TEŞEKKÜR
Bu kitabı "askerler" dediğimiz gençler yazdı aslında.
"Ahmet" olmasaydı, düşünmeye başlamayacaktım. Benzeri bir çalışmayı
("Licensed to Kill") İsrail ordusu askerleriyle yapan sevgili dostum
James Ron yüreklendirmeseydi, "Ahmet"in söyleşisi Mehmedin Kitabı'na
dönüşmeyecekti. Ahmet'le karşılaştığımız günden bu kitabın elinize
ulaşmasına kadar geçen her anında Ertuğrul (Kürkçü) yanımda olmasaydı
bu çalışma olmazdı. John D. and Catherine T. MacArthur Foundation "Küresel
Güvenlik ve Sürdürülebilirlik Programı Araştırma ve Yazma Girişimi"nin
sağladığı destek olmasaydı bütün bir yıl boyunca başka her şeyi bir
yana bırakıp bu çalışmayı gerçekleştiremezdim. Eşim Tayfun bildiği,
okuduğu, gördüğü her şeyi bana aktardı, dahası durmaksızın araştırdı.
Kızım Çiğdem annesiyle her zamankinden daha az birlikte olmaya katlanmakla
kalmadı, bant çözmekten başlayarak elinden gelen her türlü katkıyı yaptı.
Yüzlerce saat süren konuşma kayıtlarını çözen Hacer (Yıldırım) ve
Erol (Önderoğlu) 42 genci benden sonra en çok anlayanlar oldular. Mehmet (Taş),
artık bir kitapta adının geçeceğinin övüncüyle gazete haberlerini
dosyaladı, beni uzak kasabalara ulaştırdı. Türkiye'nin dört bir yanındaki
meslektaşlarım, arkadaşlarım, arkadaşlarımın arkadaşları ve kız kardeşim
Latife (Özgörgülü) 42 gence ulaşmamı sağladılar. Son yıllarda
sokaklarda hep beraber olduğum, yaşadığımız ülkede bizi kahreden,
tasalandıran ya da sevindiren her durumda önce birbirimizi aradığımız kadın
arkadaşlarım bana bir yıl boyunca katlandılar. Sonraki sayfalarda konuşmalarını
okuyacağınız 42 sade, saf, sıradan genç adam suskunluğa son vererek başlarından
geçenlerin muhasebesini sizlerle paylaşma cesaretini gösterdiler ve bu kitabı
yarattılar...
İyi ki hepsi vardılar, çok teşekkür ediyorum.
26 Ocak 1999, İstanbul
ÖNSÖZ
" 'Ölüm yalnızca iki santim yukarıda,' diyor Ahmet acı acı. 'Kafanızı
siperden iki santim yukarı kaldırdınız mı alnınızın ortasına kurşunu
yersiniz.'
Bunları söyleyen, askerliğini Güneydoğu'da yapan bir yedek subay. İstanbul
Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde iktisat yüksek lisansı yapmış
25 yaşındaki genç savaştan şairane bir dille söz ediyor: 'Uzaklardan Kalaşnikovların
takırtısı ölüm şarkısını söylerken, silah arkadaşınız kucağınıza
yıkılır, beyni dağılmıştır.' Ahmet, Türkiye'nin yükselen finans sektöründe
başladığı meslek yaşamına, silah altına alındığında ara vermiş.
'Hepsinden nefret ediyordum,' diye anımsıyor Ahmet, Kars'ın kırları kavuran
savaşa sırtını dönmüş yerli halkıyla ilk karşılaşmasını. 'O sırada
dağda askerler onlar için can veriyordu ama aşağıda kimsenin umurunda değildi,'
diyor, genç askerlerin her savaşta öğrendikleri ilk dersi öğrenmiş
olarak. 'Askerler ve siviller birbirinden tamamen farklı iki ayrı dünyadan
geliyor.' Uzakta, bir başka dünyada, İstanbul'da yeğeni dünyaya gelmiş.
Vietnam'da savaşan Amerikalı askerlerin deyişiyle, 'Dünyaya Geri Döndüğü'
İstanbul'da, arkadaşlarıyla buluştuğunda onların buz gibi bir sesle
sordukları sorulara yanıt vermek zorunda. 'Yaptıklarını yapmak zorunda olduğunu
anlamıyorlar,' diye öfkeyle konuşuyor. 'Eğer bu ülkede yaşayacaksan,
askere gitmek zorundasın. Bundan kaçış yok.'
Ahmet'in elinde bir deste fotoğraf. Kırda bir pikniği anımsarmışçasına
masumiyetle dağda çekilmiş bir resmini alıyor destenin içinden. Ankara'da
üç ay acemi eğitiminin ardından, önce Ermenistan sınırındaki Kars'a, ardından
dağlara gönderilmiş. 'Burada bir yedek subay arkadaş vurulmuştu.' Sarp
kayalıkların göründüğü bir başka resme işaret ediyor: 'Onu kurtarayım
derken az kaldı kendim vuruluyordum.' Birliğin doktoru korkup bir mağaraya
saklanmış, Ahmet de can çekişen yedek subayla baş başa kalmış. Kurtarma
helikopterinin yetişmesi beş saat sürünce, yedek subayın cenazesini
koyabilmişler araca. Bir başka resim. Bir grup asker çadırda dinleniyor.
Ahmet bir şiir kitabı okuyor. 'Pablo Neruda, belki de Mayakovski,' diye hafızasını
toplamaya çabalıyor.
Ahmet şimdi 36 kişilik bir topçu birliğinin komutanı. Boş vakitlerinde PKK
barınaklarında el konulmuş belge ve kitapları okuyor. Radyodan dağlar üstüne
yakılmış türküleri dinlemeyi tercih ediyor. En çok sevdiği, 'Dağların
arkasındaki yar'. Annesi ve nişanlısı İstanbul'da. Babası ise Almanya'da işçi.
Bir başka resim: Giysileri çıkarılmış ölü bir PKK gerillası. 'Onları
soymak zorundayız. Giysilerinin altında gizlenmiş belgeler, ya da cesetlerin
altında bubi tuzakları olabilir,' diyor Ahmet, hâlâ savunmaya çalışıyor
kendisini. 'Kadın, erkek farketmez,' diyor ama, resmi neden çektiğini, ya da
neden hâlâ sakladığını, ya da neden gösterdiğini, açıklayamıyor.
Birliklerin savaş yasalarını ihlal etmesine açıklama getirmeye uğraşıyor.
'Cephedeki askerin psikolojisi başka oluyor.' Diğer bir resim: Genç bir adamın
savaşa şairane yaklaşımı. Tüfeğinin namlusuna takılmış bir gelincik.
Barışa bir gönderme, belki de bir itaatsizlik belirtisi.
Ahmet, karşı taraftan Leyla'yı anımsıyor. Leyla kod adlı bir kadının
komuta ettiği bir gerilla birliğine ateş açması emredilmiş. Ama, Ahmet'le
Leyla, beş ay boyunca, karşılıklı dinledikleri telsizlerinden konuşmuşlar.
Artık, operatörler telsizden Leyla'nın sesini duyduklarında Ahmet'e
sesleniyorlarmış, 'seninki hatta'. Ahmet günün birinde Leyla'yı öldürebileceğinden
korkuyor. Ahmet sonunda terhis olup dağlardan döndüğünde ne olacak? Vietnam
benzetmeleri ve zafere ulaşamamış bir savaşçıya ilişkin sözler dökülüyor
ağzından. 'Dağlardaki yaşamı hayal edemezsiniz,' diyor. 'Eşsiz doğa, bol
içki. Uyuşturucu bile var. Hatta doktorlar bağımlılara kendileri hap
veriyor. PKK'liler uyuşturucu kullanmıyorlar pek. Gene de birkaçında kokain
ele geçirildiği olmuyor değil.'
PKK, Türkiye'nin güneydoğu illerinin bağımsız Kürdistan toprağı olduğunu
iddia ediyor. Onları durdurmak Ahmet ve ordusunun, NATO eğitimli 'özel
kuvvetler'le, eski tüfeklerle donanmış 'köy korucuları'nın görevi. 17. yüzyıl
İngiliz şairi John Dreyden savaştan söz ederken, 'Kırlar acemi milis kaynıyor,
kaba saba,' diye yazmıştı. 'Ağızlar açık, eller boş; ama masraf çok.
Barışta hep vergi, savaşta başıbozuk bir ordu.' Sonuncu ders, askerlikten,
savaşın onlara verdiği sorumluluk ve güçten henüz nedenini çıkartamadıkları
mahcubiyetle karışık bir gurur duyan gençlerin çıkardığı ders. Ahmet,
bir emriyle düşmana yağdırılan top mermilerinin bedelini anımsıyor: 'Tek
bir merminin fiyatı 700 dolardı.'
Dağlardaki görevinin bitmesine üç ay var. 'Hayat', diyor Ahmet, 'şimdi daha
anlamlı. Şimdi kimin kimi ölüme gönderdiğini, ya da başkaları savaşın
sürdüğüne inansın diye kimin bir seferde boş yere 20 mermi salladığını
biliyorum artık. Ama o mermiler yükselen enflasyon ve artan zayiat olarak geri
dönüyor,' diye ekliyor, İstanbul Üniversitesi'nde aldığı iktisat eğitimi
ruhunun derinliklerinde kıpırdayan genç yedek subay."
Üçüncü Dünya Haber Ajansı'nın (IPS) servise koyduğu bu haber 20 Kasım
1994 tarihini taşıyor. Haber, o haftanın çalışma programında yoktu. Ahmet
(ona böyle demiştik) ile bir tanışıklığımız vardı, ama ismini bile
askere gittikten sonra öğrenmiştik. İzin sırasında uğradığı eski işyerinde
karşılaşınca, kalabalığın ortasında elindeki bir tomar fotoğrafı tek
tek göstererek Ertuğrul ile bana heyecanla anlatmaya başladı. Anlattıkları
bu ülkede yaşayan her insanı çok yakından ilgilendiriyordu,
ilgilendirmeliydi. Ahmet'i büroya davet ettik. Hemen sonraki gün geldi. Masamın
karşısındaki sandalyeye oturdu. Dört saat, neredeyse soru sorulmasına izin
vermeksizin, aslında gerek de kalmadan anlattı, anlattı, anlattı. Sonra
gitti. O gider gitmez, aklımızda kalanları hemen bilgisayara döktük. Haber
böyle ortaya çıktı. Aslında, haber olarak başlamayan, ancak ara durakta
haber olan Ahmet'in hikâyesi elinizdeki Mehmedin Kitabı'nı yazdırdı.
Diyarbakır'a, Batman'a giden ya da oralardan dönen uçaklarda
"bilinmeze" doğru yola çıkma heyecanının önüne geçen ilk uçuş
korkusu, kemeri bağlayamama telaşı ve "utancı"yla perişan gençlerle
kısa, kesik kesik konuşmalarımız olmuştu. Batman uçağında, son anda
uydurduğu rapor bittikten sonra, teskeresini almak üzere dönüş yoluna
koyulan genci Diyarbakır'daki usta birliğine teslim olacak genç anlamıyordu
bir türlü. "Her şeyi becerebiliyor gibi görünme," diyordu teskere
alacak genç ötekine, "böylece kolay bir yere düşersin, tehlikesiz. Sağ
kalmaya bak yani." Heyecanlı acemi "neden beceriksiz duracakmışım,"
derken, erkekliğiyle meydan okuyor. Öteki çaresiz, "kendimi bunun yanında
dede gibi hissediyorum," diyor, "ben de iki yıl önce böyleydim,
giderken başka, dönerken başka." İki yaşla gençliği ele alan, son
noktayı koyuyor: "Elimizden geleni yapacağız, vatan her karış toprağıyla
bizimdir, koruyacağız, şehit de oluruz, gazi de..."
Yıllardır Olağanüstü Hal (OHAL) Bölgesi'ne her gittiğimde askerlerle,
polislerle konuşmaya çalıştım. Tabii, konuş(a)mu(mı)yorlardı. Küçük
anekdotları onların ruh halini anlamaya çalışmak açısından haberlerde
yer aldı. Yirmilerini süren bu genç erkeklerle her konuştuğumda kendimi
onların yüzlerine bakmaktan sakınırken yakaladım. Yüzlerini istemiyordum.
Yüzü bilmek, kaybını duyduğunda insana daha derin bir acı yaşatmaz mı?
Kendimi korumaya almıştım.
*
Kadın plajda, kapalıca mayosuyla etrafı seyrediyor, öbür kadın, bikinili,
gazetelerdeki haberlere boğulmuş bir halde plajdaki herkesi suçlamaya hazırlanıyor:
"Ne duyarsızlık, tatil yapıyorlar..." Duyarlı kadın gazetelerde
ölen gençlerin, gözü yaşlı annelerin fotoğraflarına bakıyor, polisin
yakaladığı ve hemen suçlu ilan ettiği insan yüzlerine dalıyor, okuyor ve
çok üzülüyor.
Etrafı seyreden kadın laf açmak istiyor: "Bugün terörün yıldönümüymüş,
Ankara'dan geldik, bırakmıyorlar oğlumuzu görelim, babası uğraşıyor, ben
de bekliyorum!" Kadın burada, Foça'da askerlik yapan oğlunu bekliyor,
"Güneydoğu'dan, operasyonlardan döndü." Biraz sonra "oğul"
bir deri bir kemik geliyor. Babanın yalvarmaları işe yaramış besbelli. Anne
telaş ve heyecanla kalkıyor, sarılıyor. Oğul sessiz, anne bebekliğinde
olduğu gibi onu yağlıyor: Yüzü güneş yanığı, bedeni süt beyazı.
Plajda, hiç kimse bir "kahraman"la birlikte olduğunu bilmiyor.
Bilmek ister miydi? O "duyarlı" kadın, gazete okuyup öfkesini
denize, kumsala boşaltan kadın ise sadece utanıyor.
"Bakın şu yollara, jandarmadan vazgeçtim, bir polis bile yok, ne
tuhaf..." O bir öğretmen, İzmirli, pilot kocasıyla birlikte Diyarbakır'da
görevli.
"Nasıl olabiliyor, böyle bir rahatlık? Korku yok, tedirginlik yok,
istedikleri gibi giyinip, istedikleri gibi dolaşıyorlar, korkarım ki
kimliklerini evde unuttuklarının farkında bile değiller." Neden bunlara
takıyor bu kadın? "İlk geldiğim günler, burada yaşayan herkese,
anneme, babama öfke duyuyorum. Orada, Diyarbakır'da, zaten her an dışarı çıkılamıyor,
askeri kimlikler olmuyor, başka kimlikler taşınıyor, sokakta yürürken
korkuyorsun, 'ya beni biri tanırsa, subay karısıolduğum için
tararsa?'" Suçlamayı bir itiraf izliyor: "İnsan bir tuhaf, ben de
geldiğimin ikinci haftasına kalmadan orayı unutuyor, buralı oluyorum. Eylül'de
dönünce ayıkacağım, buradakiler de çocukları askerlik çağına
gelince."
*
Gündelik hayatta, benzeri kesitleri her birimiz az ya da çok, fark ederek ya
da etmeyerek yaşadık, yaşıyoruz. Resmi veriler olmadığı için, kaba bir
hesapla 1984'ten bu yana bölgede askerlik hizmeti yapan gençlerin sayısı aşağı
yukarı 2.5 milyona ulaşıyor. Aileleriyle birlikte 15 milyon, yakın çevresiyle
birlikte Türkiye nüfusunun yarısını aşkın insanı kapsayan bir süreç
bu. Aslında, sayılara başvurmadan da çevremize şöyle bir baktığımızda,
eğer kendimiz değilsek, akraba, arkadaş ya komşumuzun yüreğinin her an çatışmada
olabilecek oğlu, kardeşi, sevdiği için attığını biliyoruz, görüyoruz.
Gene biliyoruz ki, adını -"savaş", "düşük yoğunluklu çatışma",
"terörle mücadele", vb.- ne koyarsak koyalım, 15 yıldır politikacılar,
askerler, insan hakları kuruluşları, Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa
Birliği, gazeteciler, yazarlar, uzmanlar, karşı ya da yana bu
"durum"la ilgili olanlar konuşuyor. Askerlik hizmetini yapmak üzere
kurada Şırnak, Diyarbakır, Hakkari, Siirt, Mardin, vb. çekenler ise sadece
hizmetlerini yaparlarken "emir komuta zinciri içinde" konuşuyor.
İşte televizyonda bir genç: "Ya devlet başa, ya kuzgun leşe diyerek lânet
olası terörü bitirmek için buraya geldik. Tavsiye ederim gönüllü
gelsinler, dağlarda gezmek, teröristlerle çatışmak çok güzel bir duygu.
Biz tarihte şehitler vermiş bir milletiz, yaz operasyonlarında şehit vereceğiz."
Eruh Komando Birliği'nden bir genç sevgilisi "Şölen"e sesleniyor:
"Beni bekle, beni unutma." Çanakkale 116. Jandarma Er Eğitim Alayı'ndaki
gençler henüz acemi eğitimi alıyorlar, mesajlar sadece ailelere iletiliyor:
"En çok ailemi özledim", "nişanlım Derya beni bekleyecektir,
ben de onu bekliyorum", "annem babam beni bekliyor", "ailem,
sevdiklerim ben iyiyim, merak etmeyin". TGRT'nin sunucusu heyecanlanıyor,
"her ana kuzusuna nasip olmaz böyle yerde görev yapmak," diyor.
1984'ten bu yana askerliklerini yaparken kendileriyle konuşmak için çabaladığım
gençlerin sivil hayata döndüklerinde konuşabileceklerini Ahmet'ten önce düşünmemiştim.
Bu söyleşilere başlarken tedirgindim. İlk görüştüğüm gençlerden
birinin dediği gibi, "birileri gelecekti, bekliyordum," diye karşılanacağımı,
gençlerin kendilerine ulaşılmakta gecikildiğini düşünseler de nihayet
birinin onları dinlemek üzere kendilerine gelmesinden sevinç duyacaklarını
ummak istiyordum, ama emin değildim.
Onlar neredeydiler? Mehmetler bindiğimiz otobüste, takside şoför, yemek yediğimiz
lokantada servis yapan garson, alışveriş yaptığımız bakkalda çırak,
bankada alışveriş merkezinde güvenlik görevlisi, evimizde badana yapan
boyacı, koltuklarımızı tamir eden marangoz, uzak tarlalarda ırgat,
sokaktaki işsizdi. Onlar, başlarını eğip çalışırlarken, genellikle
askerlik hizmetlerini nerede, nasıl yaptıklarından söz etmiyor, durup
dururken babalarımızın dedelerimizin ölünceye dek tekrarladığı gibi
askerlik hatıralarını anlatmıyorlardı. Birbirimizi tanımıyorduk, bir türlü
tanışamıyorduk. İki buçuk milyon gençten hangileriyle konuşacaktım?
Bu çalışmaya koyulurken yapmak istediğim, okuru sosyolojik ya da politik
çözümlemelere ulaştırmak değildi. Bu gerekli elbette ama benim işim değil.
Ben, kendi iradeleriyle ya da iradelerine rağmen savaşın öznesi olan/olmak
zorunda kalan insanların sesini topluma duyurmayı, savaşa onların baktığı
yerden bakılmasını sağlamayı istiyordum. Konuştuklarım, yalnızca
kendilerini değil, yaşadıkları, büyüdükleri, ait oldukları ortamın, çevrenin
hissiyatını, zihniyetini, değerlerini de bir nebze olsun yansıtabilmeliydi.
O nedenle, her bölgeden gençlerle görüşmeliydim. Etnik, dinsel, mezhepsel,
kültürel farklılıklar da önemliydi. En önemlisi de, konuşanlar toplumdaki
sağcı, solcu, milliyetçi, dinci, savaş yanlısı, savaş karşıtı türünden
farklılıkları ve "çeşitliliği" içermeliydi. Elbette, 15 Ağustos
1984'te PKK'nin Eruh ve Şemdinli baskınıyla başlayan "Düşük Yoğunluklu
Çatışma"yı yıl yıl, topçusu, tankçısı, jandarması, piyadesi ve
komandosunun dilinden aktarmak da daha az önemli değildi. Böylece,
"Mehmet"in ve yaşadıklarının en genel, ama yaşadıklarını kendi
yaşadıkları gibi yansıttıkları için de "içten" bir "fotoğrafı"
ortaya çıkacaktı.
Başka ülkelerde, askerler konuşmuş muydu? Hissettiklerini, korkularını, acılarını,
sevinçlerini, eleştirilerini, isyanlarını anlatmışlar mıydı? Kitapların
arasına daldığımızda, ulaşabildiğimiz kadarıyla örneklerin pek de fazla
olmadığı gerçeğiyle karşılaştık. Kitaplardan birinde, "biz bir
savaş biliriz, oysa o savaşa ne kadar insan katıldıysa en az o kadar savaş
yaşanmıştır orada," diyordu. Her konuşan genç bu cümledeki "en
az" sözünün ne anlama geldiğini, bir savaşın aslında ne kadar çok
savaş içerdiğini tekrar tekrar ortaya koydu.
İstanbul, Trakya, Denizli, İzmir, Aydın, Alanya, Serik, Adana, Çorum, Rize,
Samsun, Tonya ve Trabzon ile çevresinden askerliğini 1984 ile 1998 yılları
arasında OHAL bölgesinde yapan 42 gençle görüştüm. Adlarını almadım,
onlar da, "fark etmez" diyen birkaçı dışında vermek istemediler.
"İsimsiz" konuşma kararının ne kadar isabetli olduğu her tanıştığım
gençle bir kez daha doğrulandı. Banda kaydedilen haliyle ortalama üç saat süren
görüşmeleri çoğu kez, isimsiz olmasına rağmen, kayıt dışı, yazılmamak
kaydıyla bir iki saatlik sohbetler izledi. Korkuyorlardı, herkesten, her şeyden,
her taraftan korkuyorlardı. "Her şeyi anlatamam," sözleriyle
tedirginliğini dile getiren genç, "senin ne yaşadığını bilmiyorum,
neyi anlatmak istiyorsan onu anlatırsın," dediğimde rahatladı.
