi adımlarımı daha sağlam atıyorum, insanlar bana daha değerli geliyor. Bir Türk evladının askerlik yapması gerektiğini düşünüyordum, hâlâ da düşünüyorum. Terslik büyüklerin çocuklarının oralara gitmemesi. Erler buna lânet ediyor. Öyle kahraman muamelesi falan görmedim. Babama "komutan" demeler kısa sürdü. Diyarbakır'dan sonra son derece sinirli ve içine kapanık bir tip oldum. Bir süre kimseyle konuşmadım, sorulmayınca bir şey söylemedim. Askeri üniforma görmüşsün, askerle yatıp kalkmışsın, yani hep erkek görmüşsün. 19 ayın izlerini siliyorsun. Az bir süre değil. Orada, zaman geçmiyor, sanki donduruyorlar zamanı, sanki donduruyorlar seni ya da yabancı bir yere gönderiyorlar, uzaya falan. (Mayıs 1996, İstanbul)
1969, Artvin doğumlu, yüksek okul mezunu. Muhasebecilik yapıyor. 1992 Kasımı'nda acemi birliği için İzmir Bornova'ya gitti, jandarma eğitimi aldı. 1994 Mayısı'nda terhis oldu.

DEVLETİN EN BÜYÜK AVANTAJI YİRMİ YAŞINDAKİ GENCİ GÖNDERMESİ
Kurşunla vurulduğundan mı ne, kararıyor, kan kokusuyla karışık kurşun kokusu. Ayrıca, yakın mesafeden vurulduğu için beş gün de geçse koku sürekli yayılıyor. İster istemez senin de sinirlerin boşalıyor, bir süre yemeden içmeden kesiliyorsun.
Mart gibi, bayağı soğuktu. Orada yaşantı bir başka tabii, burası gibi değil. Halk askere karşı. Gittiğimiz yerlere akşam çıksak, yürüyerek ancak sabah varıyorduk. Biraz da şartlar kıt. Çarşıya çıksan, dışlayıcı bir şekilde, ne istesen "yok" diyorlar. Askersen vermiyorlar. Tehdit unsuru yoktu. İhbar üzerine akşam pusuya çıkacağız, beş yaşındaki çocuk, "Selam dağına mı gidiyorsunuz Munzur dağına mı" diyordu, bizden iyi biliyordu. Bir gece ses bombası atmışlar. Atanı nöbetçiler yakalamış, adam bir hafta önce televizyonumuzu tamir eden tamirci çıkıyor.
Traktörlerle Yeşilyazı karakoluna yakın bir yerde indirme yapıyorlar. Nöbetçi asker eli silahlı değişik insanların indiğini görünce ateş açıyor. Bu arada onlar da karakolu abluka altına almışlar. Çatışma başlamış. Telsizle bize bildirdiler, mesafe aşağı yukarı 14-15 kilometre. Bölük komutanımız da bir şehit arkadaşın mevlit hazırlığındaydı. Komutan abdestini bitirdi, "karakol basıldı" haberi geldi. Telsizi açtık, karakol komutanı ağlıyor. Hemen araçlara bindik, yüzbaşımız da yeni. Bölük komutanı, "bu yolu keserler, Munzur nehrinin karşısından gidelim" dedi. Yüzbaşı,"bir an önce gitmemiz lazım, feryat ediyorlar" diyerek dinlemedi. Dört-beş kilometre ötede sivil araçları durdurup yolu kapatmışlardı. Tam viraja getirmişler bunu, virajı dönünce tepenin altında kalıyorsun. Yüzbaşının zırhlı arabası önde, üsteğmen ortada, biz üçüncü arabaydık. Olayı fark edene kadar ateş altında kaldık, yüzbaşımız vuruldu, öldü. Zırhlının üzerinde MG3'lü Sinoplu çocuk da vuruldu, öldü. MG3'lüler zırhlının üzerinde ayakta gider. Sinoplu vurulunca şoförün üstüne düşüyor. Üç kurşunu aynı yere atıp şoför mahallindeki camı delmişler. Eğitimleri hafife alınacak bir eğitim değil. Onun zırhlı olduğunu, camının delinmeyeceğini biliyorlar. Çocuklar şok geçiriyor. Bölük komutanının şoförü, "arabayı çevir, oradan çıkar" gibisinden telsizle uyardı. O da, "yüzbaşım yerde, onu alamıyorum, inemiyorum," dedi. Komutan, "o zaman, yüzbaşıyı bırak" dedi. Yüzbaşı da son söz olarak, "oğlum, silah ve telsizi bırakma, gelemeyeceğim," diyor. Şoför arabayı oradan çıkardı, yanımıza gelebildi. Biz yerimizden kalkamıyoruz. Sonunda yolun aşağısına çukura indik. Silah kullanamadık tabii, yani silahımızı elimize zor aldık. Geride kalan arabalardaki askerlerimiz orayı çevirip abluka altına alana kadar biz yerimizden kalkamadık. Bir astsubayımız ayağından vuruldu. Yarım saat kadar sonra sürünerek sivil araçların bulunduğu yeri geçtik. Sürünerek 500 ya da bin metre gittik ama karakola daha epey yol var. Nehri yaya olarak geçtik. Yüzmeye gerek kalmıyor, bele kadar su yükseliyor, o şekilde basarak geçtik. Onlar ölülerini silah zoruyla traktörcüye geçirtmişler. Traktör terk edilmiş bulundu, şoför de. Adam, "siz de yapsanız aynı şeyi, sizi de götürürdüm," dedi, "onlar dediler onları götürdüm". Olay yerinde bıraktığımız araçları şoförler oradan uzaklaştırdı. Orada sadece üç terörist ölü olarak ele geçirildi. Sonunda basılan karakola vardık ama ufak silahlarla hiçbir şey yapamadık. Karakola çok yakınlardı. Askerden ölü yoktu ama kulakları kopan, elinden, ayaklarından yaralananlar... Mermileri bitmişti. Çocuklar voleybol oynuyorlarmış galiba, çok hazırlıksız yakalanmışlar. Çoğu silah bile kullanamamış... Tunceli'ye helikopter gelmedi, karanlık düşmeye başlamıştı. Gece helikopter çalışsa bile asker indiremezler. Üç helikopter var diyorlardı o zaman, biri Diyarbakır'da olursa biri Tunceli, biri bilmem ne tarafta. Yani helikopterin bir anda Tunceli merkeze gelmesi üç dört saat... Üç dört saat bir adamın iş yapması için yeterli. Yüzbaşıyla Sinoplu çocuğun ölüsünü birliğe getirdik. Yüzbaşı yeni gelmişti, ismini bilemeyeceğim. Ailesini getirmek üzereydi, nasip olamadı. Biz birliğe döndük, teröristlerin ölüsünü de getirdik. Futbol sahasına ölüleri serdik. Ölüleri öyle getirip bırakınca halk ayaklandı, bizi bir nevi protesto etti. Çoğu ölüsünü tanıyor, ama sahip çıkmıyorlar, feryat ediyorlar. 300 kişi ise en az 200 tanesi ağlıyor. Bize de söylemediklerini bırakmıyorlar. İki gün Yeşilyazı'da kaldık, gecesi de uyumadık. Biz artık bitmiştik. Uykusuzluktan beynimiz dönmüştü. Halkı yatıştırmak için üsteğmen epey zaman harcadı. Ovacık içinde bağıra çağıra gezmeye başladılar, söylenince de dağıldılar. Hiçbiri ceset almadı.
Askerliği yaptıran arkadaş çevresi, ortam yani. Mesela, nöbetini çok sağlam tutman lazım. Belki 20, belki 30 kişinin canı sana emanet edilmiş, uyuyorlar. Uykusuz da olsa sabaha kadar nöbet tutan arkadaşlar olurdu. Yüzbaşının vurulması olayından sonra, birliğe döndüğümüz gece sabaha kadar gene nöbet tutuldu. O halimizle gelselerdi ne olurdu? Bir harabe şehir olurdu. O gece bir baskın olsaydı 200 kişinin en az elli altmışı rahat ölürdü. Ben tutacak durumda değildim. Öleceğimi bilsem tutamazdım. İki gece az değil, bunun gündüzünü aynı şekilde geçiriyorsun. Bitmiştik, birliğe zor geldik. Sabah cesetleri dışarı çıkardığımızda askerin çoğu ayağa kalkamadı.