Her bölgeyi temsil eden şehir ve kasabaları, medyaya yansıyanlardan yola çıkarak
gençlerin tabutlarla memleketlerine döndüğü ve Kürt-Türk çatışmasına
ramak kalan olayların yaşandığı yerleri de gözeterek seçtim. Konuştuklarımdan
41'ine mutlaka bir arkadaş, bir tanıdık aracılığıyla ulaşıldı. Bir başkası
aracılığıyla konuşmadığım tek kişi İstanbullu bir taksi şoförüydü.
Bir gün takside arkadaşımla "Çanakkale Savaşı" belgeseli üzerine
başlayan sohbetimiz Kore savaşına uzandığında şoförün dikiz aynasından
bizi dikkatle izlediğini fark edip askerliğini nerede yaptığını sordum.
Cevap "Şırnak"tı. Anlık bir tereddütten sonra, çalışmayı kısaca
özetleyerek görüşmek isterse arayabileceğini söyledim, kartımı verdim.
İki gün sonra aradı. Buluştuğumuzda, kendisine "zarf atıp atmadığımızı,"
çok düşündüğünü, sonradan her şeyin çok normal geliştiğine karar
verdiğini anlattı. Konuşmaya karar vermişti, çünkü sorumluluğu bunu
gerektiriyordu: "Yaşananlar anlatılmalı, herkes bilmeli"ydi.
Hemen hepsine bir tanıdık aracılığıyla ulaşmama karşın görüşülenlerin
birkaçı dışında hiçbirini tanımıyordum. Görüşmeleri iki tarafın da
dikkatini dağıtmamak için genelde yalnız yapmayı tercih ettiysem de kimi
durumlarda bu mümkün olmadı. Dahası birkaç kez pastane, kebapçı,
kahvehane gibi mekânlarda da görüşmek zorunda kaldım. Bütün görüşmeleri
banda kaydettim. Sadece kitaptaki ilk röportajı gencin isteği üzerine not
tutarak yaptım.
Görüştüğüm her gence öncelikle ne yapmaya çalıştığımı anlattım.
Bu ülkede 14-15 yıldır bir "durum" yaşanıyordu. Bununla ilgili,
askerlik hizmetini "orada", bir başka deyişle "Olağanüstü
Hal Bölgesi"nde yapanlar dışında herkes ortamın elverdiği ölçüde
"yana", "karşı" ya da "ortadan" konuşuyordu.
"Durumu" bir de yaşayanların açısından görmek önemliydi. Amacımı
anlattıktan sonra ister soruların sorulması sırasında, ister sohbetlerimde
olsun, "durum" konusunda kendi öznel yaklaşımımı işaret
edebilecek bir terminolojiden kaçınmaya özen gösterdim. Görüştüklerimin
kendilerini ifade etmekte bir sıkıntıya düşmelerini, yönledirildikleri
duygusuna kapılmalarını istemedim.
Sorular üç bölümdü: Askerlik, öncesi ve sonrası. Görüşmeler
genellikle, çok istesem de bu sistematikle yürümedi. İlk sohbet sonrası,
kayıt cihazının düğmesine basıldığında genellikle neredeyse soru
sormaya gerek kalmaksızın görüşme aktı gitti. Kimi durumda ise, yaşanılanların
hatırlanmasının doğurduğu ruh hali içinde incinebileceklerinden kaygılandım,
bazı sorulardan vazgeçtim. Bir iki genç, görüşmenin belli bir yerinde,
"bu kadar yeter," deyip kaydı durdurttu, ama "yazılmamak koşuluyla"
konuşmaya devam etti. Elbette ki, görüşmelerde asıl ağırlık askerlik dönemiydi,
zaten geçmiş de gelecek de konuşulsa, artık onlar için, geride kalmış
olması dileğiyle, askerlik merkezli değerlendirmeler ve gelecek projeleri
yapmak kaçınılmazdı.
Doğum tarihi, doğduğu ve yaşadığı yer, öğrenim durumu, zorunlu askerlik
hizmetinin acemi eğitimi ve usta birliği dönemlerini nerede ve hangi
tarihlerde yaptığı, aile durumu, anne ve babasının ne iş yaptığı gibi
temel sorular 42 gence de soruldu. Birkaçı bu sorulardan bazılarına cevap
vermemeyi daha uygun buldu. Askerlik öncesi ilgileri, çalışıyorsa iş
durumu, çevresiyle ve ailesiyle ilişkileri de ilk bölümün soruları arasında
yer aldı. Askerlikle ilgili bölüm genellikle acemi eğitimi, günlük yaşam,
ilk nöbet, ilk çatışma, ilişkiler, acı, öfke, intikam, özlemler,
sevgiler üzerineydi. Düşman, kahraman, vatan aşkı, şehitlik, gazilik gibi
kavramları da konuştuk. Askerlik dönüşü dönem ise iş durumu, aile ve çevreyle
ilişkiler, askerlik öncesi ve sonrası hallerin karşılaştırılması ve
"durum"a yaklaşım ile "durum"la ilgili görüşler etrafında
dönen sorularla, ya da kimi zaman hiç soru sormaya gerek kalmaksızın kendiliğinden
anlatımlarla kayıtlara düştü.
Zaman zaman görüşmelerde başta kurulan mesafeyi korumak çok kolay olmadı.
Anlatılanları belli bir mesafeden dinlemenin, dahası ek sorularla ayrıntıya
girme ya da girememe ikileminin zorluklarını yaşadım. Duygusuz bir sorgucu
durumuna ya da gazetecilikte kimi zaman bir açmaza dönüşebilen
"merak"ın tuzağına düşmemeye çalıştım. Denizli'nin yoksul
Roman köyü Karakova'da, Mayıs 1993'te Bingöl yolunda PKK'nin 33 askeri öldürdüğü
olaydan yedi kurşun yarasıyla sağ kurtulan gençle görüşmek üzere
evlerine girip onu yatağında ilk gördüğüm anda söz bitmişti. 25 yaşındaki
gencecik bir insan yatağa mahkûmdu, tekerlekli sandalyesi var diye şükrediyordu,
neredeyse çocukluğundan beri sevdiği kıza kavuşamıyor, "gaziliğin mükâfatı
bu," diyordu. Ona ne sorabilirdim?
Bir yaz kampında ailesiyle çadırda tatil yapan gençle görüşürken birden
elektrikler kesildi. Beş dakika önce dokuz ayı elektriksiz, korkularla geçen
askerliğini anlatan gencin elektrikler kesildiğinde neler hissedebileceğini düşünmeyen,
iki çadır ötedeki uzun akşam yemeği masasında oturanlara öyle öfkelendim
ki... Haksızdım. Onun yaşadıklarını bilmeyen insanların onu anlamaları
beklenemezdi. Hep olduğu gibi, gençler anlatmıyor, bizler de sormuyorduk.
Oğluyla konuştuktan sonra, "size anlattıklarını dinlemek için neler
vermezdim," diyen anneden o sırada daha ayrıcalıklı bir konumda
olmaktan utandım. Her tehlike anında önce annelerini düşünen bu gençler
yaşadıklarını en çok sevdikleri, özledikleri varlığa anlatamıyorlar. Bu
da çok anlaşılır ve kaçınılmazdı, anneleri "Şafak 550"
boyunca yeterince kahrolmuşlardı, artık üzülmemeliydiler.
Bantlardaki kayıtlar olduğu gibi kâğıda dökülse 1500 sayfaya yaklaşan
bir kitap olacaktı. İstedim ki, onlar bana değil, size anlatsınlar, siz konuşun
onlarla. O yüzden aradan çekildim, yani öncelikle soruları çıkarttım.
Sonra, metni tekrarlardan ve kimi zaman konuşmanın seyri içinde özele kaçan
bölümlerden arındırdım. Anlatılanları daha anlaşılır kılmak için,
kimi durumlarda ortada anlatılanı başa, başta anlatılanı sona alarak her
konuşmayı kesinlikle konuşanın kendi sözcükleriyle, ama konuşurken
kolayca anlaşılsa da okunurken sorun yaratan devrik cümleleri değiştirerek,
bir ölçüde yeniden düzenledim.
Her şey 15 Ağustos 1984'te Şemdinli'de başladığına göre, onlar da konuşmaya
Şemdinli'den başladılar, 1998'e kadar ara vermeden anlattılar.
Mehmedin Kitabı'nda, bu önsözü, "Mehmetler Konuşuyor" izliyor.
"Konuşamayanlar Yerine" de iki aile, uçak kaçıran İhsan Akyüz
ile annesi ve kardeşlerini öldürdüğü iddia edilen Kastamonulu Orhan Kara'nın
aileleri ve yakınları konuşuyor. Çalışma boyunca, gazete haberlerini öncesine
göre daha dikkatle izlemeye, etrafta olan bitene "askerlik" bağlantılı
bakmaya başlayınca OHAL'de sıradanlaşan, gençlerin "kolay çözüyor"
diye tarif ettiği şiddetin artan bir hızla tüm topluma yayıldığını gördüm.
Kendilerini sürekli denetleme zorunluluğu hissettiklerini ifade eden gençler
kontrolü elden kaçırınca ya kendilerini ya yakınlarını öldürebiliyor,
ya da İhsan Akyüz gibi uçak kaçırıyordu. En sondaki "Sayılar",
devletin, devletler arası kuruluşların ve uzmanların 1984-1998 arasında
toplumu ölçmesinden çıkan resmi sonuçlar. Ama, bu sayıların ardında
hayatlar var... 15 yıldır birbirlerinin hayatlarını, hayallerini, umutlarını
ortadan kaldıran, kaldırmak zorunda kalan, birbirlerini kovalayan,
birbirlerinden kaçan insanların yaşantıları... Bu çatışmaya, resmiyet dünyasının,
Batı'nın askeri, siyasal ve ticari merkezlerinin gözünden bakanlar sayıları
toplayıp çıkartabilir, saklayabilir, abartabilir ya da küçümseyebilir.
Resmi kaynakların verdiği sayılar çoğu kez birbirini de tutmaz. Gerçi üç
eksik, beş fazla olsa da bu sayılar hep insanların hayatları ve yaşama koşullarını
yansıtır, ama sayıları kaydeden, sayan ve hesaplayanların bu insanların yaşamlarına
ve ölümlerine bakış biçimleri ve değerleri, onları hesapladıkları,
abarttıkları ya da küçümsediklerinin gerçek insanların hayatları ve
kaderleri olduğunu düşünmekten, hissetmekten alıkoyar. Hayatın, tek bir kişinin
hayatının değeri sayılabilir ve ölçülebilir mi? 15 yılın ardından,
kendileri, kaderleri ve hayatları üzerine hep başkalarının hesap yaptığı
ve hüküm verdiği "sayılar", ayağa kalkıyor ve konuşuyorlar...
Hiçbir hesaba sığmıyor yaşantıları, hiçbir peşin hükmü doğrulamıyor.
İnsanlar, sayıların sakladığı bir trajedide üstlendikleri rolün
muhasebesini yapıyor, kendileriyle, kendilerini yönetenlerle yüzleşiyorlar...
En son görüşmeyi, bu kez kaydederek Ahmet'le yapmak istiyordum, kabul etmedi.
Yeniden o günleri yaşamak istemedi. Ahmet, "sıkıntılarımı sevseydim,
kurtulamazdım, şimdi artık Kürt sorununun çözümüyle makro düzeyde
ilgileniyorum," diyor.
Çoğuyla geride bıraktığımız 1998'de tanıştığım 42 gencin serüveni kışlanın
kapısından ilk adımlarını attıklarında kulaklarında patlayan "sıraya
geç" komutuyla başlamıştı. Şimdi, hiçbir komut olmaksızın, artık
sırası geldiği için, yaşadıklarını sizinle paylaşmak için
kendiliklerinden "sıradalar".
Sözlerini bitirdiklerinde, vedalaşırken, çoğu, "size bunları değil güzel
şeyler anlatmak isterdim," demişti.
Ben de...
MEHMETLER KONUŞUYOR
DÜŞMANI GÖREMEDEN GERİ GELDİM
Dediklerine bakılırsa; Şemdinli'de bir jandarma komutanı varmış, halkla
ilişkisi çok iyiymiş. Sonra ne olmuşsa, komutan halka ters düşmüş. Halk
da bunun üzerine ayaklanmış. Şemdinli baskınının nedeni bu.
Biz seyyardık, merkezimiz Nevşehir'di. Destek olarak Tokat'a gönderilmiş,
üç dört ay orada kalmıştık. Tokat jandarmanın alamadığı üç dört
cesedi biz aldık. Yani, ufak çapta çatışmalar yaşadık. Aldığımız
cesetlerin, yani çarpıştıklarımızın kimler olduğunu da bilmiyorduk. Söylenmiyordu,
biz de soramıyorduk. "Onlar terörist," dendi, o kadar.
Tokat'tan Nevşehir'e döndük. Döndük, ama dinlenemeden bizi otobüslere
bindirdiler, haydi Kayseri, oradan uçakla... Nereye gittiğimizi bilmiyoruz;
soramıyoruz, söylemiyorlar. Kendimizi Van Tugay'da bulduk. Bekliyoruz...
Askerler, "Şemdinli basılmış," diye konuşuyordu. Kim basmış,
neden basmış, Şemdinli'de ne varmış? Bilen yok. İnsan merak ediyor. Geçmiş
gün, demek ki 84 senesinin Ağustos sonu gibi oluyor.
Van Tugay'da bir hafta on gün kaldıktan sonra, güvenlik eşliğinde basıldığını
bildiğimiz Şemdinli'ye götürüldük. Çadırları kurduk, bekliyoruz, gene
ne yapacağımızı, neden orada olduğumuzu bilmiyoruz. Daha doğrusu, destek
birlik olduğumuz için, bir problem olduğu kesin de... Şemdinli'nin basıldığını
da duymuşuz. Eğitim yapıyoruz, nöbetler tutuyoruz. Bizim taburu bölük bölük
dağıttılar. Ben 3. Bölükteydim. Bizi Konur bölgesine gönderdiler. 2. Bölük
de Derecik bölgesine gitti. Tam bir mahrumiyet bölgesi, telefon dahil hiçbir
şey yok. Ailelerimizi arayamıyoruz. Onlar da bizi nerede arayacaklarını
bilmiyorlar. Bu Konur bölgesinde bir buçuk ay kaldık. Saldırı falan olmadı.
Nöbet tutuyoruz, eğitim yapıyoruz. Bu kadar sakin geçince, arkadaşlarla,
"bizi burada tutmazlar, bir yerlere yollarlar," diye konuşuyorduk.
Dediğimiz çıktı, yeniden yolculuk göründü. Uzak değil, İkinci Bölüğün
kaldığı Derecik bölgesine taşındık. Yollar "S" harfi şeklinde,
yani araba kıvrım kıvrım inerken ya da çıkarken tepede bir yerde mevziini
alırsan, arazideki bütün hareketliliği, geleni gideni görürsün. Teröristler
tam böyle yapmışlar, tepedeler. Bizim bölük komutanıyla astsubay jiple kıvrıla
kıvrıla yukarı tırmanıyorlar. Teröristler yukarıdan ateş açıyor,
komutan hemen ölüyor, astsubayla iki er dereye yuvarlanıyor, orada mahsur kalıyorlar.
Bir kamyon bunları görüyor, bir şey yapamıyor ama bize gelip haber veriyor.
Biz zaten hazır kıta bekliyoruz, hemen arabalara bindik, olay yerine gittik.
Sonradan Komutanın postası da öldü. Teröristleri kaçırdık ne yazık
ki... Sabaha kadar ateş ettik ama, bir şey alamadık.
Sonra, "Irak sınırını geçecekler" diye bir duyum gelmiş. Geçişlerini
kesmek için bizi helikopterle sınıra bıraktılar. Ateş ettik. Sonradan ateş
açtıklarımızın kaçakçıların katırları olduğunu öğrendik. Neyse ki,
kimse ölmedi. On saat kadar yaya yürüyüp bir karakola ulaştık, orada yattık.
Bu karakolda kumanyamız bitene kadar, demek ki bir hafta kadar kaldıktan sonra
helikopter bizi tekrar Şemdinli'ye götürdü. Orada yeni bir yatılı bölge
okulu yapmışlar, ama daha açılmamıştı. Okul bizim oldu, içine yerleştik.
En önemli konu gene bu meşhur Şemdinli baskınıydı, herkes bunu konuşuyordu.
Dediklerine bakılırsa; Şemdinli'de bir jandarma komutanı varmış, halkla
ilişkisi çok iyiymiş. Sonra ne olmuşsa, komutan halka ters düşmüş. Halk
da bunun üzerine ayaklanmış. Şemdinli baskınının nedeni bu... Biz o zaman
PKK falan bilmiyoruz, "terörist, anarşist" falan diyoruz... Çatulga
diye bir yerde bir ay kaldık. Gece saat üç gibiydi, "teröristler
geliyor," diye uyandık. Hemen ateşe başladık. Sabah olunca, kaç tane
terörist ölmüş görmek için gittik. Katırları vurmuşuz...
Acemi birliği iyiydi. Savaş olacağını nereden bilebilirdik? Zaten, olan
biteni savaş gibi görmedik. Askerliği böyle düşünmemiştik ama, başa
gelen çekilir gibi bir şey oldu. Yaşadıklarım bende bayağı bir iz bıraktı.
Neredeyse 15 yıl geçmiş, hâlâ hatırlamadığım gece yoktur. Oranın
insanlarını da çok düşünürüm. İnsanların geçimlerini sağlayabileceği
bir şey yok. Bir sosyal yaşantı yok, okul yok; halk yok yani aslında.
Adamların geçimi kaçakçılık. Gündüz sokaklarda hiç erkek yoktur, hep
bayan. Erkeklerin nerede olduğunu sorarsan, "dışarıda, İstanbul'a
gitti," derler... Orada halk askeriyeye düşman, neden bilmiyorum. Şimdi,
o insanlara bir şeyler götürülseydi, bütün bunlar olmazdı diye düşünüyorum...
Askerlik bitti. Antalya'ya geliyorum artık, otobüse bindim. Korkuyorum. Tabii
teröristin terörist olduğu alnında yazmıyor, ama benim asker olduğum,
teskereyi almış olsam bile çok belli. Yanıma oturan biri, "asker
misin" diye sorduydu, hemen reddettim. Aslında belli. Üstelik, soran da
askermiş, o rahatça söylemişti. Döndüğümde, kafam hiç iyi değildi.
Babam da halimden memnun kalmayınca beni İstanbul'a gezmeye gönderdi. İçimde
bir sıkıntı vardı. Askerlik dönüşü en çok fark ettiğim aileme,
akrabalara, arkadaşlara ilgimdi. Oraları görüp yaşadıktan sonra,
memleketime de, çevreme de sevgim arttı.
Bence, bu işin bitmesi ekonomiye bağlı. Kaçakçılık insanların geçim
kaynağı. Yani Suriye, Irak ve İran ile ticaret serbest olsa bayağı etkili
olur. Askerden önce Kürt arkadaşım vardı. Hatta, yıllar önce yanımızda
çalışan Kürtlerle hâlâ görüşüyoruz. Birbirimizi severiz. Onlar Batmanlı.
Askerdeki arkadaşlarımız arasında da Kürtler vardı, onlarla da hâlâ görüşüyorum.
Ben Kürtleri düşman olarak görmüyorum. Askere gitmeden beynimde bir düşman
vardı; onu her an vurulacak bir şeytan gibi düşünüyordum. Düşmanı göremeden
askerliğim bitti. Düşman, belki de Şemdinli'de gündüz gördüğüm
biriydi. Alnında "düşman" yazmadığı için onu tanıyamamıştım,
kim bilir! Askerde hiç izin kullanmadım. Bir çırpıda olsun bitsin istedim.
Ailemle neredeyse hiç haberleşemedik; telefon da yoktu, mektup da... Mesela,
amcamın ölümünü dönünce öğrendim. Şimdiki durumlara göre, yanımda hiçbir
arkadaşımın şehit olmaması en büyük şansımmış. Askerden döndükten
sonra olgunlaştım. Kan basıncım mı azaldı bilmiyorum. Kaygılı, sakin
biri oldum. İnsanlara daha nezaketli olmaya çalışıyorum. TGRT'deki
"Mehmetçik" programını halen izliyorum, o günleri yeniden yaşıyorum.
Toplum Güneydoğu'yla o kadar ilgili değil. Orada çocuğu olan, ya da çocuğunun
askerlik çağı gelenler dışındakiler pek ilgilenmiyor. Ateş düştüğü
yeri yakıyor. Medya askerliğin güzel yüzünü gösteriyor. Kahramanlıklar
falan boş, çocuklarını göndermeden orası kimsenin aklından bile geçmiyor.
Ben de gitmeseydim, Şemdinli nerede bilmezdim. İnsan ancak görünce
ilgileniyor. (Kasım 1998, Serik, Antalya)
1964, Serik doğumlu, lise mezunu, babası esnaf, babasının işini sürdürüyor.
Yedi oğlan, tek kız sekiz kardeşin dört numarası. Askerliğini
1983-1984'te, Nevşehir merkez olmak üzere Tokat, Şemdinli gibi yerlerde yaptı.
YİRMİ YAŞINDA BİR ÇİĞDEM GİDİYOR...
O vatan aşkı olmasa, gidip yapmazsın bu işi. Aşkın tabii parayla bir ilişkisi
var; para çoğaldıkça aşk azalıyor. Gitmemek gibi bir şey insanın hiç
aklına gelmiyor ki...
Hayatımda Tunceli diye bir yer duymadıydım. "Çok ufak bir yerdir,
vadinin içi," dediler. Bilmediğin yer, illa ki heyecanlanıyorsun.
Komutanlar "gideceğiniz yer çok güzel," demişlerdi. Alay komutanı
beş bin kişide biz 40 kişiyi örnek gösterip kutlamıştı. Acemide çok başarılı
olunca bizleri bilgisayara sokmadan seçmişlerdi. Kutlama bundan. Acemi birliği
illa ki zor. Acemide eğitime alıştırmak maksadıyla eziyorlar. Normal askeri
eğitim değil, gerilla eğitimiydi. Olaylar bizim zamanımızda şey etti
zaten. Bilgimiz de yoktu. Aslında ben Batıyı istiyordum.
Tugaya gittik. Hemşehrilerimiz varmış, yabancılık çekmedik. Nöbet yoktu,
misafir gibi yedik, içtik, dolaştık. Arazi bilmediğimiz için bir ay bir
yere gitmedik. Bir sabaha karşı, çatışmaya başladık. Dokuz saat sürmüştü.
Önce bir tim çevirme yaptı, ondan sonra biz teröristlerin olduğu mezraya
girdik. İlk ateşte bir arkadaşı da şehit verdik. Anons ettik, teslim
olmalarını istedik. Ateşle karşılık verdiler. Tugay komutanı asker öldüğünü
duyunca, "ağır silah kullanın," dedi. Düşen arkadaş bizden biraz
üstteydi, teskeresine altı yedi günü vardı, Çorum'a cenazesi gidiyor.
Babası, "teskere yerine cenaze mi gelecekti," diyor, o anda kriz
geliyor, ölüyor. O anda insan şok oluyor. Zaten açtık, sabaha karşı
gittik, akşama kadar da çatışma sürdü. O anda açlık aklına gelmiyor...
İhbar 12 kişiydi; üçü kaçmayı başardı, dokuzunu öldürdük. Şehit
arkadaşı birliğe gönderdik. Kalan teröristleri Ovacık il Jandarmaya teslim
ettik. Bu çatışmayı üç dört ay üstümüzden atamadık. Ateş altında
durmak çok zor oluyor. Her şeyi unutuyorsun, hayatta kalma savaşı
veriyorsun. Üç dört ay ufak tefek çatışmalara katıldık. Mazgirt'te bir
olayda dokuz kişiyi öldürdük, iki bayan bir erkek canlı yakaladık, teslim
oldular. Kadının biri hamileydi. Teröristlerle karşılaşınca, insan öfkelenmez
mi? Araçlara bindiriyorduk, il Jandarmaya teslim ediyorduk, sorgusu orada
soruluyordu. Teröriste dokunamazsın. Yasak. Konuşsanız da, sana cevap olarak
özgürlük işareti yapıyor. Jandarmaya normal ihbar, bize kesin ihbar
gelirdi. Biz gider, imha ederdik. Mesela "burada dokuz terörist görülmüştür,"
dendiğinde, kesin vardır yani. Biz çok dolaşırdık, köylü seni terörist
olarak bilir, asker olarak bilmez. İhbar alınca terörist gibi köye gidersin.
"Arkadaşlar gelecekti, ne yana gittiler," dersin. Neyin ne olduğunu
bilmiyorsun, abdest alıp gidiyorduk. Ayağımızdan bir ay bot çıkmadığı
olmuştur. Dağda bazen telsizin şarjı bitince irtibat kesiliyor, araç
gelmiyor, aç kaldığımız zaman oluyordu. Normalde çok güzel yemek çıkıyordu.
Dağda konserve yiyorduk; et, balık... Ot yiyorduk. Anadolu çocuğu otları
tanıyor, ekserisi Anadolu.
Vatani görevin kurtuluşu yok ki, teselliyi sohbetlerde buluyorduk. Arkadaşlıklar
çok güzeldi. Sevdiğimiz arkadaşlarla yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmezdi.
Arkadaşlarla halen görüşüyoruz. Polis timiyle operasyona girerdik. Tim
komutanlarımız ekseri teğmen. Operasyona gidince komutan yüzbaşı, binbaşı,
nadiren asteğmenler oluyordu. Tunceli gelişmemiş bir memleket. Artık terör
yönünden mi gelişemiyor bilemem. Halk çok iyi davranırdı, onlar da iki ateşin
arasında kalmış, terörist geliyor başka türlü, asker geliyor başka türlü
konuşuyor. Onlara da hak vermek lazım. Halk çok gariban. Onlarla sohbet
ederdik, "niye duruyorsunuz burada, geliriniz de şey," derdik.
"Ne yapalım," derlerdi, "mecbur yaşayacağız".
Bingöl'de kapıda nöbet tutuyorum. Bakıyorum, benzetiyorum. "Burada ne
gezsinler," diyorum.. Koştum biraz, tabii sarmaş dolaş, babam, dayım...
Nasıl sevindim, nasıl sevindim... Aslında görüşmek yasak, baba bir yüzbaşımız
vardı, ses etmedi. Yatılı okulda kalıyorduk, babamla dayım da bizle bir
gece kaldılar. Rütbe diye bir olay yok, arkadaş gibisin. "Komutanım"
yok, ismiyle hitap edersin. Dayak da olmaz... Acemide dayak "yemedim"
diyen yalan söyler, bir kişi hata yapar üç kişi dayak yer. Orası sivil
gibi değil, baş kaldırsan ne yapacaksın? "Yerim dayağı, geçsin şu
an," diye düşünüyorsun. Dayak olmazsa bir laubalilik olur mu acaba?
Olabilir. Emir gelmeyince, ağır silahları kullanamıyorsun. Neden kullandırtmıyorlar
bilmiyorum, aklım ermiyor. Ağır silahları daha önce kullanabilseydik,
mesela Çorumlu arkadaşı kesinlikle şehit vermezdik. Bastığımız o mezrada
zaten bir kişi duruyordu. Anons ettik, köyü terk etmesini istedik. İsteselerdi,
ağır silahla köyü imha edebilirlerdi. Mezra zaten üç dört hane bir yer.
Dokuz saatlik çatışmadan sonra ağır silahları kullandık.
Askerden döndüğümde beni kurban keserek karşıladılar, kahraman gibi.
Annemler kahvaltıdaymış, tabii apar topar sarmaş dolaş. On yedi yaşında
evlenmiştim, askere giderken bir çocuğum vardı. Tabii zor oluyor çocuk
hasreti. Çocuğum o zaman yaşını doldurmuş muydu, doldurmamış mıydı? İkincinin
doğduğunu üç ay sonra öğrendim. Operasyondaydım. Valla, ailemin mektubunu
üç dört ayda bir alıyordum. Çatışmada insan mermi seslerine alışıyor.
Çatışmaların etkisi kalmış bende. Geldikten sonraki ilk üç dört ay,
arkadaşlar, "önceki gibi değilsin," derlerdi. Demek ki bir değişiklik
olmuş, çatışmaların etkisi falan. Çatışmalar üç dört ay rüyalarıma
falan giriyordu. Mermi, o çocuğun alnından girip arkayı parçalamıştı. Çok
da gariban biriydi. Babasının ölmesi de bizleri etkilemişti. Hâlâ rüyalar
görüyorum. O vatan aşkı olmasa, gidip yapmazsın bu işi. Aşkın tabii
parayla bir ilişkisi var; para çoğaldıkça aşk azalıyor. Gitmemek gibi bir
şey insanın hiç aklına gelmiyor ki...
Güneydoğu sorunu, Kürt sorunu yok da bir kişi ortalığı bulandırıyor. Öyle
Kürt diye Türk diye bir olay yoktur. Öcalan olmasa bu sorun olmaz, arkasında
çok büyük devletler var, adamı koruyorlar. Mesela rahmetlik Türkeş,
"izin versinler, üç ayda kellesini getireyim," demişti. Türkeş'e
neden izin vermediler, bilmiyorum. Haberleri izliyorum, aynı bizim operasyon
yaptığımız yerlerde operasyona devam ediliyor, değişen bir şey yok. Aslında,
orduyu, askeri durumu düşünecek olursan, bitmemesine imkân yok... O zaman bu
kadar süreceğini hiç tahmin etmiyordum. Askeri duruma bakınca karşındaki
de bir ordu gibi iyi dayanıyor. Askeriyenin en gözde askerleri orada. Niye bu
kadar sürüyor bilemiyorum. Adam mesela akşama kadar normal, geceleyin terörist
olarak çıkarmış. O zaman, "buranın hepsi böyle, bura kazılmadığı
sürece bitmez," derlerdi. "Doğu'yu kazıyacaksın," derler. Şehit
cenazelerine katılıyorum. Çok hüzünlü... İnsan "değer miydi"
diye illa ki düşünüyor tabii. Yirmi yaşında bir çiğdem gidiyor ya.
Umutsuzum ben, devam eder, bu Doğu bitmez. Gençler ölmeye devam edecek. Kim
çıkıp da dur diyecek? Ancak Atatürk gibi bir adam gelecek ki... Ancak o
"dur" der. Başka türlü olmaz. (Ağustos 1998, Çankırı)
1966, Çankırı doğumlu, ilkokul mezunu. 1986 Martı'nda Manisa Kırkağaç'a
acemi birliği eğitimi için gitti. Usta Birliğinde Tunceli'deydi. Esnaf.
SAKALLI BİR ASKER OLDUM
"Gayrimüslimlere hiç rütbe vermiyorlar," diyorlardı. Kendini
sevdirmeye bağlı, bir de ihtiyaçla bağlantılı. İstanbullusun, orada adam
gibi adam bulmak mesele, adama adım attıramıyorsun, "sağa dön,"
diyor, sola dönüyor.
"Neden ismin şu, " diye soruyordu. Bu sorularda kasıtlı bir şey
yok. Tokat'tan gelen beş kişiydik, ben Rum'dum, gerisi Ermeni. Sonrasında
herkes ayrı bölüklere düştü. Ben birinci bölüğe düşünce, "papazı
bulduk," dedim. Yemekhanede falan belli bir süre grup halinde otururduk.
"Kimse bizi içine almıyordu," demeyeyim de, ne yapacağını bilmediğin
için, çekingenlik var. Başta kimseyi tanımıyorsun. "Gayrimüslimlere tüfek
vermezler," dendiği için, başta, "silah vermezler herhalde, mutfağa
falan verirler," diye düşünüyordum. Ben, gayrimüslim olarak en aktif
olanlardan da birisiydim. "Gayrimüslimlere hiç rütbe vermiyorlar,"
diyorlardı. Kendini sevdirmeye bağlı, bir de ihtiyaçla bağlantılı. İstanbullusun,
orada adam gibi adam bulmak mesele, adama adım attıramıyorsun, "sağa dön,"
diyor, sola dönüyor. Eğitim görmediğim halde, onbaşı bile oldum. Adam
liseyi bitirmiş ama bitirdiği lise buranın ilkokulu gibi, o yüzden sınavla
insanları onbaşı yapıyorlardı, biri de bendim.
Hep Bitlis'teydik, tatbikatlar haricinde. Özellikle PKK'nın, kuruluş yıldönümü
mü nedir, 15 Ağustos, kesin tehlikeli bir gün. O zaman alarmdaydık.
Normalde, garaj nöbetçileri namluyu mermiye sürmezdi de, 15 Ağustos'ta el
tetikte beklersin. Bir şey olmazdı ama öyleydi. Bizi, Van, Tatvan'a falan
futbol maçlarına götürürlerdi. Önce eğitimini görüyorsun, kesinlikle
ateş açmak yok, tüfekler emniyette, ucuna kasatura takarsın, ama gerektiğinde
dipçikle müdahale edeceksin. Van, Tatvan, Bitlis halkı askerden bayağı tırsıyor.
Hiç olay olmadı.
Zırhlı araçlarla, telsizler, sırtında tüfekler, tam teçhizat dağların
eteklerinde bütün bir gece nöbet bekliyorsun, korkuyorsun. Korkuyu atmak için
sohbetler olurdu. Ufak tefek kıpırdanmalar o zaman başlamıştı. Gece atışları,
gece eğitimleri, 7. ayda falan, askerliğin ortalarında başlamıştı. Gece eğitiminde
sigara içmeyeceksin. İçersen sigaranı elinle kapatacaksın, ateşi 5 km'den
görünüyor. Ağzında sigarayla nişan alırsa seni alnının ortasından
vurmuş oluyor. Yürürken elmacık kemiklerin, alnın parlar, geceleri onu
karartıyoruz. Tüfeğin ses çıkaracak aksamını bir şeylere bağlıyorsun.
Tam o sıralar işin kızışmaya başladığını şimdi fark ediyorum. Kış
tatbikatı özellikle karda olurdu, çok zordu. Karda iki misli ağırlaşıyorsun.
Kar kıyafetleri, beyaz kuşanman ağır bir dert tabii, tüfek parlamasın diye
tüfeğe kılıf geçiriyorsun. Tatbikatlarda konserve çıkardı, çoğunlukla
bozuk olurdu, yenmezdi. Sabahları un çorbası çıkardı. Biz arkadaşlarla çarşıdan
bir şeyler alır, depoya koyardık. Yenmeyecek şeyler çıkınca, koyduklarımızı
depodan alır, garibanlarla beraber yerdik. Silah kullanmayı iyi öğrendim.
Keskin nişancılara rozet türü bir şey takarlardı, benim de vardı tabii.
Tabii herkesle arkadaşsın, ama illa ki bir gurubun da vardı. Orada, çok iyi
dostluklarım oldu. Ağır bombalar yoktu, ama bir iki zengin çocuğu vardı.
Onlar pek bizimle takılmıyorlardı. Hafta sonu çarşıya çıkınca ne yapılır?
Tek bir caddesi var, kahveye gidersin, videoya macera filmleri koyarlar,
seyredersin, birkaç kişiyle muhabbet edersin. Bilardo salonuna falan da
gidiyordum. Şafak 550 idi. Acemide biraz, Bitlis'te düzenli olarak şafak
karalamaya başlamıştım. Mektup yazmayı sevmezdim, eve ne telefon ederdim ne
mektup yazardım. Annem merak edip Beşiktaş askerlik şubesine başvurmuş.
Bitmeye yakın, yüz felci geçirdim. Askerden beş sene önce de geçirmiştim.
Revirde doktor bakıyor, anlamıyor, nereden bilsin. Öncekini söyledim.
Belirtileri biliyorum. Önce, tat alamıyorum, sonra tek gözüm kapanmıyor.
Doktor yirmi gün istirahat verdi.
Doktor yüzünü yıkamayı yasaklıyor. Soğuk bir dönem, yüzüme kar başlığı
geçirdim. Sakal papaz gibi oldu. Doktor, "kesmeyeceksin, suya değmeyecek,"
diyor. Yüzü sıcak tutsun diye sakalı kesmiyorsun. Sakallı bir asker oldum.
Aman tanrım! Bir fotoğrafçı da gelmiyor ki, fotoğrafımı çeksin, sonra,
arkadaşlarıma "orada sakallıydım" diyeyim. Koğuşta
istirahatteyim, kitap okuyorum, ayaklarımı sallıyorum. Yeni bir komutan gelmişti.
Kısa boylu bir şey, koğuşa girdi, ayağıma bir tekme vurdu. "Ne yapıyorsun
lan, hazır ola geç," dedi, geçtim. Dalga geçiyor sanıyorum. "Yüz
felci geçirdim, yirmi gün izin aldım," diyorum. "Çıkar bakayım
maskeyi," dedi. Çıkardım. "Yarın görmeyeceğim," diyor.
"Emredersiniz!" Herif, "sakalı kes," diyor, doktor da,
"kesme". Kesmedim tabii. Adam ertesi gün geldi, "ne oldu"
dedi. "Komutanım, kem küm, doktor..." diyorum. "Başlarım
senin doktoruna," dedi, biraz da küfürlü konuştu. Tekmeyi yedim, iki
tane vurdu, yerdeyim. "Derhal gideceksin, sakalını keseceksin,"
dedi. Ne yapacağım şimdi? Üç dört gün kalmıştı. Dozu azaltarak
kortizon tedavisi görüyorum. Son üç-dört gündür hastalık iyiye
gidiyordu, hissediyordum. Çorba ağzımın bir tarafından giriyordu, bir tarafından
dökülüyordu. Kaslarım tutmuyor. Jilet buldum. Kan revan içinde, suratımı
doğradım. Askersin, "kestik sakalı" diyeceksin. Dedik.
"Tamam" dedi komutan, "in aşağı tuvaleti temizle!" Cezaya
bakar mısın? Tuvalet temizliği bitti, duruyorum orada. Bizim bölük astsubayı,
çok severdi beni, geçiyordu, "ne yapıyorsun," dedi. "Komutanımız
emretti, tuvaleti temizledim, şimdi bekliyorum başında." Bunun üzerine,
Astsubay beni yazıhaneye bakma işine verdi. Sakalı tekrar bırakmadım artık.
Bir daha doktora çıktım, on gün daha rapor verdi. Koğuşta iç nöbet
tutmaya başladım, hani içerdeydim ama bir işe de yarıyordum.
Bir gece, "yangın var" diye millet bağırıyor... "Çatı tutuştu,"
diyorlar. Tatbikatta kullanılan kuş tüyü uyku tulumları tutuşmuş. Neyse,
herkesi tahliye ettiler, önce tüfekler, herkes tüfeğini alsın... İçtimaa
geçtiler, adamlar sayılıyor. Adanalı biri, içerde, "kalk tavan yanıyor,"
diyorsun. Adam, "bırak yansın, ben istirahatteyim," diyor. Herkes sıraya
dizildi. Bölük komutanı geldi, herkesi saydı saymadı. "Tüfekler tamam
mı," diyor. "Adamlar tamam mı," demiyor. Niye? Çünkü tüfekler
ona zimmetli. Nöbettekiler, istirahatlılar, yani yerinde olmayan bir sürü
adam var. "Tüfekleri al," derken, "alabildiğin kadar tüfek
al" denmek isteniyor. Bunun sivildeki can ve mal mevzuundan farkı yok.
Birinci bölüğe ilk girdiğimizde bir bölük komutanı vardı, "aslan üsteğmen"
derlerdi, tırlağın tekiydi. Ciddi şiddet uygular, kazma sapını insanların
belinde kırardı. Durup dururken vurmuyordu ama çok aşırıydı. Kazma sapı
kırılır mı? Öldüresiye dövüyor adam yani. Korkunç! Ben kendimi çok şanslı
hissediyorum. Ondan dayak yiyemedim.
Bana o iki tekmeyi atan öbür kısaydı. Kısa mesafeli atışlar vardı. İlk
atışlardı, daha acemisin, G3'ü tanımıyorsun. En hassas bölgelere vuruyor,
beklemiyorsun, elle vurur, şeyle vurur. Üstüne geliyor, hışımla bağırıyor
çağırıyor, yumruk gelecek zannediyorsun. En aşırı döven oydu. Az döven
seviliyor, tabii, dövmeyenler de vardı.
Mesela, adam birinci atışını yaptı, hedefe ateş edemiyor. Orada bir toz
bulutu kalkıyor, belli ki mermi yere çaktı. Komutan, "şimdi göreceğiz
senin atışını," diyor. Ben bir şekilde hariçten üç tane hedefe
vurdum, iki tane de arkadaşın hedefine attım. Herif bir bakıyor iki tane
mermi orada. Dövünmeye başladı, "nasıl olur lan," diyor,
"kim attı?" Üçünün de yere çaktığını gördü ya. En azından
çocuk dayaktan kurtuldu. Başkasının yerine atmayı, fırsat oldukça yapardık.
88'e girerken bir tedirginlik vardı ama şimdi olsaydı iki üç kat fazla
tedirgin olurdum. O zaman en kötü Bingöl'dü. Bingöl'e düşenler,
"eyvah" diyorlardı. Bitlis çıkınca derin bir oh çekmiştim. Tam
biz oradayken şehitler falan olmaya başlamıştı. Haberleri izliyorduk, ufak
tefek olaylar oluyordu, ama önemsenmiyordu. Tel örgü nöbetlerinde biraz
tedirgin olurdun. Benim tel örgü nöbetim kısa sürdü. Onbaşı olmadan önce
bir süre tuttum.
Askerlik sonrası arkadaşlarımda değişiklik oldu, tabii. Artık askerlik
arkadaşlarım da vardı. Düğünlerimize gidiyoruz. Bir gün Mersin'den, İstanbul'dan,
Düzce'den hepimiz Ankara'da buluştuk. Berberde sohbet ediyoruz. Berber,
"nasıl oluyor da, bu kadar insan bir düğün için kalkıp geliyor,"
diyor, şaşırıyor. Asker arkadaşlığı çok farklı, çok şey paylaşıyorsun.
15-20 dakika bile bir şeyleri paylaşsan başka oluyor. Kısa dörtlükleri ben
çok severim, resimlerin arkasına kısa bir dörtlük yazardım. İşte,
"30 Kasımda geldim askere/ Bir gün alırım teskere/ Sizi gelemedim görmeye/
O yüzden mecbur kaldım zarfın içinde gelmeye" türünden... Boş
zamanlarımızda müzik dinliyorduk. Bir yerden teyp edinmiştik sonra yakalandık.
Çünkü, yasaktı öyle şeyler. "Amerikan ordusu mu, burası evlat,"
diyerek teybi aldılar. Kütüphane yoktu. Roman okurdum, bulabildiğimiz o çünkü,
cinayet romanları falan. Orada Beyazıt'taki sahaflar türünde bir şey arıyorum
bulamıyorum, tabii ki. Sezen Aksu'nun, "kurşun gibi izler/ son bakıştaki
gözler" parçasını çok dinlerdik. Bizim orada gazino falan yok, bir
nevi sürgün yeri gibiydi.
Her genç askerlik yapsın. Şiddet zaten çocuklukta başlıyor; kız olsa
bebek alırsın, erkek olursa tabanca alırsın. Askerlikteki şiddet kabul
edilmiş bir şiddet. Başına ne geleceğini biliyorsun. Mesela, üsttekine karşı
çıkınca dayak yiyeceksin, onun üstüne ceza alacağın da kesin. Şiddetle
ilişkimde bir farklılık yok. Ben pek kimseye bulaşmam, bana da bulaşmasınlar
yani. Mesela, otobüste adam bakınca ben de ona bakardım, öyle geçer
giderdi. Askerden sonra, o bakıyor, ben bakıyorum, o çekecek yani. İlla ki,
ufak bir değişim oldu, ama öyle aşırı bir şiddet yok. Askerlik yapılması
gerekiyor diye düşünüyorum, ama niye yapılması gerektiğini pek
bilmiyorum. O dönemden geçmen lazım, bir şeyleri kavrıyorsun bence. Döndüğümde,
kafa yapısı olarak biraz daha toparlandım. Askerlik yapmak gerekli, adam
eder, ediyor. En azından mesafe uzak oldu mu sivil hayatın değerini de anlıyorsun.
İşte ilk kez ailenden ayrılıyorsun. Yapmasaydım eksikliğini hissederdim.