Hınç yok. Ölüye tekrar kurşun atmak yasak, mermi harcayamazsın. Kimisi vurmuştur tekmeyle falan, lânet etmiştir. Bir hiç uğruna ölüyorlar. "Belirli bir hak peşindeyiz " diyorlar da, şimdi hangi zamandayız? Dağda neyi halledeceksin? Öldürdüğü asker kimin çocuğu? Asker onun kardeşi, onun değilse komşunun kardeşi, asker bir emir kulu nereye sürerlerse oraya gitmek zorunda. Asker nereye "kurşun at" denirse, oraya atmak zorunda. Dökülsünler sokağa, haklarını arasınlar. Devlet sokaktakilerin hepsini cezaevine dolduramaz. Haklıysalar davalarında, alırlar. Abdullah Öcalan'ın peşinde belirli bir grup, o askere yazık. Orada biri ölse askeriyenin haberi olmadan mezara koyamazlar. Mesela 80 mezar varken 85-90 olmuşsa, mezarları eştiriyoruz. Kurşunla mı vurulmuş, yoksa vade ölümü mü? Biz anlayamazsak Ankara'ya gönderiyorduk. Halktan askere kesinlikle su bile yok. Biz onlar için vardık, onlar kıllarını bile kıpırdatmıyorlar. Bazen öyle isyan ettiriyorlardı ki, bir mezra basılmış haberi gelse bile insanın gidesi gelmiyordu. Adamlar ellerinden gelse bizi kurşuna dizecekler. PKK isterse onları kendilerine emir kulu yapar. Kendilerinin kalkınması için Kürt hakkı savunuyor diye. Ben onlarda bir vicdan olduğunu zannetmiyorum, bazen beş yaşındaki çocuğa kurşun atıyorlar, "bir asker beşikteki çocuğu vurmuş" diye hiç duymadım, görmedim de. Öyle bir imaj bırakılmış ki, önceden ya da ezelden beri var, halk askeri istemiyor. "Gözümün önünden ya defol git ya öl" diyen bakışları insanı tahrik ediyor. Cuma günleri bir iki sefer namaza gittik, kimse camiye gelmezdi. En fazla bir iki yaşlı. Caminin etrafında mecburen nöbette asker olacak ki, sen namazını kılıp çıkabilesin. En ufak bir boşluk bulsalar demek ki orada askeri öldürecekler.
Bir keresinde, tabutla on-on beş kişi minibüsün içinde. Durdurduk, aramaya başladık. "İnin aşağıya," dedik, "yok" dediler. "Nereden geliyorsunuz" diyoruz, "yayladan" diyorlar. "Tabut var, nihayetinde bir ölü, bakabilir miyiz?" dedik. Yok. "Hiç olmazsa inin adamlarınızı arayalım" diyoruz, kabul etmiyorlar. Mecburen minibüsü birliğe götürdük. Tabuttan silah, erzaklar, şudur budur çıktı, insan ölüsü çıkmadı. Çoğu kimliksizdi. Onları jandarmaya veriyorduk. Yeni evli, Erzincanlı bir bayla bayan öğretmenin Hanuşa diye bize bağlı bir merkeze tayinleri çıkmış. Askerden, polisten habersiz binmişler minibüse, gidiyorlar. İki askeri birliğin arası 15 kilometre olduğuna göre PKK arama yapabiliyor. PKK bunları minibüsten indiriyor, öğretmen olduklarını öğrenince ikisini de vuruyor. Biz tesadüfen, yolda ölülerini bulduk. Yazık, o kadar okumuşlar, öğretmenliği kazanmışlar. Devletin de suçu var, ama onların da... Herhalde Erzincanlı olduklarına güvendiler... Oranın ölüsü buradaki gibi değil. Bizde cenaze ya sapsarı ya bembeyaz olur. Kurşunla vurulduğundan mı ne, kararıyor, kan kokusuyla karışık kurşun kokusu. Ayrıca, yakın mesafeden vurulduğu için beş gün de geçse koku sürekli yayılıyor. İster istemez senin de sinirlerin boşalıyor, bir süre yemeden içmeden kesiliyorsun. Bir düşüncedir alıyor insanı. İki-üç saat nöbette belirli bir yere bakıp dalardım, ailemi düşünüyordum, ölüm memlekete gitse ne yaparlar? En fazla annemi düşünüyordum. Benim düşündüğümü, askerin hepsi düşünüyordu. Gittiğimiz operasyonlarda, ihbarlarda kendilerini bulamadık. Yedi mağara aramasında hep erzak bulduk, kendilerine rastlamadık. Giyecekten gıdaya, içinde bayan da bulunduğu için her türlü şeyine kadar bulduk. Mağara araması da o kadar kolay bir şey değil. Korkmasan da can yani. Biz oradayken köylerin boşaltılacağı söyleniyordu.