Orada da bir sürü şey öğrendim. (13 Haziran 1998, İstanbul)
1968, İstanbul doğumlu. Hem çalıştı hem Rum ilkokulunu bitirdi, çeşitli
işlerden sonra, 1983'ten bu yana kemercilik yapıyor. 1988 Kasımında askere
gitti. Acemi eğitimi Tokat'ta, düz piyade, sonrası Bitlis... İki kız iki oğlanın
iki numarası... 1990 Nisanında döndü.
ASKERİN ŞANSI OLSA KAÇAR, KAÇACAK!
Beni nasıl kahraman olarak görebilirler? Kendi halkımla savaştım. Askerliğimi
nerede yaptığımı söyleme gereği duymuyorum, iyi bir şey olmadığını
biliyorum. Soranlara, "Kayseri'de yaptım," diyorum.
Paraşütü seviyordum, lisede bu nedenle Türk Hava Kurumu'nun açtığı
kurslara katılmıştım. Tabii bu sportif amaçlı bir faaliyetti. Üniversiteyi
kazanamayınca askerlik için başvurdum. Paraşüt sertifikamın askerlik şubesine
gönderildiğini bilmiyordum. Böylece Kayseri Hava İndirme'ye gönderildim.
Komando eğitimi alıyorum. İki seçenek vardı: Paraşüt ve dağcılık. Dağcılığa
geçtim. Kayseri'de hiç dinlenme yoktu, çok yoğun dayak falan vardı. Oradaki
üç aylık eğitim bitince, "bölgeye gideceksiniz," dediler. Bizim
asıl birliğimiz Çorlu'daydı, ama birlik zorunlu hizmet için bir yıllığına
Güneydoğu'daydı. Önce Diyarbakır'a toplanma merkezine, oradan
birliklerimize gönderildik. Jandarma birliği idi orası. Bana Mardin-Dargeçit
ilçesinin Kısmetli köyü düştü, Kürtçe adı Kezboran idi galiba. Köy hâkim
bir tepede kurulu, bir de okulu var... Yer olmaması nedeniyle, bir ara okulda
yattık, okulla iç içeydik yani. Bir bölük, timleri yirmişerden saysak, 100
kişiydik. Okulda önce çocuklar yoktu. Daha sonra, bina hem karargâh hem de
çocuklar için okul oldu. Öğretmenle iç içeydik. Daha sonra, orayı boşalttık,
hayvan ağılı mı desem öyle bir yer, tamir etmişler, oralara gittik. Bir
karar gelirse, gece üçte de kalkıp gidiyorduk. İki-üç saat yürüdükten
sonra uzak noktalara gidiyorduk. Çok uzak noktalara araçla bırakılıyorduk,
oradan tekrar intikal alıp yürüyorduk. Genellikle, bir muhbir tarafından
belli duyumlar alınıyordu. Duyumlar tabii tabur komutanına gidiyordu. Komutan
da, "şu koordinatlarda gözetleme yapılacak, pusu atılacak, operasyon
yapılacak," diye bize koordinat gönderiyordu. Ona kalsa sürekli
operasyon yapılacak ama bölük komutanının inisiyatifi ile yapmıyorduk. Bölük
komutanı asteğmendi. Operasyonlar genelde köylere, belli geçiş noktalarına,
stratejik bölgelere yapılıyor. Operasyon sisteminde köyün en aşağı 500
metre gerisinde jandarmalar arama yapsın diye geniş emniyet alınır. Ev
aramalarında, ben unsur komutanı olduğum için genelde emniyet olarak
damlarda oluyordum. Aramayı öncü gücümüz yapıyordu. Ev aramaları sırasında
köylüler evlerinde oluyorlardı. Hiç içimden gelmiyordu ama elbiseyi
giydikten sonra ben de görevimi yapıyordum. Orada asker her şeyden üstün,
oradaki insanlar da öyle korkuyorlar ki... Asker de halkın korkması için
elinden geleni yapıyor. Diyelim, saat 10'dan sonra dışarı çıkmak yasak. O
saatten sonra dışarıdaki her türlü canlıyı öldürme yetkisine sahipsin.
Kaç eşek gitti, tahmin edemezsiniz. Bir iki arkadaşımız soğuktan donarak
öldü. Bu Mardin çapında büyük ve genel bir operasyondu. Başka bölükten
biri sırt telsizi kullanıyor, anteninden şimşek alıyor. Sıcak çatışmaya
girmedim. Bir iki kere stratejik bölgeden geçerken, pusuya düşeceğimizi
hissettik, geri döndük. Mesela, gece silah sesi gibi metal sesleri geliyor,
biz de mecburen pusuya düşmemek için geri dönüyorduk. Bir de bu Nevrozda başka
bölgelere gittik. Kendimi ölüme çok yakın hissettiğim anlar oldu. Onlar
seni yeşil elbisenin altında tanımayacağına göre, ben de nasıl davranmam
gerekiyorsa öyle davranıyordum. Zaten insanları da öyle şartlandırıyorlar;
mesela tabur komutanı, "bir kelle getirenin askerliğini kısalttıracağım"
şeklinde telkinler yapıyordu. Biz Kürtler azdık, Türkler daha çoktu. Zaten
Kürt askerler devamlı araştırılıyor. Askerden önce PKK sempatizanı
oldukları iddiasıyla bir iki asker hakkında böyle araştırma yapıldı. Bir
tanesini başka bir bölgeye sürdüler. Mesela bir Türk adam kaçtı; korkudan
ve şartlardan dayanamayıp gitti.
Bizim birlik bir yıllık görevini tamamladığında, ben tertip olarak yedi
aydır Mardin'de kalmış durumdaydım. Birlik olarak otobüslerle Çorlu'ya döndük.
Artık kurtulduk gibiydi. İnsanlık dışı bir olay, ben bu işin savaşla
çözüleceğine inanmıyorum. Demokratik yollarla bu iş çözülse... O
insanlar temiz ve masum. Onlara hiç kötü gözle bakmadım; gariban köylüler,
herkes kendi halinde. Orada bu savaşın bitmesini istemeyen insanlar olduğunu
sezdim. Burada askerden daha eğitimli paralı askerler var. Özel Tim yani. Özel
Tim ille de savaşmak istiyor. Aslında savaşmıyorlar da, savaşın devamını
istiyor. Kendileri de canı gönülden görevlerini yapıyorlar, aynı zamanda
çok fahiş bir aylık alıyorlar. Kim bu paraların kesilmesini ister? Zaten
bir sürü yığınak yapılmış oraya, gerek köy korucuları olsun, gerek bu
paralı askerler olsun, bundan geçinen insanlar var. Bizim köyde korucu yoktu.
Köyde kalırken insanlar korktukları için pek dostane yaklaşmıyorlardı.
Ben bir iki sefer birkaç köylü çocuğa, "yumurta getir," dedim.
Getirince, çocuklara para verdim. O tür bir ilişki oldu. Şahsen ben konuşmaya
çalışıyordum, ama zaten onlar doğru dürüst Türkçe bilmiyor, yarı Kürtçe
ile sohbet ettiğim oluyordu. Biz askerler kendi aramızda sohbetler ediyorduk,
Batıdan gelen arkadaşlar Kürtleri pek tanımıyorlar, tanımadıkları için
de pek iyi yorum yapmıyorlar. Buna ne demeli? Tanımıyorlar, tanımayınca da,
devletin düşüncesi ile hareket ediyorlardı. Bir nevi o yönde eğitilmişlerdi.
Herkes eğitilmiyor mu? Duyduklarına, okuduklarına adapte olmuşlardı. Arkadaşlara
karşı tarafın da insan olduğunu, devlet politikasının yanlışlığını
anlatıyordum. Kürt olduğumu bilmiyorlardı, sanki bir kuşak asimile olmuş
gibi görüyorlardı. Ben tabii, "yok, ben asıl Kürdüm," diyordum.
Bunu asla inkâr etmedim. Mardin'de ilişkiler çok dostaneydi, arkadaş
gibiydik, artık selam falan yoktu. En yüksek rütbeli bile gelse, selam ver,
verme önemli değil. Zaten askerlerin gergin olduğunu biliyorlardı, o yüzden
dikkatli davranıyorlardı.
Ailem, arkadaşlarım, yakın çevrem benim nispeten mecburiyetten gittiğimi
biliyorlardı. O yüzden fazla yargılamadılar. Benim o paraşütçülükten
dolayı oraya çağrıldığımdan haberleri vardı. Beni nasıl kahraman olarak
görebilirler ki? Kendi halkımla savaştım. O kadar zaman geçti, az değil beş
yıl, hâlâ daha etkilerini hissediyorum. Askerlik benim için çok kötü bir
anıydı. Sürekli, "ben ne kadar kötü bir insanım," diye düşünüyorum.
Ben sanki mecburiyetten bu işe girişmiş oldum. Askerlik yükümlülük
esaslarına dayandığı için yapmak zorunda kaldık. Askerliğimi nerede yaptığımı
söyleme gereği duymuyorum. Çünkü iyi bir şey olmadığını biliyorum.
Sadece, "nerede yaptın" diye soranlara, "Kayseri" diyorum.
Sinirsel olarak yıpranıyorsun. Orada normal vasıflarını yerine
getiremiyorsun, sürekli operasyon, pusu... Kimseyi öldürdüğümü sanmıyorum.
Yok, sadece diyelim tek taraflı çatışma oldu, yani bir şey görüldü
zannedilip ateş edildi, ben de hiçbir şey görmediğim için karavanaya,
havaya ateş ettim. Ateş etmiş gözükeyim diye. Böylece, bende de mermi
noksan olmuş oluyor. Bu savaşın biteceğine ben inanmıyorum, çünkü
gerekiyor, yani günümüzdeki hükümetin oluşumu, bu gibi izlenimler veriyor.
Mehmet Ağar'ın adalet bakanlığına getirilmesi bu sistemin tekrar işleyeceğini
gösteriyor. TV'de çıkıyor ya, "vatan için canımız feda, vatanı böldürtmeyiz,"
falan diye. Ben o tür insanların bulunduğuna inanmıyorum, sadece paralı
askerler olabilir. Normal askerler değildir. Yani askerin şansı olsa kaçar,
kaçacak! (Temmuz 1996, İstanbul)
1969, Malatya doğumlu, lise mezunu. 1989 Kasım - 1991 Mayıs arası askerlik
yaptı. Asıl birliği Çorlu'daydı ama hizmetinin çoğunu Mardin'de dağ
komandosu olarak tamamladı. Lisedeyken paraşüt sporuyla uğraşıyordu. İş
buldukça çalışıyor.
ASKERDEN KAÇMAK İÇİN
EKMEKTEN KAÇ
Tabii kolay olmadı. Ekmeğe hiç dokunmuyorum, pilav, makarna, hamur hiç yok.
Sadece meyve yedim, verilen yemeğin suyundan kaşıkladım.
"Çürük raporunu alacağım, askerlik yapmayacağım," diye kafaya
koydum. Askerlik kafama yatmayan bir meslek. Evet, askerliği meslek gibi görüyorum.
İnsanın iki yılı, bir buçuk yılı boşuna gidiyor. Askerliği insanları
pasifize etmek için kullanılan bir yer gibi görüyorum. Evde ana baba, okulda
öğretmen, işyerinde patron baskısı. Askere gidersin, komutan baskısı. İdeolojik
olarak sol bir yapıya sahibim, askerliğe kökünden karşıyım, hümanist de
bir insanım. Sınırlarının kalktığı bir dünya özlemi taşıyorum ama
bir bakıyorsun kavga, savaş...
Bunu nasıl yapabilirdim? Askerlik hizmetiyle ilgili bütün yasaları, düzenlemeleri
buldum, satır satır incelemeye başladım. Kanunlar önünde, beni askerlikten
uzak tutacak bir kusurum olmalıydı. Bana uyan hiçbir şey yok... Müthiş bir
çaresizlik yaşıyorum. En iyisi, hızla kilo vermek, ağırlık ile boy arasındaki
dengeyi bozmak. Tek seçenek açlık grevi... Zaten narin yapılı biriyim, bu o
kadar zor olmayacak diye düşündüm. O sırada, Batıkışla'da hastalandım.
Kilo vermekten değil de, zatürree olduğum için 45 gün hava değişimi aldım.
Daha doğrusu askerden kısa bir süre önce gözaltına alınmıştım, zatürree
o gözaltının armağanı. Tabii, kilo verdikçe bir miktar halsizleşiyorsun.
O arada doktorla da açık konuştum. "Rapor vermeseniz de, askerliği
yapmamayı başaracağım," dedim. Hatta elbiselerimi de getirttim, bulunduğum
yerden hastaneye kaçacağım. Doktor, "sen rahatsızsın, hava değişimine
ihtiyacın var," dedi. Hava değişiminden sonra Batıkışla'ya döndüm,
zaten acemiliğin bitmesine on gün kalmıştı, idare ettim artık. Tabii,
rejim yapmaya devam ediyorum.... O kadar da kolay değil, insanın canı çekiyor,
mis gibi bir ekmek kokusu duyuyorsun. Kokunun geldiği yerden kaçmaktan başka
çaren yok. Yani, askerden kaçmak için ekmekten kaç. "İleride çok
yersin," diye diye kendimi teselli ettim, nefsime teslim olmadım.
Usta Birliği Ankara'ya çıktı, berbat bir yer, 13 gün kaldıktan sonra,
tekrar askeri hastaneye gittim. Bu gidiş biraz torpille oldu. Gülhane'de bizim
köyden bir başhekim yardımcısı vardı. Doktora onun ismini verdim, sevkimi
hastaneye yaptırdım. Hastanede 17 gün filan kaldım. Üç ay hava değişimi
aldım.
Raporu alıp birliğime geldiğim gün benim özel dosyam da gelmiş. Komutan çağırdı,
"sen şimdi gidiyorsun, nasıl olsa döneceksin, seninle hesaplaşacağız,"
dedi. "Komutanım," dedim, "sağlıklı olursam iyi bir şekilde
hizmet veririm, sağlıklı değilim ki rapor verdiler." Komutan, "çok
konuşma," diyerek beni odasından kovdu. Aynı gece memleketime geldim.
Memleketten sevkimi aldım. O da tam bayrama denk geldi, bayramda doktor sevk
yapmak istemiyor. "Sağlıksız bir adamım ki 45 gün almışım,
sorumluluk size aittir," dedim. Doktora, sonunda, "ya burada yatıracaksınız
ya da Gülhane'ye sevk edeceksin," dedim. Orada yatırdı. Tabii, görünüşüm
de pek iyi değil, doktor besbelli başına bir şey gelir diye çekindi. Daha
sonra Gülhane'ye sevkimi yaptılar. Gülhane'de 17 gün kaldım. İlik dahil, bütün
vücudum tahlilden geçti. Sonuçta, sağlık sorunumun olmadığı görüldü.
Sadece kilo ve boy uymuyor. Boy 1.72, kilo 45 olursa çürük raporu veriyorlar.
Benimki 47-48 kilo tam sınır olmuş oluyor, altına düşmen gerekiyor. Biraz
daha dişimi sıktım, yemedim, içmedim. Öyle pek halsiz kalmadım. Tabii
kolay olmadı. Ekmeğe hiç dokunmuyorum, pilav, makarna, hamur hiç yok. Sadece
meyve yedim, verilen yemeğin suyundan kaşıkladım. Ekmeksiz, pilavsız, kilom
46'ya düştü. Açıkça konuştuktan sonra, doktora "hava değişimi
falan vermeyin" diyorum. Doktor sonunda, kilomu 46 da olsa 45 diye yazdı.
Gülhane'den çürük raporu verdiler. Birliğe gideyim mi, gitmeyim mi düşüncesi
var, "gitmeyeceğim" dedim. Orada ayakkabılarım ve elbiselerim vardı.
Feda ettim onları, gitmedim birliğe, postayla çürük raporumu gönderdim. Böylece
bitirdim.
O zaman bu Osman Murat Ülke, Vedat Zencir gibi "Zorunlu Askerliğe Hayır"
diyerek ortaya çıkanlar olmadığı için bilmiyordum. Şimdi basından
izliyorum, hatta TV'nin birinde askerliğe karşı bir program vardı da
programcısı ceza almıştı. Yani o dönemde böyle bir yapılanma olmadığı
için benim çözümüm bu oldu: Kilo vermek. Olsaydı katılırdım. Toplumda
bu "zorunlu askerliğe hayır" tavrı yaygın değil, numunelik,
burada bir tane orada üç tane. Neden? Çünkü askere gitmeyene bizim ülkemizde
kız vermiyorlar. Askere gitmeyeni adamdan saymıyorlar. Çürük raporunu
almasaydım, kafaya koymuştum, kaçacaktım, kesin kaçacaktım. Şimdi her şey
yiyebilirim, artık rejim falan yok. Sonradan bir iki kilo aldım, ama işte gördüğünüz
gibi halen çok zayıfım, asla eskisi kadar iştahlı olamadım. (Nisan 1998,
Ege)
1967 doğumlu, yüksek okul mezunu, Ege'de bir kasabada kitapçılık yapıyor.
EŞEK BANA BAKIYOR... "ULA," DEDİM,
"BUNU BURADA VURAYIM MI?"
Dağda bir terörist görünce bir mermi atacağım, sonra, "terörist bey,
gez göz arpacık edeyim de, bir mermi daha atayım?" diyeceğim. Mantıksız
bir olay...
Çok yakın bir yerde askerlik yapmayı düşündüydüm, hayalim buydu. Bizim
Karadeniz'in 1970'li tertiplere kadar rotası bahriyeydi, sonra komandoya çevrildi.
Gittik oraya, affedersin koyundan farkımız yok. Komandonun özel bir eğitimden
geçmesi lazım. Yakın dövüşleri, sürünmeyi, tırmanmayı, her şeyi detayına
göre öğrettiler, ama yeterli değil. Güneydoğu'yu fazla anlatmıyorlardı.
"Gidince, geri dönmek zor iş," diyorlardı. Isparta'da eğitim bayağı
zordu. Sabahları aç karnına beş kilometre koşuyorsun. Kahvaltıya
gidiyoruz. Bir masada 12 kişiye üç tane bal, bir çeyrek ekmek. Ekmeği de
masaya ilk oturan silip süpürüyor. Sonrakiler parmağıyla balı yiyor. Öğle
yemeği çok süperdi. Herkese ortalama bir ekmek. Akşamın ekmeğini sabah için
koğuşa götüremiyorsun, yasak. Askere gittiğimde 100 kilodaydım, geldim 80
kilo.
Siirt'teki alayda gördüğümüz bir aylık eğitim çok iyiydi, ama zor. O
bile dağa yansımıyor. Hedef tahtasına atışlar yapıyoruz. "Gez göz
arpacık" ediyorsun, yarım nefes verip, atıyorsun. Nişanımı aldım,
tak, tak, tak... Üçü de hedefte. Mermilerin duruşu üçgen şeklinde oldu mu
astsubayın hoşuna gidiyor. Ben iki mermiyi aynı yerden geçirdim, bir mermi
az aşağısında... Astsubay bağırmaya başladı, "kim attı lan"
diye. Korktum tabii. Yerler çamur, beni yerde çiğniyor, küfrediyor bana. Başarılıyım.
Benim ne zaman "gez göz arpacık" yaptığımı merak ediyor. "İkinciyle
üçüncü mermiyi ne zaman 'gez göz arpacık' yaptın da attın," diye bağırıyor.
Onun eğitimine göre haksızım... Çünkü gez göz arpacık nefes ayarlaması
yapıp bir mermi, bir daha gez göz arpacık yapıp bir tane daha atacaksın.
Ben tek 'göz gez arpacık'la üç mermiyi salladım. Astsubayın dayağı
hayatta yediğim ilk dayak, ne hissedeceğim? Milletin içinde en iyi atışı
ben yapmışım, mermi tam hedefte ve herif beni suçluyor. Daha sonra, dağdayız.
Ben de izinden dönmüşüm, olmuşum hantal gibi... Gider gitmez göreve
gittik, 30 km yol yürüyen adam, o gün gidemedim, sürünerek üs bölgesine
çıktım. Albay, "denetleyeceğim," dedi. Silahım tabii bakımsızdı.
Hemen atışa alınacağız. 100 metre koştuk, hemen yattık. Albay, "atış
serbest," dedi. Silah ateşlemedi. "Komutanım, izindeydim, silahım
bakımsız olduğu için bir daha atabilir miyim?" dedim. İki saniye müsaade
etti. Yattım, nişan aldım, üç mermiyi salladım, üçü de hedefte. Albay
"aferin," dedi. Koskoca albay "aferin," diyor, o astsubay,
"gez göz arpacık demedin" diyor, dövüyor. Dağda bir terörist görünce
bir mermi atacağım, sonra, "terörist bey, gez göz arpacık edeyim de,
bir mermi daha atayım?" diyeceğim. Böyle mi olacak? Mantıksız bir
olay...
Bir ay eğitimden sonra Siirt, Eruh'un Ormanardı köyüne gittik. Bir tepenin
üstündeydik, Ormanardı'nın üs bölgesi oluyor, altta 500 haneli köy.
Haritada Bağgöze diye geçer. Asteğmenler askerlerle şakalaşıyorlar, gülüşüyorlar,
tuhafıma gidiyor. Doğu'da süper bir arkadaşlık var. Bölük komutanı,
"burada komutanım demeyeceksiniz, selam bile vermeyeceksiniz," dedi.
Köye her akşam terörist geliyordu. Şeker bir üsteğmen vardı, "köyün
altına pusu atsak en az üç beş terörist öldürürüz," diyordu.
Bizden de kayıp olacağı kesin. Üsteğmen, " her akşam köye terörist
geldiğini biliyorum, köpekler havlıyor, köye inmeyin akşamları,"
diyordu. Üsteğmen bir yıl sonra batıya gidecek. "Şu son senemde şehit
ettirmeyim," diyor. Şimdi üsteğmen, "akşam köye inmeyin,"
diyor ya, her akşam köye asker iniyor. Daha acemiyim, nöbetteyim. Üst devre,
"aşağı iniyorum, beni ne gördün ne duydun," diyor. Aşağıda ne
yapacağını biliyorum. Teskereye giderken bir tanesi bir kız aldı, evlendi.
Kürt' tü o da, ama Adanalı'ydı. Orada kaldığımız beş ayda teröristler
mevcudumuz fazla olduğu için saldıramıyor. İlk Ormanardı'na çıktığımızda
timler dağa çıktılar ve çatışma oldu, ben katılmadım. Örneğin, senin
koordinatına göre sana verdiğim yer şu evin orası. Sen aşağıdaki evde
kaldın, oraya çıkmadın. Oradan gelen timler teröristlerin yuvasını
buldular, envai çeşit erzakları vardı. Tabii onlar oradan bu tarafa doğru
kaçınca bizim üsteğmen aşağıda kaldı, teröristler oradan kaçtı gitti.
Ama üç terörist vuruldu gene de.
1991 oldu. Körfez krizinde bizi sınıra sürecektiler. Zaten sınırdaydık.
Yanımızdan Dicle nehri akıyor, karşı taraf yabancı topraklar, Suriye'ye mi
ne bağlıydı? Biz hiç etkilenmedik, jetler metler karşımızdaki dağları
bombalıyordu. Köylüyle aramız çok süperdi. Erzak verirdik, onlardan alışveriş
yapardık. Bizim sağlıkçılar hastalarına bakardı. Akşamları onlarla işimiz
yoktu. Mesela kavrulmuş fındık geliyordu, yemezdik. Biz Trabzonlular bıkmışız
fındıktan, çocuklara dağıtıyorduk. Siirt'ten 91'de, Şubat - Mart arası
taşınıyoruz, yerimize gelen jandarmalara civarı gezdiriyoruz. Jandarma çocuklara
vereceğim fındığı elimden aldı. "Ne ediyorsun sen," dedim.
"Niye veriyorsun, bunlar terörist," diyor. "Git işine,"
dedim, "sana ne." Uşakları bir de iyi dövdü... Jandarmaya,
"kardaş," dedim, "bizim çok iyi bir geçimimiz vardı, Allah
sizin yardımcınız olsun."
Artık bir buçuk aydır Mardin'deydik, telsiz muhaberelerinde Ormanardı köyü
basıldı, iki üç tane asteğmen, 10-15 tane şehit... Kim vurdu? Terörist
vurdu. Niye vurdu? Jandarma hâkimiyeti eline aldı, köylüyü vurdu kırdı.
Biz ayrılırken köylü öyle ağlıyordu ki adam anasından ayrıldığı
zaman belki de o kadar ağlamazdı. Yani onlar da başlarına geleceği biliyor.
Sancak kaptırdığı için bizim bölük parçalanıyor, sürüyorlar işte.
Askerde gizli bir odada bayrak vardır, başına bir nöbetçi koyarlar. Bir
asker bu bayrağı alıp bölük komutanına götürürse isterse bir günlük
asker olsun teskereyi alır. Sancağı bekleyen de yakalayabilirse, onu öldürmek
zorundadır. Sancak odur. Bizim Alay sancak kaptırdığı için Kıbrıs,
Bozcaada, Siirt derken Mardin'e sürgün... Mardin'den, biz teskereyi aldık,
oradan dağıldı. Mardin Kızıltepe bizim alayın yeriydi. Tabii Siirt üzerinden
Mardin'in Ömerli ilçesine geldik, oradan dağa vurduk.
Halka acıyorum, bir nevi sokağa çıkma yasağı var. Gece bir yeri gezemezsin
asker pat diye vurur seni, gebertir. Yani sosyal yaşantın yok, hiçbir şeyin
yok. Hava kararınca yatıyor, gün açar kalkıyor. Ne televizyon, ne bir şey?
Olağanüstü hal bölgesi gibi. Herifin 10 tane 15 tane uşağı var, zaten
bakamıyor onlara. Herif teröriste yataklık yapıyor. İçimizde Kürtçe'yi
iyi bilen askerler var. Muhtarın kapısına dayanılır, "biz geldik"
diyerek terörist imajı veriyor. O senin asker olduğunu biliyor. Köylüyle
teröristin arasında iyi bir diyalog var, şifresi var tabii. Sen, "ben
teröristim" desen de adam asker olduğunu anlıyor. Asker Kürtçe,
"dağdan geldim açım, yiyecek verin," diyor. Muhtar, "kapımıza
gelmeyin, nereden alırsanız alın," diyor. Öyle bir köye gittim ki,
Mardin'de, adını unuttum, Allahım, köyü tarihten silmişler. Üç dört genç
kız var köyde. Karşıda bir tane güzel bir kız duruyor. Yanına yanaştık,
kız şöyle bir yüzünü döndü. Ağzı, yüz kısmı içeri doğru batmış,
şok oldum. Üç sene önce orada da korucular vardı, teröristler geliyor,
tepeden aşağı mermi basıyor, korucu da alttan... Korucuda mermi tükeniyor,
terörist elini kolunu sallaya sallaya giriyor köye, tek tek öldürüyor
adamları. Bu kız da kümeste yakalanıyor, ağzının içine tam altı mermi sıkıyorlar,
kız ölmüyor. Köy o gün tarihten siliniyor. Ölenlerin akrabaları da hep İzmir'de
iş sahibi, onları da İzmir'deki adamlar basıyor. Devlet bu dışarıdakilere
parayı basıyor, "gidip o köyde oturacaksınız," diyor. İnsanların
belli bir işi var, artık kaç katını veriyorsa devlet, on hane köye dönüyor,
devlet köyü tarihten sildirmiyor.
Akşamları pusuya gidiyoruz. Dağda kar ya da taş üstünde yatıyoruz. Bir taşın
üstüne, "piyade süt çocuğu, komando süt çocuğu, jandarma orospu çocuğu,"
diye yazmışlar. Komandodan korkarlar ama cana yakın da bulurlar. Zamanında
bunları katleden jandarmaydı, jandarmayı hiç sevmiyorlar, işleri güçleri
jandarma öldürmek. Ben çatışmaya hiç girmedim. Uzun bir operasyona gittik.
Bizim tim vurmadı ama üç teröristi getirdiler, ölü olarak ele geçtiler
yani, 16-17 yaşında uşaklar....
Bizim üsteğmen batıya gidince yerine gelen üsteğmen her gece kalkıyor,
haydi operasyona... Bir gün, " karşıdaki köyde toplantı var, civardan
adamlar geliyor," diye bir duyum geldi. Köyü sardık. Sarınca elini
kolunu sallayarak köye girersin. "Teslim ol" çağrısı da verildi.
Hangi evde olduklarını biliyoruz. 15'ini de evde bulduk. Köy basılınca öteki
ötekinin karısının yatağına girmiş. "Sen kimsin?" diyoruz,
"misafirim," diyor. Akşam 11'de yakaladık, geniş alanımız var,
bir tane de bayrak direği. Otuz otuz beş yaşlarındaki bu 15 adamı getirdik
bayrak direğinin yanına, gözleri bağlı. Üsteğmen oturuyor sandalyede,
onlar diz çökmüşler. "Ne yapıyordunuz?" İşte, "sığır alım
satımı yapıyorduk." O yere çökertilmiş ya, kafasına bir tekme, adam
arka üstü yığılıyor. "Kaldırın ayağa," diyor üsteğmen,
tutup kaldırıyoruz. Adamın elleri kolları, gözleri bağlı. Her soruda bir
tekme. Adam sen gebertsen de söylemez. Üsteğmen, "ayakların havada,
ellerin yerde bayrak direğine tırmanacaksın," diyor. Tırmanır mı, tırmandığında
küt kafayı yere vuruyor. Öteki üsteğmenimiz olsaydı o işi yapmazdı.
Bunlarda terörist öldürüldüğü takdirde rütbe yükselir, bu üsteğmen de
öyle biriydi... Sabaha kadar devam etti. Yani, jandarma dövse gücenmeyeceğim
ama komando yapar mı? Üsteğmen, adamın "teröriste para
topluyorduk" demesini istiyor. Üç gün üsteğmen köylüleri dövdü. Gözaltı
falan yok, bırakıldılar, zaten orada, dağda yargı da biziz. Biz askerler
sadece adamları tutup kaldırıyoruz. Bende zaten acıma hissi var, bir karınca
dahil incitmedim askerde. Okulda yatıp kalkıyorduk, öğretmen de bizimle...
Öğretmen Türkçe öğretecek ama köylü çocuklarını yollamıyor tabii. Çocuklarını
zorla alıp getiriyorduk. Okulu kapattılar en sonunda. Biz hep köy aramalara
gittik, şunu diyeyim, terörist gideceğimiz köyü her zaman biliyor. Diyeceğim
terörist dağda askerin yaptığı her şeyi biliyor. Ama asker teröristi
bilmez. Köy aramak üzücü. Canım istemiyor elin adamının düzenini bozmayı,
ama mecbursun. Vur kır, al yatağı, at aşağı, arıyorsun tarıyorsun evde
bir şey yok aslında. İlla ki bir sığınakları vardı. Halk komando
askerini destekliyordu. PKK'yı da tabii. Bugün Doğu'da olayım ben bile
desteklerim. Çünkü asker öyle bir şey yapıyor ki... Herif kalmış iki ateş
arasında. Biz hiçbir kadına bir şey yapmadık ama nikâh kıydık. Adam karşı
köyden kaçırmış kızı getirmiş bizim üs bölgesinin köyüne. Baktım
millet kaçıyor, "herhalde teröristler saldırıyor," dedik. Anında
öyle bir silah kuşandık ki üsteğmen bile şaşırdı. Köye hücum yaptık.
Gidince anladık. İki taraftan sayılı adamları alıp kızla oğlanı
getirdik üs bölgesine. Bizim asteğmen biraz hocaydı, bunlara bir nikâh kıydı.
Tabii acemi birliği daha kötüydü. Yani bugün beni alsalar aynı dönem o şartlar
altında giderim. Mesela yanımda hiç arkadaşım ölmedi. Bizim dönemimizde
en çok baskını jandarma yaptı, yani yüz şehit vermişse bunun 95'i hep
jandarmaydı. En çok aklımda kalan... Bir gece pusuya gidiyoruz, üsteğmen
toplamış bütün timleri köyün altına gitmiş, terörist imajı vermiş köylüye.
O akşam en pis yerde nöbet tutuyorum, 5-7 nöbeti. Tabii üsteğmen bütün
timleri köye çekti,11-01 nöbetine bir daha gittim. Telsizlerde, "köye
terörist girdi, çatışma ha çıktı çıkacak" gibisine konuşmalar
geliyor. Dolunay var, hava bir açıyor bir kapatıyor. Telsizden "teröristleri
kaçırdık, üs bölgesine doğru geliyorlar," diye haber geçti. Nöbet
iki saat, bir saat oldu bir tane nöbetçi subay gelmedi. Aslında terörist
denenler bizim asker ama nöbettekilerin haberi yok. Bir de baktım tak tuk
sesler geliyor, bir ter bastı beni. Mermi tüfeğin ağzında, kırma kolunu çekmene
gerek yok, ses yapıyor. İşte mevzie yattım ses hâlâ geliyor. Kalbim öyle
atıyor ki, sanki yerinden çıkacak... Geldi, geldi, geldi... Kafamdan aşağı
duruyor da, onu görmüyorum. Üstten aşağı bana bakıyor, eşek.
"Ula," dedim, "bunu burada vurayım mı?" Teröristler
yollamış olabilir, peşinden kendisi gelir. Neyse atayım bir taş, kaçtı
gitti. Yani o gece neredeyse ölüyordum. En korktuğum an Siirt'te oldu. Daha
iki aylık askerim, üs bölgesine baskın yapacaklar dendi, timlerde nöbet
bana kaldı. En pis yerdeyim, 4 nolu nöbet yeri. Aynı yerde daha önce asker nöbette
uyumuş, adam gelmiş kafasını kesmiş. Gittim, 1-3 nöbeti gece göz gözü görmüyor,
tek başınayım. Gene aynı; "teröristler kaçtı gidiyor," dediler.
Nöbet bitene kadar kan ter içinde kaldım, herif ağzının içine kadar gelse
göremiyorsun. Terörist dağda ölümüne atlayış yapıyor.
Beş yıldızlı otellerde kumarhaneleri kaldırdılar. Bugün Güneydoğu' ya,
kırsal kesimlere zengin adama beş yıldızlı otel yaptıracaksın. Aynı Las
Vegas gibi otele kumarhaneler koyacaksın. Zenginler uçak kaldırıp kumar
oynamaya gitmez mi? Gider. Her otel yaptıran adama, "bir de fabrika
kuracaksın," diyeceksin. Öyle kalkınır...
Döndüğümde çakı gibiydim. Timde 60'lık havan taşırdım, yüküm 30
kiloyu buluyordu. Hâlâ sırtımda onun ağrısı vardır. Doktor kireçlenme
deyip duruyor. Bir iki ayda kendime zor geldim, gece rüya görmeler falan, bir
etki kaldı. Aslında bende daha da çok kalırdı da, biz üç Trabzonlu arkadaş
günlerimizi hep neşeyle geçirmeye çalıştık, hiçbir yer düşünmedik.
Yoksa, adam aklını kaybetmiş olarak geliyor... Şimdi bende şu an bir etkisi
yok gibi. Hal ve hareketlerim geldikten sonra değişti. Askerlik bir nevi adamı
akıllandırıyor. Anadan babadan ilk defa ayrıldım. Ben geniş mezhepli
biriyim fazla sinirlenmem. Yani bir şeye sinirlenirim, kızarım, bağırır çağırırım,
az sonra yumuşarım. Ben giderken nişanlıydım. Acemi birliğinden telefon
edip görüşüyorduk. Usta birliğinde telefonumuz yoktu muhtarın evinde vardı.
Bizimkiler aradığında, muhtar, "yok öyle biri," derdi de, telefon
açacağım desen bir şey demiyor. Öyle zaman oldu ki bizden üç ay haber
almadılar. Siirt'te bir çatışma olduğu zaman illa ki izlerim, bakarım,
gezdiğim kırsal kesimlerde, gittiğim yerlerde oldu olmadı mı?
"Anadolu'dan Görünüm", "Mehmetçik" programlarını
izlerim genellikle, asker orada konuşuyor kanımızı canımızı... Şimdi
zenginin çocuğunu görmedim oralarda, hep fakir fukaranın çocuğunu
yolluyorlar. Bizim dönemimizde çokları isyan etti, niye zengin adamın çocuğunu
görmüyorum diye, hak veriyorum adama. (Temmuz 1998, Trabzon)
1970, Trabzon doğumlu. İlkokulu bitirdi. İki kız kardeşi var, ailecek fındıkla
uğraşıyorlar. Acemi birliğini Isparta Dağ Komando Okulu'nda yaptı,
"komando olarak değil, piyade olarak geçiyorduk," diyor. Ocak
1992'de Mardin'de askerliğini bitirdi.
VATANI KORUMAK GARİBANLARA DÜŞÜYOR, ZENGİN
İŞİNİ BİLİR...
Bir gece tabur komutanı geldi karakola, bu arada köyden ateş geldi. Bana,
"bin şu kariyere, git tara gel şu köyü," dedi. "Kendi köyümüzü
nasıl tarayayım," dedim, "yazılı emir verecek misin bana?"
Tuzla'da ayrılırken, "PKK'lılar şu şirketlerin yollarını kesiyor,
onlarla gitmeyin, başınıza iş gelir," diye uyarmışlardı. Bunu biraz
geç hatırlayınca, yer ayırttığım şirketten değil, başka şirketten
bilet alıyordum ki, ilk şirketin adamları bunu fark etti. "Yer ayırttın,
neden bizden almıyorsun," diyerek daha askere gitmeden bizi güzelce dövdüler.
Urfa'dan sonra, tembihlendiği için gündüz gözüyle Viranşehir'e vardık.
Çok değişik bir ortam, bir hafta falan hudut oryantasyonu eğitimine tabi
tutulduk. Hudut şemasında iz tarlası, tel örgüler, mayın tarlası gibi şeyler...
Sabah ve akşam iz kontrolü alacaksın, geçişleri anında Genelkurmay Acil
İşler Kademesine bildireceksin. Bir hafta sonra Ceylanpınar'a indik.
Tuzla'da kura çekene kadar normal takım eğitimi, yanaşık düzen eğitimi
aldık. Üç defa atış yaptık. Kuradan sonra, Güneydoğu çekenler için
yeni bir birlik oluşturuldu ve 15 gün iç güvenlik eğitimi aldık. Hudut çekince,15
gün de hudut eğitimi gördük. İç güvenlik eğitimi daha çok teorik. Elde
silah, sırtta 25 kilo yük, helikopterle belirli bir yere taşıyorlar. Orada
terörist var, önünüzden kaçıyor. Gece karanlık, terörist ateş ediyor,
biz onu takip ediyoruz. Tuzla'da Güneydoğu benzeri bir köy yapmışlar, teröristler
o köyde bir eve saklanıyorlar, orada kıstırılıyorlar. Neticede lav silahı,
gerçek el bombası atılıyor, gerçek mermilerle taranıyor ve teröristler
etkisiz hale getiriliyor. Araçla intikallerde araç ateş yiyordu, biz de araç
giderken atlıyorduk. Bu 15 günde bayağısilahla haşır neşir olduk, hızlı
bir şekilde öğrendik. Hırslandırıyorlardı. Askeri birliklerce çekilmiş
video filmleri gösteriliyor. Şurada, burada çatışma oldu. Şu komutanın
hatası oldu, bundan dolayı böyle zayiatlar verildi. En tepeye bir gözcü çıkaracaksın,
sonra birliği oradan geçireceksin. Komutan orada gözcü çıkarmadığı için
15-16 askerimiz şehit olmuş gibi bilgiler de veriliyordu. Hatta bu PKK'ya karşı
daha hırslanmamız için albaylar kurs veriyor. Kürt diye bir şeyin olmadığı,
dağda karlık yerde gezerlerken çıkardıkları kart kurt seslerinden dolayı
bu adamlar kendilerine Kürt demişler, aslında Kürt değiller, bunlar aslında
bizim gibi Türk'tür, diye şeyler anlatılıyordu. Acıma hissini ortadan kaldıracak,
bir sürü insanın tüylerini diken diken edecek şekilde devamlı propaganda
var tabii. İnsan ister istemez etkileniyor. Ben askere gittiğimde 28 yaşındaydım,
ben bile etkilendim, 20 yaşındaki çocukları siz düşünün.
Bölüğe geldik, silah falan vermediler, "kameriyede oturun,"
dediler, akşam oldu yemeğimizi yedik, tekrar kameriye, şaşkın şaşkın
etrafımıza bakınıyoruz. Bölük merkezindeki iki kariyer hudutta devriye
geziyordu. Akşam karanlık basmaya başladı bölük komutanı odasından çıktı,
" hani sizin silahınız," diyor. Hemen koştuk, giyindik, hücum
yeleklerimizi, silahlarımızı aldık. Ceylanpınar'daki korumakla görevli
olduğumuz hududun uzunluğu 21 km. Yan yana gidiyor kariyerler, bölük komutanı
anlatıyor: Şurası Suriye'nin bilmem ne köyü, bu tarafı Türkiye, şu köyde,
istihbarata göre, bize bağlılar var, diğer köyde teröristler, o köye
dikkat edin, Suriye'den şuradan ateş gelir. Karakola kadar böyle gittik. Dönerken
ışık gördüm. Bölük komutanına, "burası Türkiye değil mi?"
dedim. "Sen ne biçim adamsın, burası Suriye," dedi. Üç gün
boyunca bu böyle devam etti. Sonra, ben Aksoy Karakolu'na gittim, Sivaslı
arkadaş da Karadağ Karakolu'na... Bölük komutanı geliyor, anlatıyor:
"Asteğmenim, nöbetçileri kontrol edeceksin, yaya devriye
gezeceksin!" Karakolun uzunluğu dört km, pusularımız var, işte
pusularda önceleri ikişer asker vardı. Sonra üçer askere çıkartıldı.
Komutan, "askerleri uyutmamak için pusuları tek tek gezeceksin, gecede
üç defa yürüyeceksin," diyor. Bir gün çıktım, çavuşu yanıma
muhafız olarak aldım. Saat 12'de askerlere gece istihkakı dağıtılıyor.
Saat 11'de çıktık, askerleri tanımak, onlarla kaynaşmak lazım. Birinci
pusu, ikinci, üçüncü, dördüncü, yedi tane falan pusumuz vardı. Son
pusuda, şoföre, ilk pusudan sona doğru erzakları dağıta, dağıta geri
gelmesini söyledim. Tam araba çalıştı, karakoldan ışıklar yandı, birden
ne olduğunu anlayamadım, dört km uzaktayız karakoldan. Her taraftan ateş
geliyor, "bizim karakolu bastılar". O zamanlar karakol basmalar bayağı
etkiliydi. Bir anda izli mermiler yıldız gibi kayıyor, yer yerinden oynuyor.
Şoföre, "oğlum ışıksız mışıksız çabuk karakola," dedim.
Hakikaten etraf zifiri karanlık, çatışmalarda bu havayı tercih ediyorlar. Bölük
merkezine telsizle, "çatışma çıktı" diye bildirdik. Bölük
merkeziyle aramız 17 km falan. 40 km yapsa 15-20 dakikada anca yetişilir. O
zamana kadar her şey bitiyor. Karakola geldim, MG3'lerle falan attık tuttuk
biraz, ateş kesildi.
Sese göre atıyorsun. Görünen bir şey yok, herkes atıyor. Karakoldaki çavuşa,
ne olduğunu sordum. "Bir köpek vardı, havladı gitti, sonra ne olduysa
oldu," dedi. Köpek hissetmiş, havlayınca da onlar ateş etmişler. Bölük
komutanına, "şuraya bir pusu koyalım burası ölü bölge, geçiş yapılabilir,"
demiştim. Tam o pusunun üstüne gelmişler, eskiden oradan geçiş yapıyorlarmış.
Oradaki üç askerin yanına vardım, mermiler bitmiş, tamamladım. "İki
o yöne, iki bu yöne gitti," dediler. Bizde ölen yok, tellere giderken
kan izleri, herhalde onlardan biri yaralandı. Bu arada bölük merkezinden
kariyerler geldi. Önceleri, askerler acemi askerleri işletmek için çatışma
da çıkarıyorlarmış. Eğlence işte. Eşek buluyorlar, ateş ediyorlar,
sonra, "eşekmiş komutanım bilemedik, üstümüze bir şey
geliyordu," diyorlar. Bölük komutanı gene öyle sandı, askerlere bağırdı...