O Kemahiye olayında katlettikleri köylülerin yerine gittik. Munzur Dağı zirvesi veya eteğinde, geçecekleri söylendi. Aşağı yukarı bir hafta bekledik, yiyecek içeceğimiz bitti, yakın karakoldan yiyecek alamadık. Biz 200 kişiydik. Karakoldaki 25-30 kişinin yiyeceğini alsak üç günde bitirirdik, karakoldakiler de bir ay aç gezerdi. İki gün aç susuz bekledik, yiyecek istedik, helikopterler operasyonda diye yiyecek gelmedi. Ateş yakmak, sigara içmek yasak. Dağda, sigara temiz havada dünyayı geziyor, üç kilometreye kadar sigara kokusu gelebiliyor. O kadar mis gibi kokuyor, askerin de hasta olduğu şey sigara, onlar da aynı şeye düşkün. Biz zirvedeydik, Erzincan komando dere yatağında bekliyordu. Sonradan çatışma olduğunu öğrendik. Öncü üç kişinin bir hafta yatarak gizlendiği sonra ortaya çıktı. Asıl grubun, 30-40 kişinin, biz görev yerini terk ettikten sonra ölülerini alıp aynı yerden geçiş yaptığını öğrendik. Asker yetersiz kalır, her tarafa asker koyamazsın, zaten mevcudun 25-30 kişi, dağda on tane teröristle baş edemezsin. Çünkü terörist gece gündüz sürekli yer değiştirir. Biz daha çabuk yoruluruz. Asker onlar kadar işin üzerine düşmez. Asker arayandır, arayan kolay avlanır. Asker canını vermek istemez yani... Çevreyi ellerinin içi gibi biliyorlar. Hangi ağacın dibinde oturursa kurtulacağını biliyorlar ama sen bilemiyorsun. Onun peşinden nasıl gideceğim? Onun kaçtığı kadar kovalaman mümkün değil.
40-50 kadar ölü gördüm. Yüzbaşı öldüğünde risk altında kaldım. O gece çok uzundu. Sonraki günlerde onları kovalama, karakoldaki yaralıların feryatları falan, çok iz bıraktı. Büyük operasyonlarda zaten bin tane iki bin tane asker katılıyor. Çatışma anında kaç kişi birden silah sıkıyor. Birine doğru ateş etmişimdir ama ben mi vurdum öbürü mü vurdu bilemeyeceğim. 150-200 kişiydik, bir arada olan 17 asker bir kişiye ateş ederse, "ben vurdum" demek mümkün değil. Ama vuruluyor sonuçta. İnsanda nasıl bir etki bıraktığı anlatılacak bir şey değil. Karşındaki sadece dinlemekle bir an üzülebilir. Ama kelimelerle anlatmak mümkün değil. 20 olmasın, 40 yaşın üzerindekiler olsun yaprak gibi dökülür, moral açısından yıkılır. Devletin en büyük avantajıoraya yirmi yaşındaki genci göndermesi. Genç aklını çok fazla kullanamıyor. Tek düşündüğü "şu askerliğim bitsin, hayatta kalayım". Her şeyi yorumlayamıyor, düşünemiyorsun. Tunceli'nin soğuğu çok, 15 dakikaya nöbet düşüyordu, dışarıda 20-25 dakika kalsan donabiliyordun. Genelde ayağı donan oluyordu. Birini Ankara'ya kadar gönderdik. Onun ayağı çok kötü, simsiyah olmuştu. Ayak donmuş gibi bir şeydi. 40-45 yaşlarında bir teröristi canlı olarak donmak üzereyken getirdik. Soğuğu soğukla açıyorlar, orada gördüm. Soğuk suyla yıkadılar adamı ondan sonra ne yaptılarsa kendine geldi.