Hakikaten iki tane giden iki tane gelen iz var. İz tarlasının üzerinde bir
parka, bir kalaşnikof şarjörü, bir kalaşnikof var. Bölük komutanı pek o
kadar deneyimli olmadığından, izleri görünce, "iş ciddi, binin araçlara,"
dedi. Ortalık toz duman herkes kariyere doldu. Benle muhafız dışarıda kaldık.
"Koş oğlum pusuya," dedim yanımdaki çocuğa, "satışa
geldik." Astsubaylar devamlı baskı altına alıyorlar, biz asteğmenler
de kendimizi ispat etmek zorunda kalıyoruz. Bile bile tehlikenin üstüne
gidiyoruz. Mesela yüzbaşı, "15 terörist gelse yüzbaşı ne yapsın, teğmenim
ne yapsın, kıçı kırık asteğmenim ne yapsın," derdi.
Kariyerler bölük merkezinde olduğu için çatışma çıkınca telefon
ediyoruz. Gelmek dahi istemiyorlar gibi... Nasıl olduysa, kariyerin birini
Aksoy Karakolu'na, ötekini de çatışmanın çıktığı Karadağ Karakolu'na
verdiler. Aksoy'da bir buçuk ay, sonra üç dört ay Yeşiltepe'de kaldım.
Tekrar Aksoy'a dönünce yedi ay daha kaldım.
Biz sabahleyin gün ağarırken yatıyorduk, öğlen 12-13 arası kalkıyorduk.
Yemekten sonra, eğitim yazılı sistemde. Askerlikte nöbet süresi her ne
kadar üç saatten fazla olmazsa da özel bölge diye uyulmuyordu. Arada kalan
iki üç saatte eğitim yerine dünyayla bağlantıları olsun misali, çocuklar
çürük çarık siyahbeyaz televizyona bakardı. Mektup, şiir yazar, ayakkabı
boyar, yahut top oynarlar. Serbest bırakırdım genelde. Bölük komutanına,
"yaptırmıyorum," derdim, "gel de sen yaptır". Amacımız,
dört km'lik bölümden adamı geçirmemek. Onu sağlamak bize yeter. Komutan,
"asker boş durdukça, şöyle olur böyle olur," diyor. Ben de,
"hiçbir şey oldukları yok," diyorum.
Karakol komutanı olarak zaten cumartesi ve pazar çarşıya çıkar, haftalık
alışverişi yapardık. Bölük komutanı, "şu bakkaldan almayın, PKK
yanlısı diyorlar," derdi. Hududun elektriği karakolun arkasındaki köyden
gelirdi, sık arızalanırdı. Arızalanınca da hudut simsiyah, göz gözü görmez,
elektrik de düzenli değil, buzdolabı motoru yanar. Bir gün köye gidip,
"ne oluyor bu elektriğe," diye sorduk. Bizim elektrikçi arızayı
buldu, yaptı. Köyün muhtarını, "elektrik niye bozulup duruyor,"
diye biraz tehdit ettik. Onlar da anlatıyor: "Kaymakama elli defa söylüyoruz
elektriğimiz bozuldu diye. TEK'te çalışanlar PKK'lı, bilinçli olarak gelip
yapmıyorlar. Kaymakamda dipçik yoktur, sizde, askerde var. Siz yaptırırsınız."
Hakikaten de öyleymiş. Onaramadığımız bir arıza çıktı, TEK hemen yaptı,
bir daha da bozulmadı.
Yemek sorunu pek yoktu. Arapça bilen askerimiz Suriye köylülerini tehdit edip
koyun alırdı, keser pişirir yerdik. Suriye tarafını koruyan asker yok. Tel
örgüye kadar ekip biçiyorlar, karpuz tarlaları vardı. Askeri aracı çeker,
karpuzları doldurturduk. Haftada bir koyun aldırırdım mesela, çaldırırdım.
O yüzden askerler güzel beslenirlerdi.
İşte Yeşiltepe'den Aksoy'a döndüğümde yeni askerler geliyordu. Tüfeğin
ne olduğunu, nasıl ateş edileceğini bilmiyorlar. İlk işim, "oğlum şu
mermi, şu silah, şu da hedef, at bakayım," demek olurdu. Tabii, ne şarjörü
tüfeğine takabilirdi, ne ateş edebilirdi. Acemide fazla atış yaptırmadıkları
için tüfekten korkuyordu çocuk. Onlara canımızı emanet edeceğiz de, nasıl?
O zamanlar askerler genelde yanaşık düzen eğitimi görüyorlar, selam
veriyor, güzel yürüyor, ama bunun bir faydası yok ki... Asker gelince,
"şuradan şuraya adam geçirmeyeceksin," diyorduk. Vatanın hepimizin
olduğunu, hududu çiğnetmenin namusu çiğnetmek gibi bir şey olduğunu anlatırdık.
Bir defasında yine her yerden ateş geliyor, ben yine dışarıdayım.
Kariyerle bir tur attık, ateş ettik. Çavuş, "Komutanım İsmail
yok," dedi. "İsmail, İsmail," diye bağırdım, yok. Gece görüş
gözlüğü taktım, zifiri karanlık, pusulara tek tek bakıyorum. Baktım,
pusunun içinde bir karartı duruyor. "İsmail," dedim, kalktı,
dikildi. "Ne yapıyorsun," diyorum, "tam siper yattım, komutanım,"
diyor. "İyi halt ettin," dedim. Çatışma bitiyor, çocuk hâlâ yatıyor
orada. O kızgınlıkla bir güzel dövdüm onu, ne biçim askersin diye. Ertesi
gün baktığımda, adamlar neredeyse onun silah atamadığı yerden karakola
gireceklermiş. Nereden biliyoruz? Bir tane tabanca düşürmüşler, gitmişler.
Süründükleri yerler belli. "50 asker var, hepsinin kanına
girecektin," dedim.
Niye buradayım? Bir aylık bebeğimizin fotoğrafı vardı, sabah gözümü açıyorum
onu görüyorum, akşam yatarken onu. Bu işi daha bir profesyonel yapmak lazım,
halktan çocukların olmaması lazım. Özel Tim'in sonradan çıkıyordu
kokusu. Çete mete oluyor, demek ki onlar savaşmaya değil çete kurmaya gitmişler.
Esrar, eroin, silah ticareti yapıyorlar. Başları genelde devletle bağlantılı.
Nereden giriyor bu terörist? Kuzey Irak'tan giriyor, nasıl? Sınırda hiç çatışma
çıktığını duymuyoruz. Belki bilinçli geçiriliyor bunlar içeri.
Askerlerin içinde Kürt de vardı, sonra hepsini topladılar. "Adamlar ne
biçim ateş etmişler, duvarları delip geçmiş," derdik. Kürt askerler
gittikten sonra, asker, "Diyarbakırlı o çatışmada karakola ateş
ediyordu, bir şey diyemedim," diyor. Kendi askerimiz karakolu tarıyor, ne
derece aslı var bilmiyorum. Biz 6'dan 12'ye kadar uyurken iki asker nöbet
tutuyorlar. Kürt çocuk, Kızıltepeliydi galiba, arkadaşını tehdit edip
gidiyor, Suriye'ye geçiyor. Öteki, nöbet yerini bırakmadığı için haber
veremiyor, telsiz de yok. Bundan sonra telsiz verilmeye başladı. Vurabilirdi,
yapmamış, bırakmış...
Komutana vekalet eden Teğmene haber verdik, "sağlam bir adam al, geçelim
Suriye'ye," dedi. İki asker ben aldım, üç asker de o. Geçtik, askeri
aramaya başladık. Kendi kendimize böyle sınır ötesi harekât yapıyoruz.
Tam bir macera, başımıza bir iş gelse, Suriye'nin askerleri bizi yakalasalar
falan. Sonra o çocuk, nasıl yapıldıysa, Dışişleri Bakanlığı yoluyla,
herhalde, istendi. Çocuk "teslim etmeyin beni," diye kendini yerden
yere atıyor. O olaydan sonra, hudut boylarındaki Doğulu askerlerin daha iç kısımlara
kaydırılması için emir çıktı. Şimdi düşününce tabii, Suriye'de asker
aramak falan, çok maceraperestçe, şartlanıyorsun, hırsla ilgili bir şey.
Asteğmenlerin ordudaki ezikliğiyle ilgili, o teğmen, sen teğmen, "hadi
gidelim," diyor, altta kalmamak için sen de "hadi," diyorsun.
Asteğmenler biraz mantığı temsil etseler, bazı şeyler değişebilir.
Mesela bir gün bölük komutanı geldi. Genelde alkol falan alırdı geceleri,
"hadi devriye gezelim kariyerle," dedi. Bindik kariyerlere, baktım
kariyerlere el bombası, tüfek bombası almış, far tutup gidiyoruz. Farın görmediği
yerlere çukurlara, "burada bir şey vardır," diyor, atıyor bombayı.
"Komutanım, patlamazsa tehlikeli, dur atma," diyorum. Devam ediyor.
Neticede bombanın biri patlamadı. Dönüşte hatırlatınca, "kim gelecek
oraya," dedi. Sorumsuzluk, aslında ertesi gün gideceksin, bombayı imha
edeceksin. On-on beş gün sonra, "el bombasıyla oynayan çocuklar, birisi
öldü, birisinin kolu koptu," diye haber geldi. Muhtemelen o, hatta soruşturma
açıldı mıydı açılmadı mı bilmiyorum. Tedbirli olunsa o iki çocuktan
biri sakatlanıp, biri ölmezdi. Silah kullanmak, boş durmamak üzere şartlandırılıyoruz.
Erler pek umursamıyor, savaşı kim ister zaten? Mecburiyet bu. Şunu söylüyorlardı:
"Adam gelse, direk üstüne ateş etmem, havaya atarım." Bu asker, bölük
komutanı, hepimiz için böyle. Çatışıp öldürüp de ne yapacağız?
Askerden döndüm, emir vermeye alışmışız. Sokakta bağırıyorum, adam
niye bağırıyorsun gibisine şaşırıp kalıyor. Neredeyse kavga dövüş çıkacak.
Yani çok sinirli oluyor insan. Mesela o karakol baskınından sonra bir hafta
yataktan fırladım fırladım kalktım... Hatta burada da sürdü. Evdeyim,
kestiriyorum. Bir ara gözümü açıyorum, karıma bağırmaya başlıyorum,
"şapkan nerede, saçın niye öyle uzamış," diye. Karım önce şaka
yapıyorum zannediyor. Boğazına sarıldım, neredeyse, "şapkan
nerede" diye karımı döveceğim. İyice canavarlaşıyoruz yani. Kimseyi
öldürmedik, ölen de olmadı. Bu bir şans tabii. Şimdi düşüncelerde biraz
farklılık var, altı sene Diyarbakır'da kaldım, orada insanlar bana o kadar
yabancı gelmiyordu. Öğrenci olarak severlerdi. Asker olunca daha bir kin
duymaya başlıyor insan, mesela kendi köylerimizden ateş gelince. Biz burada
niçin varız, bu hududu niçin koruyoruz? İşin ekonomiyle bir şeyi yok, bu
olayın bitmesi zor, arkasında bilinçli bir Kürt milliyetçiliği var. Bugün
belini kıracaksın, yarın yine toparlanacak. Devletin karşısında mutahap da
yok. Şimdi PKK'yı sevmeyen bir sürü Kürt var. Onlarla bir anlaşmaya
otursan, ne istiyorsunuz? Okuma yazma, TV, şu bu bunlar zaten verilebilir. Biri
çıkıp da, "şunu istiyoruz, bunlar verildiği takdirde terörü, şunu
bunu bitiririz," falan diyemiyor.
Ordu savaşı bitirmek istiyor mu? Bir gece tabur komutanı geldi karakola, bu
arada köyden ateş geldi. Bana, "bin şu kariyere, git tara gel şu köyü,"
dedi. "Kendi köyümüzü nasıl tarayayım," dedim, "yazılı
emir verecek misin?" "Tara," diyor, ama kendisi gitmiyor.
Galeyana gelip tarasam... Yorumu size bağlı; istiyor mu, istemiyor mu?
Güneydoğu'ya gitmek istenir mi, ne işimiz var? Biz köylü çocuğuz. Köylü
çocuğunun torpili morpili mi olur? Kimsesizleri gönderiyorlar, kayırma çok
fazla. Vatanı korumak garibanlara düşüyor işte, zengin işini bilir. Toplum
kendine değinceye kadar hiç ilgilenmiyor. Ölürsek şehit, kalırsak gazi
hesabı, ya sakat kalırsam... (Mayıs 1998, Denizli)
1962, Denizli doğumlu. Diyarbakır Hukuk Fakültesini bitirdi, eşiyle orada
tanışıp evlendiler. Avukatlık stajından hemen sonra askerliğe başvurdu.
İki çocuğu var. 91 Nisanında Tuzla Piyade Okulunda askerliğe başladı,
usta birliği Viranşehir'deydi. Temmuz 1992'de terhis oldu.
ANNEM, "MUŞ NERESİ?" DİYOR
Sekiz saatlik bir korku... Korku uykunu bastırıyor... Şuradan ateş etseler,
beni vururlar mı acaba? Rahatlatmak için Aydın'ı, kumsalı düşünüyorum.
Döneceğim, dönmeliyim!
Her ağızdan bir ses çıkıyor, öğütler veriliyor; ön plana çıkma, hiçbir
şeye karışma gibi. Evden ilk kez uzaklaşıyorum. Tören falan yok, giderken
şaşkınlıkla arkadaşım Levent'in elini bile öptüm. Dünyaya yeni gelmiş
gibisin, "gel" diyorlar, gidiyorsun. Kalkmak için "kalk"
denmesini bekliyorsun. Yemek boğazında düğümleniyor. Benim gibi, devre kaybı
40 kişi bütün taburun hizmetini yapıyoruz: Un taşı, erzak indir, depoda
sayım yap, angarya yani. 40 gün kadar sonra dağıtım geldi. Üç gün silah
eğitimi gördük. Normalde her gün bir konu, bizde günde beş konu, hatta
teknik dahil. Nasıl nişan alınacağını masalarda gösterdiler. Hepsi bir
saat; silahı ilk kez orada gördüm ve elime aldım. İkinci gün atışlara geçtik.
Suskunluk... Herkes önce başkasının tetik çekmesini bekliyor. Yan taraftan
bir kovan uçtuğunu görüyorsun, kulağın çınlıyor, hiçbir şey
duymuyorsun. Ürküyorsun, elin tetiğe gidiyor. Üç tane atış yapıyorsun,
G3 ile. İlk atışta başarılıolamadım. Ertesi gün yemin töreninde söylenenleri
tekrarladık, artık yeminli askerdik. Toplam 11 mermi kullandım eğitimde. 40
kişiyi Bingöl, Muş, Bitlis ve Kahramanmaraş'a onar onar dağıttılar.
"Muş" dedi, o bendim. Bingöl ve Bitlis en kötü, kötünün
iyisi... Eve telefon açtım, annem, "Muş neresi?" diyor. Bayağı üzüldüler.
Onları teselli etmek de sana düşüyor. Acemiden ayrılırken, çavuşlar,
"sağ dönerseniz, arayın," diyorlar...
On günlük izin çok çabuk bitti, sekizinci günün sonunda yola çıkmak
durumundasın. Herkes biraz daha tedirgindi, ben de... Yol boyunca, "beni
öldürecekler mi" diye düşündüm. Asker olduğumuz da her halimizden
belli.
Ankara'dan Doğu'ya ilk kez gidiyorum. Mola yerlerinde bile inmiyorsun. Muş'a
indik. Jandarma Alay Komutanlığı'na teslim olduk; kimse ilgilenmiyor, isim
bile alınmadı. Yatacak yer göstermelerini beklerken, biri "yeriniz
yok" dedi. Yemekhanede masaların üstüne kıvrıldık. Yemeğe gidiyoruz,
"istihkakınız yok, kalırsa vereceğiz" diyorlar. Alay içinde bir
pideci vardı, parası olanlar yiyordu, olmayanlar yiyemiyordu. Bir hafta yataksız
ve kavgalı yemeklerle geçti. "Komutanım, niye bekletiyorsunuz?"
diyoruz. "Gelecekleri bekliyoruz," diyorlar. Bir hafta kadar sonra,
bizi topladıklarında bayağı sevindik. "Nerenin askeri olursak olalım,
artık gidelim" diyorduk. Komutanımız, "Hasköy'e gitmek isteyen gönüllüler
el kaldırsın" diyor. El kalkmıyor. Malazgirt'e de gönüllü çıkmadı.
Kırklarelili arkadaşım yazılınca , "ben de gideyim onunla,"
dedim. Acemilikten beri birbirimizi tanıyoruz. O akşam askeri elbiselerle
sivil bir otobüsle bizi Malazgirt'e gönderdiler. Jandarma'nın yerini
bilmiyoruz. Kimseye sormak da istemiyorsun. Bir çocuğa sorduk. Gösterdi. Yatağa
kavuşmanın bir sevinci var. İki ranzayı birleştirmişler, dört kişi yan
yana enine yatıyor. Silahsızlık da var, yaklaşık iki ay silah veremediler.
Yemekhane, koğuş bakımı, çay ocağı, kalorifer dairesi işleriyle uğraşıyorduk.
Ben yemekhaneye bakıyordum. Bu arada Muş'a geldiğim andan beri ailemle hiç
haberleşemedim. Bir de, Muş'ta hesap açtırmıştım. Paramı çekemeden
Malazgirt'e geldim. Malazgirt'te de sadece Ziraat Bankası var. Para orada kaldı.
Sadece dışardan gelen telefonlara cevap verebiliyorsun, arayamıyorsun, dışarı
da çıkartmıyorlar. Evdekiler tanıdık bir savcıyla bağlantı kurmuşlar.
Savcı çağırtınca korktum, "niye evdekileri aramıyorsun?" dedi.
Bir miktar para verdi. Savcı beyin yarattığı izlenimle bir tür karizma sağladık
bölükte.
"Askere gitmeyeceğim," diyordum. Bu işin meslek haline getirenlerce
yapılmasının çok daha doğru olacağını düşünüyordum. "Sağa dön,
sola dön"le bir şeyler öğrenileceğini zannetmiyorum. Askerden önce
olaylarla ilgileniyordum, arkadaşlarla sürekli tartışıyorduk. Askerin de,
karşıdakinin de boş yere öldüğünü söylüyor, "böyle mücadele
olamaz" diyordum. Haberlerde, köyün ya da köyden birinin teröriste ya
da PKK'ya yataklık ettiğini duyuyorsun, "neden acaba" diye
soruyorsun. Nasıl kandırıldığını, tehdit unsuru olup olmadığını düşünüyorsun.
İnsanlar çok soğuktu. Askere iyi davranmıyorlardı, elinden gelse yapacağını
yapacak tarzda insanlardı. Sonra, bunun bir sebebi olduğunu gördüm, halka
iyi davranılmıyor. Mesela, koyunu başka sürüye karışan muhtar, şikâyette
bulununca, bizim bodrumdaki hücre gibi yere kapatılıyor. Dövüldüğünü
falan görüyorsun. Bir koyun yüzünden müthiş derecede aşağılanıyor.
"Suçlu mu, değil mi" tartışması yapılmıyor.
İki ay sonra otuz tane G1 geldi. Sadece dördü çalıştı. Kiminin ateş
ederken namlusu fırladı, kimi tutukluk yaptı. 20-25 kişi silah bekliyor,
silahları hangimize verecekler? Birini usta bir askere verdiler. Adam yatış
şeklini alamadığı için, bölük komutanından müthiş bir dayak yedi. Yeni
yüzbaşı olan komutan, dayaktan sonra atışlar bitene kadar, "şu alanı
koşarak turlayacaksın," dedi. Komutan, "gel, atış yap," dedi.
O dayağı gördükten sonra, müthiş bir şekilde yattım, çok başarılı.
"Tamam," dedi, "tüfek senin." İçtimalarda namlular bir
hizada tutuluyor. Tüfeklerin hepsi aynı, benimkinin boyu uzun. Hepsi G3,
benimki G1. Başçavuş, "oğlum indirsene tüfeğini aşağıya,"
diyor, "G1 uzun, daha ne kadar indireyim" diyorum. İlk G1'i aldığım
gün, akşam saat 12 gibi, "karakolun kapısında dur" dediler. İlk nöbetim.
Gece karanlık, yanda hastane, karşıda okul... Bölüğün çoban köpekleri
çok havlıyorlar. Tedirgin oluyorsun ve saat sabah sekize kadar nöbetteyim.
Normalde iki saatte bir değiştiriyorlar, "nöbetçi yok" diye beni bıraktılar.
Çapraz tutuşta bekliyorum, kollarım yoruldu. Sekiz saatlik bir korku yaşadım.
Nöbetçi çavuşa, sürekli, "beni ne zaman değiştireceksin" diye
soruyorum. Aylardan Ekim, Kasım gibi, gündüz ılık, gece soğuk. Korku
uykunu bastırdığı için uyuklamak mümkün değil... "Şuradan ateş
etseler, beni vururlar mı acaba" diyorsun. Her yerden saldırı
bekliyorsun. Rahatlatmak için Aydın'ı, denizi, kumsalı, aradaki uçurumu düşünüyorum,
rahatlıyorum. "Döneceğim, dönmeliyim" diyorsun. Bir tür telkin...
G1'i dört ay kadar kullandım. Sonra terhislerin silahlarından birer tane
verdiler. Usta askerler çatışmaları gerile gerile anlatıyor. Sen tedirgin
oluyorsun. "Yıldız kaydı" diyorsun, usta asker, "yıldız değil,
izli mermi, taciz yapıyorlar" diyor. Taciz atışı ne? Kimse anlatmıyor.
Bu arada, yeni gelenleri köylere dağıttılar. Yeni gelmiş Antepli bir çocuğu
bir köye gönderdiler. Uzaktan taciz atışı yapılmış. Komutanları, ilk atışta
çöktürmüş. Sonra, bir daha ateş etmişler, yine çökmüşler. Üçüncü
kalkışlarında tek mermiyle Gaziantepli çocuğu öldürüyorlar. Minyon tipli
sevimli bir çocuktu. Üzüntü ve öfke. PKK'ya karşı, o insanlara karşı
gaddarca şeyler düşünüyorsun. Hatta köylüye, ora halkına bile cephe
almaya başlıyorsun. Herkes, "bulursak öldüreceğini, öldürürken şiddeti
yaşatacağını" söylüyor. Onu Gaziantep'e götürdük. Komutanlarımız
geldi. Evin tek çocuğu, annesi var, babası yok. Cenaze ilk mektubundan önce
gitti. Aile için bir yıkım oldu, sanki bizlere suçlar gibi bakıyorlardı.
Dağ köylerinde çatışmalar oluyordu. İki aşiret birbirine giriyor, sabah
gideceğimizi söylüyoruz. Akşam hiçbir yere gidilmez. Komutanlar,
"birbirlerini yesinler" diyordu. Gidiyorduk, tek bir mermi bile yok.
Çatışıyorlar, ölü varsa kaldırıyorlardı. Kadınlar şarjörlere mermi
basıyor, boş kovanları topluyor.
Cezaevi nöbeti var, bölükten bir buçuk kilometre uzakta. Müthiş bir sis...
Üç kule var, yanda cezaevinin tel örgüsü, üst tarafta da bir tepe... Biz,
altı kişi cezaevinin üç noktasında ikişer ikişer duruyoruz. Elektrikler
kesildi. Kesildiği anda silah sesleri duyulmaya başlandı. Her yandan mermi
geliyor... Yeni nöbetçiler geliyor; biz altı, onlar altı kişi. Nöbet
yerlerimizden çıktık, cezaevinin önünde bir araya geldik. Tam ortada, 12 kişiyiz.
Kimse yerine geçmeden çatışma başladı. Kimi yere yattı kimi kuleye girdi.
Biz üç kişi birinci kuleye girdik. İki kişinin yerde olduğunu gördük,
vurulmuşlardı. Yaralı yerde sürünüyor, açıktalar, ulaşamıyorsun. Her
yerden mermi geliyor, biz daha tek mermi bile atamadık. Görmüyorsun, sadece
tepeden uzun namlulu Biksiyi ayırdediyorsun. Karşıdaki bahçeli evlerden av tüfekleriyle
ateş ediyorlar. Evlerin bahçelerine girmişler av tüfekleriyle, saçmalar dağılıyor...
Bölüğe bağlı bir telefonumuz var, arıyoruz, duymuyorlar. Ama silah
seslerini duyuyorlar. Neyse telefonu açtılar, arkadaşlarım ağlayarak durum
bildiriyor: "Çabuk yardım gönderin, her taraftan ateş ediyorlar."
İki kişi de cezaevi kapısına dayandı. Gardiyan, "açamam" diyor.
Tüzük gereği asker içeri giremez. Bu arada badim kaşından saçma yedi,
yaralandı. Diğer arkadaşlar da yaralandı, o ikisi yerde kaldı, hiç
kalkamadı. Yaklaşık bir saat kadar çatışma oldu. Yardım gelmedi.
"Hazırlığımızı yapıyoruz geleceğiz" dediler. Koştursalar
gelirler... "Niye gelmiyorlar" diye sürekli telefon ediyorsun, bağırıyor
çağırıyorsun, ölenleri söylüyorsun. Arkadaşının yanına gidememek, çok
acı bir olay. Korkuyorsun, panik içindesin. Nereden ateş edildiğini görmüyorsun.
Sağa sola ateş etmeye başlıyorsun. Elektrikler geldi, ateş kesildi, yardım
da geldi. İki taraflı, yaya ve ciple yola çıkmışlar. Pusuya denk gelmişler,
baştan sona taranmışlar, yaralanan yok. Karşı taraftan kimseyi bulamadık,
nereye gittiler, ne yaptılar bilinmiyor. Aynı gece, helikopterle alay komutanı
geldi, halbuki gece çıkmazlardı, bölük komutanına bağırdı çağırdı,
küfretti. "Niye benim askerimi öldürtüyorsun, niye gelmedin buraya
zamanında?" diyor. Komutan da gerekçeleri sundu. Alay Komutanı o gün
Malazgirt'te kaldı, bölük komutanının evinde kalması davetini kabul
etmedi. Kıdemli albay askerlerle birlikte koğuşta kaldı. Ölen iki arkadaş
memleketlerine gönderildi. Biri Yozgatlı, biri Edirneli. Yaralı arkadaşı
Diyarbakır'a hastaneye gönderdiler. İki ay sonra döndü, saçmayı alamadılar,
yaşamını o saçmayla devam ettiriyor. Bu yaşadığım ilk çatışma, çatışma
değil daha çok pusuya düşürülme gibi. Nöbet değişiminde herkesin aynı
anda çıkmaması gerektiği sonradan öğretildi. Her eğitim bir hatadan sonra
başlıyor. Artık, nöbet değişimleri filmlerdeki gibiydi. İki arkadaş
birlikte koşuyorsun, biri korumaya alıyor, öteki takla atıyor, çok
artistik... Bu 15 gün falan böyle sürdü, sonra tekrar eskisi gibi...
Sonradan, "bu hataları artık eleştirmeliyiz" diyorsun. Hiç
kimsenin umurunda değil. Hele hele bunları eski askerlerin yapmaması
gerekiyor. Ölenlerden biri teskereye yakın bir askerdi. Önümüzde bayağı
bir askerlik olduğu için, biz aynı devreden olanlar, daha dikkatli olmamız
gerektiğini, hatalardan çok büyük dersler almamız gerektiğini tartışıyorduk.
Aramızda, "ölürsek şehit olacağız, vatanımız için yaparız seve
seve" gibi şeyler yoktu. Bunu hiç kimse söylemiyordu, basın sorsa söyler.
Sorulsa söylersin, yani söylemek zorunda olduğunu görürsün.
Gideceğimiz yer hakkında bilgi vermiyorlar. Evlere baskın yapıyorsun, arıyorsun.
Ne arıyorsun, silah mı, belge mi? Yasadışı bir şey aradığımız kesin
de, ne aradığımızı bilmiyoruz. Ya bütün köy ya da ihbar üzerine birkaç
ev aranıyor. Hatta hiç unutmam, bana biraz acıklı gelmişti, arife günü bütün
köy aranacak. İnsanlar temizliğini yapmış, bayrama hazırlanmış. Evlerine
giriyorsun, ayakkabı çıkarmak gibi bir derdin yok. En mahrem yerlerine kadar
evin yatakları, yorganları, çekmeleri, ne varsa aranıyor. Kadın orada Kürtçe
bir şeyler söylüyor, kendince haklı olarak yakınıyor, dövünüyor. Aramızda
Kürtçe bilenler vardı, ne dediklerini soruyorduk. "Küfür ediyor"
diyorlardı. Ben de, "haklı" diyordum. Kimi dikkatli arıyor, kimi alıp
atıyor. Asker psikolojisinden de kaynaklanan bir şey var. İnsanların dengesi
altüst, ölen arkadaşlar da var. Askerler tarumar ediyor ortalığı. Ben o
kadar aramaya katıldım, av tüfekleri hariç önemli hiçbir şey ele geçirmedik.
1992 yılbaşına uzak bir pusuda girdik. Malazgirt'in batısında ve doğusunda
bekliyorsun. Belli bir saat batıda kalıyorsun. Tekrar arabayla doğuya
gidiyorsun. Arabadan inip dağılıyorsun. Yol emniyeti sağlıyor, geçiş
kontrolü filan yapıyorsun. Üçe dörde doğru döndük. Uyumayan, görevde
olmayan askerlerin hepsi televizyon izliyorlardı. Kimlik kontrolü ve şüphelenilen
arabada komple arama yapıyorduk. Bana en saçma gelen de buydu. Bazı
komutanların elinde liste var, başçavuşumuz isimleri ezberlemişti. Adama
bakınca, "şunun akrabası mısın, şunu tanıyor musun" falan
diyordu. Bakıyorsun, ismini, nereli olduğunu öğreniyorsun, teşekkür
ediyorsun. Şüphe verici bir hareket olacak mı diye ters bir bakış atıyorsun.
Bu bakışı zamanla öğreniyorsun, sonra kendi kendine, "ne saçma kimliğe
baksam ne olur bakmasam ne olur" diyorsun. Zaten kimi aradığımı
bilmiyorum. Otobüsü durduruyor, herkesin kimliğini alıyorsun. Köy minibüslerini
durduruyorsun, insan öbeği, koyun bile var. "Jandarma abi, bizi indirme,
çok zor bindik" diyorlar. "Herkes insin" diyorsun, erkeklerin
kimliklerini topluyor, komutana veriyorsun. Kadınları aramıyoruz, onların da
aranmasını düşünüyorsun. Ama nasıl aranacağını bilmiyorsun. Adamları
bindiriyorsun. Ne kadar küfür ediyorlarsa arkandan, gönderiyorsun. Yabancı
biri olunca komutan özel ilgileniyor. Yabancı hemen fark ediliyor.
Nevruzda üç gün hiç uyumadık, uyutmadılar daha doğrusu. Bize kalsa
uyurduk. Halkın bayramını engellemek gibi bir derdim yok sonuçta. Askere
sadece olayların çıkacağı anlatılıyor. Yolları kestik, barikatlar
kurduk. Amaç oradaki halkları birleştirmemek, dağıtmak. Tatlıca köyünden
gelenlere potansiyel suçlu olarak bakılıyor, olayları çok fazla. Grup başlarının
oradan çıkacağı söyleniyor. Kalabalığı görüyorsun, üzerine doğru
geliyorlar. Kürtçe sloganlar atıyorlar. Dur ihtarı. Olay çıkmasından yana
olmayan bölük komutanı, "kesinlikle kışkırtıcı hareketlerde
bulunulmayacak, kesinlikle ateş edilmeyecek, halktan tepki gelmedikçe her şey
kontrol altında olacak" diye bizi uyarmıştı. Grup geldi, karşı karşıya
kaldık. Çapraz duruşta bekliyoruz, bayağı heyecan var; acaba üzerimize
gelecekler mi? İnsan selinin içerisindeyiz, en çok korktuğum silahlar konuşacak
mı? İnsan, gelirlerse en fazla tüfekle vurmayı düşünüyor. Kadınlı
erkekli ateşli taraftarlar! Üzerimize kadar geldiler, uyarı üzerine
durdular. İçlerinden biri, "buradan geçeceğim" dedi. Komutan,
"geçsin" dedi. Bu arada askerin biri, "niye geçiyorsun"
diyor. O da, "geçeceğim, evim orda" muhabbeti yapıyor. Asker
vurmaya başladı. Komutanlar araya girdi, bizimkini çektiler, adama da,
"geç" dediler. Sabahın köründen akşama yoğun bir tempo...
Uykusuz, yorgun, gergin bir nevruz geçti.
Muş, o sene eylem değil de, geçiş yeriydi. Bu arada, PKK'dan itirafçı olup
devlet adına çalışmaya başlayanlardan övgüyle bahsedilmeye başlandı. Bölük
komutanının kameriye denen özel odasında servis yapıyor, gelenleri takip
ediyordum. Yeşil kod adlı, kod adını biliyoruz, uzun boylu sakallı iriyarı
biri özel bir arabayla geldi. Yanında oldukça güzel bir bayan vardı. Yeşil
olduğunu biliyoruz da, bu kadar ünlü olduğunu bilmiyoruz. Bir saat kadar
oturdular, servis yaptım. Muş Alay'da kaç kişiyi nasıl öldürdüğünü
anlattılar. Adamdan övgüyle söz ediliyor. O arada teröristlerin yakaladıkları
askerleri işkenceyle nasıl öldürdüklerini biliyoruz. Daha sonra, askerleri
öldüren beş kişi yakalanarak Muş Alay'da sorguya çekiliyor. Sorgudan sonra
Yeşil'in onları şehir dışına götürüp ağızlarına el bombası koyarak,
uzaktan ateş ederek öldürdüğü, cesetleri toplayarak getirdikleri anlatılıyor.
Bazı çatışmalara onun da geldiği söyleniyor. Çok hareketli bir insan olduğu,
hatta efsane gibi, parende atarken şarjör değiştirdiği, mermilerin üstüne
doğru gittiği, kendisine bir şey olmadığı sürekli anlatılıyor. Adama
gizliden bir sempati de duyuluyor.
Katerin dağlarına gidiyoruz. Duyum bayağı güvenilir olmalı ki, yüzün üzerinde
asker var... Dağdaki çatışmaya ilk gidişim. Sonradan, bölge sorumluları
olduğunu öğreniyoruz. İki dağ arasında bir kol var, üç kişinin kayalıklar
içerisinde olduğu sonradan fark ediliyor. Özel Harekât timleri, komandolar
gelmiş. İlk atışı biz başlattık. Kayanın arasındalar, sadece üç kişiler.
Yarım saatte her askerin üzerindeki yüz mermi, beş şarjör bitmişti.
Helikopterle alay komutanı geldi. O anda, ele geçireceğimiz insanlar çok önemli,
diye düşünüyorsun. Hedefi görmüyorum, sadece ateş emri geldiği için öylesine
ateş ediyorum. Öldürmek istiyorsun, başımdan geçenler, arkadaşlarının
ölmesi seni etkiliyor. O etkiyle, orada olmanın sorumluluğunu düşünüyorsun.
Niye buradayım? Onları sorumlu tutuyorsun, ateş ediyorsun. Bir müddet sonra
onların ateşi kesiliyor. Ağır silahlar ve en son uçaksavar getirildi. Hâkim
bir tepeye konmasıgerekiyor. Alay komutanı, "iki gönüllü asker bir de
kullanacak astsubay bekliyorum" dedi. Gönüllüler çıktı. Silahı
tepeye kuruyorlar. Gayet net bir şekilde görüyor karşı tarafı, onlar da...
Silahın kurma kolu çekiliyor, ilk mermi atılıyor, sonra tutukluk yapıyor.
Astsubay, kolu çekmek için doğruluyor, gövde kısmı görülüyor. Astsubayı
nokta ateşi ile öldürüyorlar. Bizden bir daha o tepeye çıkan olmadı.
Astsubayın öldüğü haberi birden yayıldı. Bütün gece oradaydık. Bütün
gece ateş ettik. Yaralananlar helikopterle Diyarbakır'a götürüldüler, çatışma
sürüyor. Her an öleceğini de düşünüyorsun, ölen insanları da görüyorsun.
Müthiş nişancı olduklarını biliyorsun, çok iyi eğitildiklerini görüyorsun.
"Niye biz eğitimsiziz" diyorsun, eğer burada Özel Harekât varsa özel
harekât yapsın. Biz niye geldik buraya? Kalabalık olmanın avantajı yok,
dezavantajı var. Geceyle birlikte müthiş bir rüzgâr, müthiş bir soğuk.
Herkes birbirine sığınıyor, üşüyorsun. Ateş kesildi. Bir iki saatlik bir
boşluk... Sabah oldu, yiyecek yok, hiçbir şeyimiz yok, çatışmadasın,
kiminin sigarası bitmiş. Günün ilk ışıklarıyla Alay Komutanlığı'nın
bütün imkânlarıyla roketatarlar, bombalar yine patladı, kayalar paramparça
oluyor. Nasıl oluyor da hâlâ yaşıyorlar? Arada bir boşluk oluyor, tek atış
geliyor, tak diye bir mermi sekiyor. Son bombalamadan sonra, atışlar kesildi.
"Bu sefer, parçalarını toplayacağız" diyorum. Hepsini öldürememişiz,
bir düş kırıklığı... Komutanlar özellikle Özel Harekât bayağı
sinirli. Tek ceset tarandı. Savcı geldikten sonra hazırlanan raporda,
"asker hızını alamayarak, hırsından dolayı yakından taramış"
diye geçti. Nasıl geçip gittiler? Arkadaşlarla, "gitmemize gerek var mıydı"
diye konuşuyorduk. Özel Harekât bunu halledebilirdi. İki eğitimli grup karşı
karşıya kalacaktı. Biz eğitimsizler çatışmalardan tesadüf eseri
kurtuluyorduk. Aynı ay içerisinde bir çatışma daha çıktı. Bir terörist
muhtarın evinde saklanıyordu. Bu sefer iki tim gittik, bir elli kişi vardı
yine de komutanlarla... Evi sardık, uyarı yapıldı. Çıkan olmadı, eve
girmenin imkânı yok. Uyarı sonrası eve ateş edilmeye başlandı. Kapı,
roketten düştü. Evde terörist olduğunu muhtar kabul etti. Adam yine fırsatını
buluyor tek mermi atıyor. Başçavuş uzman çavuş, emekliliği gelmiş ama
ayrılmamış, el bombası attı içeri, pimini çekmemiş, patlamadı. Birkaç
dakika sonra el bombası geri yollandı. Geri gelen bomba tesadüfen boş alana
düştü. Göbeğimize düşse en azından yirmi kişiyi götürecek. Topçu
tugayından bir saat sonra getirilen top evin köşesini aldı gitti. Adam
teslim oldu. Birkaç yerinden yaralanmıştı. Adamı, hemen Muş'a alaya götürdüler.
Onunla hiç konuşamadık... Bir tanesi köy karakoluna taciz ateşinde bulunmuş,
kaçarken de topuklarından vurulmuş, yanımızdaki hastaneye getirmişlerdi.
Herkes yanına gidiyordu. Ben de gittim, "geçmiş olsun," dedim.
"Ne yaptın," dedim, "çobanım," dedi. "Nasıl çobansın,
kalaşnikoflu," dedim. "Geçmiş olsun" dedim diye arkadaşlardan
tepki aldım. "Vuruldu, ama insan sonuçta," dedim.
Malazgirt'e iki saatlik uzaklıkta bir dağ köyündeki tepelere karakol yapılacak.
Çadırları kurduk. 12 mevzi kazdık. Akşama kadar çalıştık, toprakları
çuvallara doldurduk, çadırların etrafını çuvallarla kapattık. Bayağı
bir yorgunluk var. Aynı gece pusuya çıkardılar. Sonradan, bizi ayakta
tutmak, uykuya yenilmememiz için böyle yaptıklarını öğreniyoruz. O kadar
uyarıya rağmen, o kadar yorgunuz ki, gene uyuyoruz. Önümüze set gibi taşlar
falan koyduk. Yanımda daha önce çatışmada saçma yiyen badim var diye ben
resmen uyuyorum. Tim komutan yardımcısı geliyor, "kalk, niye
uyuyorsun" diyor. "Niye uyumayayım" diyorsun. Sabah fark ettik
ki, net bir hedef durumundaymışız, ay ışığı da var. Her şey olabilirdi,
tabii bunun hesabı sorulmadı. Subay ilk gün geldi, geri döndü. Tim komutanı
astsubay...
Mayıs, Haziran, aşırı sıcak, sabah serinliğinde uyudun uyudun... Dağdayken
hiç çatışma olmadı, dört ay kaldık. Mutfak çadırı vardı, aşçı göndermediler.
Herkes bildiği kadar yemeğe katkıda bulunuyor. Ben bile mercimek çorbası
yapıyordum, kızartmalar falan. Eteklerdeki 30-35 haneli köyün bakkalından
alışveriş yapıyorduk. Erzurum'daki postaneye gidip telefonlaşıyorduk. Tim
komutanımız da genç olmasına rağmen namazında niyazında biriydi. Birkaç
askere tokat atmıştı. Ertesi gün özür dileyen bir adamdı. 32 askeriz,
komutanlarla 34-35'i buluyoruz, sürekli, "çatışma çıksa ne yaparız"
diye düşünüyoruz. Bölük komutanı çatışma çıkarsa kesinlikle yardım
beklenmemesini söylemişti. Dağıtılan 120 mermi ile sabahı edeceksin, iyi eğitimli
asker iki şarjörle de idare edebilir ama biz bir saatte silah tutukluk etmezse
hepsini boşaltırdık. Taciz atışları oluyor, "yeni silahları mı
deniyorlar acaba" diyorsun. Gündüzleri rahatız. Top oynuyoruz, kalemizi
kurduk, köylülerle bir iki maç yaptık. Yaralandım, kafa topuyla çakarken
iki arkadaş başımız çarptı birbirine, ikimizin de kaşı aynı yerde açıldı.
Bir ara tim komutanı, botlar boyanmış mı, tırnak kontrolü için içtimaya
çıkarmaya çalışıyordu. Artık rahat konuşuyoruz komutanımızla. Görevden
gelmiştik sabah saat 10 falan, komutan çavuşa, "askerlerini çağır, içtima
olacak" dedi. Çavuş, "çağıramam, görevden geldiler, uyuyorlar.
Bu saatte içtima olur mu?" dedi. Çavuşa iki tokat vurdu. Biz de,
"dağın başında içtimanın anlamı yok" dedik. Komutan,
"yapacağımı bilirim" diyerek çıktı, bir şey yapamadı tabii.
Bir gün Alay Komutanı geldi. Çadırdayız. "Herkes giyinsin dışarı çıksın"
demeye kalmadı, helikopter indi. Alay komutanı bizim çadırın içinde, kimi
pantolon giymek üzere. "Bilerek haber vermedim, sizi rahatsız eder, mıntıka
temizliği bile yaptırırlardı," dedi. Baklava falan getirmiş, şikâyetlerimizi
sordu. Çıt çıkmıyor. "Komutanım, çadır çok sıcak oluyor"
dedim. Suya çözüm bulunabileceğini söyledi. En önemlisi,
"istemiyorsanız, şüphe duyuyorsanız gitmeyin, istemediğiniz göreve
sizi yollayamazlar," dedi. Askerin biri silahla oynarken arkadaşını ayağından
vurmuş, bandajlamışlar, araba bulup götürmüşler. Komutan geldi,
"arkadaşınızın kanı yerde kalmamalı," dedi, "bu kan sizi boğar"
dedi. Komutan tabancasını çıkardı, çocuğa dayadı, "öldürürüm
seni" gibisinden tehditlerde bulundu, kabzasıyla vurdu. Bayağı kötü
bir şekilde dövdükten sonra ellerine kelepçe vurdurdu, çocuğu arabanın
arkasına attırdı. Çocuk bütün gece orada kaldı.
Askerlerle astsubaylar uzman çavuşlar arasında ilişki senli benliydi.
Subaylarla ancak bir şey sorulunca konuşabiliyorsun. Subay,"askerimi dövdürtmem,
ben döverim" diyor. Ağustos'un 20'si falan, tam göreve çıkarken
telsizden adımı okudular, yarın teskere diye. Özetle 13 ayla bitirdim. Sürpriz
bir şekilde teskereyi aldım, inanamadım. Geri gideceğim diye hâlâ
korkuyordum.