Geldikten sonra çoğu zaman, affedersiniz, küçük su için kalktığımda, kapıyı açarken, "acaba kapıda nöbetçi var mı" diye baktım. Çoğu sefer de dönüp yatağa geri yattım. Sonra aklıma geldi ki evdeyim. Yani o kadar büyük etki bıraktı.
Herkesin çocuğu var, benimki de bir yaşında. Çoğu aklını oynatıyor, deli olanlar var, saf saf gezenler var. Arkadaşlarımın içinde hâlâ akli dengesi yerinde olmayanlar var. Bu anne babalar çocuğunu bunun için yetiştirmiyor, çoğu bayrağa sarılı evine geliyor. İsyan ettiği oluyor insanın, ister istemez isyan ediyor. Ama kesinlikle asker cahil oluyor. 20 yaşındaki bir insan 30-35 yaşındaki gibi düşünemiyor. İnsanın deli dolu zamanı, bazıları özeniyordu bile. "Arayıp da bulamayacağım macera" diyorlardı ama, macera değildi. Sonuçta can alıyorsun veya can veriyorsun. "Hep garibanlar buradayız" desek de, "bitirip gideceğiz" diye düşünüyorduk. Rütbeli değildik, erdik sonuçta. Günümüzü bitirmeye bakıyorduk. Bazen de bitemiyor, o da allahın takdiri diye nitelendiriyorduk. Başka şansımız yoktu. Neyi seçeceksin? Terk etmeyi düşünsen, nereye terk edeceksin? Kaçmak çözüm değil. Dönüşte üç-dört ay hiçbir işe sahip çıkmadım. Konuşurken daha dün olmuş gibi tekrar tekrar aklıma geliyor. Zamanla burada mücadeleye başlayınca unutuyorsun. Hâlâ silinmiş değil. Arkadaşların sohbetine denk geliyorsun, bakıyorsun ki, "askerlik mevzu" gelmiş, sen oturup düşünmekle yetiniyorsun. Onlar hafif yapmışlar güle oynaya anlatabiliyorlar. Anlatsan da anlamazlar. Olmamıştır, maceraymış ya da film çevirmiş gibi... Bunu hiçbir ana babanın çocuğu yaşamasın. Devam ediyor sonuçta. Cahillik! Akıllı insan eline silahı alıp dağa çıkmaz ya da bir karış yer için insan vurmaz, çözüm değil. Bir yerde o köy boşaltma işleri iyi oldu. Yani eğitsinler. Eğitiyorlar, bu sefer de üniversite öğrenimi görmüş bir genç vurulan. Onların neyin mücadelesini verdiğini anlayamıyorum. Belki de biz cahil düşünüyoruz, belki de onlar çok haklı davalarında... Sonuçta askerle çarpışması çok iyi bir şey değil. Devlet ile nasıl bir girişim yapacaksalar öyle çözsünler. (Ağustos 1998, Samsun)
1972, Samsun doğumlu, ilkokulu bitirdi. 1992-1994 arasındaki askerliğe Hatay'da başladı, jandarma komando olarak Tunceli, Ovacık'ta bitirdi. Su satıyor.

GAZİ OLMANIN MÜKÂFATI, KIZ DA VERMİYORLAR!