Ankara'ya kadar eskort geliyor. Diyarbakır yolunda iki otobüs yakıldı, aynı
tarihte. Tedirgindik, yollara bakarken, "şu ağaçlıklardan roket atsalar
vururlar mı" diyorsun. Ankara'da Aydın arabasına bindim, hiç uyumadım.
O sıcakta kazaklayım. Annem kapıyı açınca, beni seyyar satıcı sanmış.
Eskiden Aydın'da sıkılıyordum, ama dönünce, "toprağını öpeceğim"
diyordum. Umarım bir daha yolum düşmez o tarafa. Böyle dememek gerek ama
diyorsun. Oradaki yaşamla buradakine bakınca iki ayrı ülke olduğunu bile düşünebiliyorsun.
Askerlik öncesi daha deli doluydum. O insanlara haksızlık yapıldığını görmeye
başladım. Askerlikten sonra çok daha net görebiliyorsun. O dehşet anlarını
yaşadıktan sonra, o insanların hangi şartlarla yaşadığını görünce
farklı şeyler yapılması gerektiğine inandım. Çatışmaların dışında,
köklü bir şeyler yapılması gerektiğini düşündüm. Eskiden haksızlıklardan
konuşurken bu kadar ateşli değildim. Arkadaşlarım da, "niye bu kadar
agrasifleştin" diyorlar. "Benim tepki göstermem sizin tepki göstermemenizden
daha iyidir" diyorum. İnsanların bulundukları yerden konuşması beni
rahatsız ediyor. İnsanlar orada saat altıdan sonra dışarı çıkamıyorlar,
gece hayatları yok. Savaşta, önce kendinle savaşıyorsun, niye orada olduğunu,
niye ateş ettiğini düşünüyorsun. Sonra karşındaki insanın savaşını
yaşamaya başlıyorsun. Sonra bulunduğun ortamın savaşını... En zoru içindeki
savaşı yaşamak. (Nisan 1998, Aydın)
1970, Erzurum doğumlu, 1991 Ağustos - 1992 Eylül arasında Zonguldak Devrek
acemi birliği, sonra Muş... Memur çocuğu, bebeklikten beri Aydın'da. Üç kız
üç oğlan altı kardeşin iki numarası, onun küçüğü Kıbrıs'da askerde.
Askerde, en çok Deep Purple'dan "Soldier Forth" dinlemek istediyse de
Ahmet Kaya'nın "Şafak Türküsü"yle yetindi. Kursa gitti, kamarot
olmaya çalışacak. Çok okuyor, Yaşar Kemal'i, Nazım Hikmet'i ve Orhan
Veli'yi seviyor.
İKİ TANE PATLATTIM. O DA ANLAMADI NİYE DAYAK
YEDİĞİNİ...
Bu kadar yoksulluk, yoksunluk yaşayan insan, birileri gelip bir şeyler anlatırsa
dağa çıkabilir, yani bir umut görürse... Çünkü orada da zaten aynı
eziyeti çekiyor, yarını yok. Katılması kolay oluyor...
Elazığ Arıcak ilçe Komando Birliğinde tim komutanı olmak gibi bir piyango
çıktı bize. Evin tek erkek çocuğuyum, en küçüğüm. Ailem için çok kötü
oldu. Bizim evde, "kötü bir haber alır mıyız" diye üç saat
boyunca bütün kanallardaki haberler izleniyordu. Avantaj telefondu. Ben hayata
esprili bakan biriyim. Mesela askerlik uzatıldığında terhisi gelenler bayağı
kötü oldular. Bize bağlı terhis olacak askerleri ilçeden alıp birliğimize
götürmeye gittim. Düşünebiliyor musunuz sivil elbiseler giyilmiş,
komutanlarla dizi fotoğraflar çekiliyor, vedalaşılıyor. Bir emir geliyor, dört
ay daha askerlik yapılacak. Çocuklar yıkıldı. Birliğe döndüm. Yüzbaşı,
"geçmiş olsun" dedi. "Niçin komutanım," dedim.
"Askerliğin uzatıldı" dedi. "Erlere uzatıldı" dedim. İnanmıyorum.
Komutan emri getirtince, bakakaldık. Hemen adapte oldum, espriye vurdum. Beş
ay daha yapacağız, buraları zaten özleyecektik... Oranın tadını çıkarmaya
baktım. Korku, endişe yaşamadım. Etkisini terhis olup geldikten sonra dört
beş ay burada yaşadım. Oradaki yaşam pusu ya da operasyon nedeniyle gece
ayakta, gündüz uykuda. Buraya gelince de gündüz yatıyordum, akşam üstü
kalkıyordum. Kahveye gidiyordum, gece bir buçuk ikiye doğru eve dönüyordum.
Evde, gene, sabaha kadar bekliyordum. Sabah dörde beşe doğru uyurdum. Gecenin
dördünde dışarıda bir köpek çöp kutusunu deviriyor, yataktan fırlıyordum.
Ramazan topuna isyan etmiştim. Ramazan olduğu bilinci de yok kafamda... Top
patlıyor, kendimi yere atıyorum. İnsanları görünce, kendine "sakin
ol, burası Denizli, bu roket değil, ramazan topu" diyorum. Bu üç dört
ay devam etti. Bir asteğmen arkadaşla altı yedi ay sonra karşılaştık,
muhabbet orası tabii. "Sese karşı bir refleks gösteriyorum" dedim.
O daha kötüydü, kâbuslar görüyordu. Aslında pek çatışmaya falan da
girmemişti.
Benim için, yağmurun altında şarap, yağan karın içinde konyak içmek
zevktir. Şimdi dikkat ediyorum artık. Askerlik değil de, öğrencilik beni
olgunlaştırdı. Ben 16 yaşında üniversiteye gittim, 14 yaşında da
ailemden ayrı çalışmaya başlamıştım. İnşaatlarda o ezikliği
sindirdim. Üniversitede bayağı zorlanmıştım. Erler için farklı; çocuk köyünden
hiç ayrılmamış, babasının parasını yemiş, gezmiş tozmuş, yahut çalışmış,
çiftçilik yapmış. Askere geliyor. "Komutanım" demesini, selam
durmasını öğreniyor, mantığının almadığı emirleri yerine getiriyor,
eli mahkûm. Bu durgunlaştırıyor, içimizdeki isyankârlığın yerini sinme
alıyor. Asıl olarak, askerlik engel gibi görülür. İş kuramazsın,
evlenemezsin... Askerlik hedefleri erteletiyor.
Bizim 16-17 kişilik timin komutanı asteğmen, astsubay da yardımcısı.
Astsubay bunu çekemez, genelde ikilik doğar. Biz yaşamadık, komandoda öyle
emir komuta zinciri de yoktu, arkadaş gibi oluyorsunuz. Bir de, terör bölgesindesin.
Çatışmalara birlikte giriyorsun, yemeği paylaşıyorsun, komutan-asker ilişkisinden
ziyade büyük bir aile gibi.
Benim sorunum astsubaylıktan teğmenliğe geçen bölük komutanıylaydı. Bölük
komutanı ne derse yapılacak. Şu tepe tutulacak, alayın emri... "Şuradan
tutalım" deme şansınız yok. Mesela çatışma çıkar, komutanın bütün
bölüğü derleyip toparlaması, ya da emir vermesi gerekir. Onda pek bu vasıflar
yoktu. Öte yandan, üç günlük operasyona yüzbaşı gelmeyebilirdi, ama
ciddi durumlarda yüzbaşımız gelirdi. Onunla hiç sorunumuz yoktu. Asteğmenlerin
başında bir bölük komutanı var, ki arazide dağılınca, yalnızsın,
sorumluluğunda 16 kişi var. Onun yükünü çekiyorsun, hissediyorsun. Bizim
Elazığ'ın pek terörle şeyi yok. Yalnız, Arıcak'dan bakınca karşı tepe
Bingöl Genç'e ait, arada nehir ilçenin sınırı. Bizim ilçe geçiş yolu
olduğu için bizim oralarda terörist faaliyet bayağı vardı. İlk zamanlar vücudun
çok ham, sonra o direnci kazanıyorsun. Mesela askerlikte hiç hastalanmadım.
Yeri geldi yağmurda kaldık, rüzgâr yedik, terli, terli, karların içinde
geceledik. Şimdi hafif bir üşütmede yatağa düşüyorum... Orada vücut alışıyor,
otomatikleşiyor. Beşte kalkılacaksa kalkıyorum.
Acemide, fiziki olarak da, bilgi olarak da bayağı kaliteli bir eğitim
veriliyor: Haritacılık, arazi yürüyüşü, taktikler, PKK ile ilgili
bilgiler... Hakkari, Şırnak gibi doğu bölgelerinde görev yapan teoriyle
pratiği birbirine bağdaştırabilen komutanlar eğitim veriyor. Komutanlar
psikolojiyi de biliyor. Eğridir'den çok memnun kaldım. Tatbikatlar, gece yürüyüşleri
adaptasyonu kolaylaştırıyor. Dezavantajımız, piyade eğitimi alıp jandarma
olarak görev yapmaktı. Oranın tim şekli farklı, jandarmanınki farklı,
silahlar farklı... Bende silaha merak vardı. Ava gidiyordum. Silahı severim,
ama taşımam, tehlikeli bulurum. G3 kullanıyorduk, bir ara zevk olsun diye
kalaşnikof taşıdım. Kalaşnikof hafif ama G3 daha güzel, tesiri de fazla...
En sevdiğim silahtır G3. Aslında sevmediğim silah yok. Hepsinin zevki ayrı,
silah silahtır, vurunca hepsi öldürüyor, hepsi yaralıyor. Nişan alma şansı
zamana, şarta bağlı. Karşınızdaysa nişan alarak ateş edebiliyorsunuz, ya
da saklandığı yere ateş ediyorsunuz. Arazide siz arayansınız, onlar tepede
veya başka yerde sizin geldiğinizi görür. Şehitler genelde ilk atışa
maruz kaldığınız anda verilir, sonrasında ölmek çok zor. Yani ilk ateşte
şehit oldunsa oldun. Mesela, operasyona çıktınız, dağın tepesinde terörist
sizi bekliyor. Çok dikkatlisiniz ama neticede yürüyerek gidiyorsunuz, sizi görüyor,
ilk ateşi açıyor. Açık hedef oluyorsunuz. İlk ateşte, sığınacak bir
kaya bulduktan sonra, üstünlük bize geçiyor. Takviye alabiliyorsunuz,
helikopter çağırabiliyorsunuz. Havanlarınız, silah ve kişi üstünlüğünüz
var. Ondan sonra da kaçacak yer ararlar, kaçmazlarsa yok olurlar, genelde de
kaçarlar. Katıldığım ilk çatışmada ölümü çok yanı başımda
hissettim. Bir köy minibüsü mayına basıyor, dört kişi öldü. Biz
korucularla birlikte peşlerine düştük, ayak izlerini takip ede ede bir boğaza
geldik. Riskli bir bölge, kalabalıktık. O boğazın emniyetini sağlamak için
tam çıkıyordum, aşağıdaki gruba ateş açılınca biz açıkta kaldık.
Yine de bir tepeyi aldık. Kendimizi sağlama aldıktan sonra tepede bilinçsizce
açık hedef şeklinde ayakta dolaşıyordum. Askerlerim beni ikaz etti. Uzaktan
gelen kurşun sesini biliyorum da yakından daha bir değişik geliyor. Acaba değişik
bir silah mı? Askerler çok yakından gelen bir merminin sesi olduğunu söylediler.
Bir an ölüm geliyor aklınıza, yani karşıdaki herif namluyu çok hafif
oynatsa sana gelecek. Kendini daha sağlam bir yere atıyorsun veya cevap
veriyorsun. Tamamen teröristle mücadele psikolojisi, ölümü düşünecek
vaktiniz yok. Daha sonra, gece yatakta bugün neler yaşandı diye düşünüyorsun.
Sonra da, "ne kadar basitmiş" diyorsun. Garip bir duygu. O gün ölebilirdim.
Sonradan da dalga geçme konusu oluyor.
"Nasıl yaşadın, oralar nasıl" diye bana soruyorlar. "Çok güzel"
diyorum, "iyi ki yaşamışız" diyorum. "Özgürlük ve maceranın
tadını yaşıyorsun" diyorum. Biraz espriyle, vurulmamak şartıyla gayet
güzel yani. Sorumluluğu tadıyorsun. Bu çok ağır, hayat söz konusu, 16
asker size bağlı, anne babalarıyla konuşuyorsun, "oğlumuza iyi bakın"
diyorlar. Siz bir hata yapsanız onlara bir şey olacak. Onun için, önde
kendim giderdim; bir şey olacaksa... Onlara göre daha eğitimli, daha bilinçliyim.
Asker de onu bekler, korktuğunuzu hissederlerse, "kendi yerine bizi gönderiyor"
diye düşünürse, sizle bağını kopartır. Bizim dönem şehit olmadı, oldu
da bizim bölük vermedi. Kimseyi öldürdüm mü? Benim dönemimde değişik bölge
ve zamanlarda ikisi sağ, 10-11 terörist ele geçti. Sağ yakalananı üst
makamlara intikal ettiriyoruz. Bu arada bire bir görüşüyorsunuz. Askeri
olarak, tabii, onların sorgulanması lazım. "Nereden geldi",
"nasıl yapıyorsunuz" gibi. Niye katıldıklarını merak ediyordum.
Biri, lise mezunuymuş, "özgürlük için, halk için katıldım,"
dedi. "Aradığını bulabildin mi" dedim. "Bulamadım, beklediğim
gibi özgür olamadım," dedi. "Hıyar, daha nasıl özgür olacaksın,
istediğin köye giriyorsun, istediğin yiyecek içecek dağlarda," dedim.
Tabii çoğu yakalanınca, "kaçırıldım, tehdit edildim" der.
Yalanlarla kendini acındırmaya çalışır. Ora insanının kültürü farklı,
daha bir cahillik, bilinçsizlik var. Birini, mesela pilot olmak için götürmüşler,
öbürüne kaymakam vekilliği teklif edilmiş. Çoğu da işsizlikten katılıyor,
yahut zorla götürülüyorlar. Nasıl insanlar bunlar? Ailesini bırakıyor, dağlarda
dolaşıyor, aç susuz kalıyor, hasta oluyor. Onu oraya getiren ne? Üniversite
formasyonuyla, "bir dava uğruna" diyorsun, öte yandan ayrılmak
isteyenleri bırakmadıklarını görüyorsun. Bıkmışlar, bir şey olmayacağını
biliyorlar. Teslim olmaları da ölümle engelleniyor. Teslim olanlar anlatıyorlar
bunları. Bence siyasetle, politikayla aç insanlar uğraşır, bir insanın
karnı toksa, parası pulu varsa, haklarla uğraşmaz. Polisten niye cop yesin,
niye işkence görsün? İnsan dağa çıkabilir, yani, bu kadar yoksulluk,
yoksunluk yaşayan insan, birileri gelip bir şeyler anlatırsa dağa çıkabilir,
bir umut görürse... Orada da zaten aynı eziyeti çekiyor, yarını yok, katılması
kolay oluyor.
Ben hatırlıyorum, mesela ilk terör başladığında şehitler verildiğinde Güneydoğu'da
askerlik yapmanın havası başkaydı. İlk terhis olanlara bir merak vardı.
Ama şimdi çoğaldı. Mesela benim köyümde şu an 30 genç askere gitti, 15'i
mutlaka Doğu, yani yarı yarıya... Benim ailem oğlu Doğu'da olan ailenin ne
yaşadığını biliyor, onlar için üzülür belki, ama kanıksandı. İsyan
da var bu konuda: Zengin çocukları niye Doğu'da askerlik yapmıyorlar? Torpil
bulunuyor, çürük raporu alınıyor. Yoksullar savaşıyor. Farz edelim ki
zengin çocuğu gitti Hakkari'ye, en azından merkezde kalması sağlanıyor,
komando timi yerine santrale alınıyor. Askerler bunun farkında ama konuşacak
zaman yok. Siz, ancak kendinizle uğraşıyorsunuz. Benim asker dövme huyum
yoktur. Bir tanesi torpilliymiş nöbete gitmiyor, ki benim askerim de değil,
jandarmanın askeri. Astsubaya "torpilliyim, nöbet tutmayacağım"
diye direniyor. Sorunca, bir havayla dişinin ağrıdığını söyledi. Şimdi,
bir komutan varken siz bir askere fırça atamazsınız. Ama benim hafızamda şey
yaptı o asker. Bir gün, yine nöbete gitmemiş, nöbetçi kolluğunu tutmuş,
yemekhanede ağzında sigara oturuyor, çayını içiyor. Gittim, iki tane
patlattım. Niye dayak yediğini anlamadı. "Nöbetçi çavuşsun, burada
sigaranın içilmediğini bilmiyor musun," dedim. Konuşuyorum:
"Buradakilere içirtmeyeceğine kendin içiyorsun, arkadaşların dağlarda,
sen nöbetçi çavuş olarak mevzileri dolaşmak, askerlere bakmakla yükümlü
değil misin?" Bunlar bahane, asıl öbür yüzden. Mesela, benden önce
askerden para toplanmış bir çanak anten alınmış, iki kanal TRT 1 ve Show
TV. Beş gün imanınız gevremiş, perişan bir halde operasyondan geliyoruz.
Televizyonda vur patlasın çal oynasın insanlar eğleniyor. Ben bunlar için
buradayım, şunların haline bak! İnsanları duyarsızlıkla suçluyorsun, böyle
bir psikoloji. Biz devlet için şunu yaptık bunu yaptık, devlet bizim için
ne yaptı? Bir ayrıcalığınız yok, toplum da bunu vermiyor, askerliğini
orada yapmışsın, belki bir iyilik bekliyorsun, ama o da yok. İş bulma
konusunda da bir avantaj yok.
Oradaki halka karşı önyargı mutlaka var, tanıdıkça insan olarak görüyorsun.
Oysa önce potansiyel bir suçlu olarak bakabiliyorsun. Halkla kahvelerde
sohbetlerimiz oluyordu. Tabii komutandan komutana fark oluyor. Bizim yüzbaşımız
gayet bilinçli, iyi bir insandı. Halkla sürtüşmeye girmedik. Bizim önümüzde
üç dört köy ve kasaba korucu oldular, yanımızda yer aldılar, sorun olmadı.
Sorun olması gerekirken bile olmadı. "Terörist geliyor mu?"
diyorsun. "Vallah gelmedi komutan," diyor. Psikolojik yanaşıyorum,
"sana gelmemişse amca, ben de köy çocuğuyum, küçük yerde duyulur,
komşuna gelir," diyorum. "Vallah geldiyse bile gözüm değmemiştir,"
diyor. Bir çatışma sonrası, doküman buluyorsunuz, "bu köye gidildi
propaganda yapıldı" notlarını okuyorsunuz. Gözü değmeyen muhtara bir
ay önce terörist gelmiş, şu malzemeleri vermiş. Tabii siz söylemiyorsunuz,
ne yapacaksınız muhtarı öldürecek misiniz? O da mecbur. İsterseniz baskı
da yaparsınız, ama biz öyle şey yaşamadık.
Bu olay neden çıktı? Ben demokrat biriyim. Üniversitede örgütün kurulduğunu
duyduk. Siyasetle ilgiliyim, özellikle yakın tarih çok ilgimi çekiyor,
bunlara tanınması gereken haklar tanınmıyor. Bu demokratik hakları
kabulleniyorum. Ama, PKK olayına bakışım... Şiddeti tasvip etmedim...
Yurttan bir arkadaş, "katılacağım" dedi, gitti... Bir yıl sonra
Cumhuriyet gazetesinde şiirlerle ismini gördük, öldüğünü öğrendik.
(Mayıs1998, Denizli)
1969, Denizli doğumlu, avukat... Askerliğini 1992 Mayıs - 1993 Eylül günlerinde
yaptı; Eğridir'de piyade eğitimi aldı, jandarma komando asteğmen oldu, usta
birliği Elazığ Arıcak'daydı.
ÖFKEMİ DE KONTROL ETMEK ZORUNDAYIM!
Pusuda korkuyu yenmek için saçma sapan şeyler yapıyorsun, şarkılar söylüyorsun...
Playboy, Penthouse gibi dergiler alırdık, hava kararmadan önce okurduk. Bir
dergiyi on sefer okuduğumu biliyorum. Hiçbir şey düşünmek istemiyordum,
uyumak hiç istemiyordum. Uyurken ölüyorsun.
Askere illa ki gitmeliydik. İstediğim yer Şırnak'tı, gittim. Orta halli bir
yerde yetiştim. Okul, okuduklarım, filmler etkilerdi beni. Milliyetçilik olayı
vardı: "Vatanımızı seviyoruz, Türk evladıyız." Oysa kışladan
girince her şey bir anda değişiyor. Anlatılan askerlikle alakası yok. İnsanların
yaklaşımları, hal ve tavırları sarstı beni. Psikolojikman çöküntüye uğruyorsun.
Adımını attın mı geriye dönemezsin. Senden üç ay önce gelmiş asker
sana bağırabiliyor, vurabiliyor. Bir kişi istese 400 kişiyi dövebilirdi,
kimse bir şey yapamıyordu. Söylemesi ayıp; tecavüz kaçınılmazsa, zevk
almasını bileceksin. Bunu yaptık. Üç aylık eğitimde iyice alıştık.
"Artık," dedik, "askerlik başladı."
Beytüşşebab'dayız. İlk gittiğimizde üç dört metre kar var, dağın başı.
Acemiden farklı. Kimse kimseyi umursamıyor. Tam bir çöküntü. Birkaç gün
sonra nöbet başladı. Gerçeği kabullenirsen üstesinden gelirsin,
kabullenemezsen dönünce eser kalır. Çok arkadaşımız hâlâ tedavi görüyor.
Orada kendini tamamen ordu malı göreceksin. Kendini çaresiz hissetmek ölüm
demek. Adam bunalıyor, kendini vuruyor. Bir arkadaşın babası gelinini taciz
ediyor. Gelin de kocasına, yani arkadaşa mektup yazıyor; "baban, böyle
böyle, babamın evine dönüyorum," diyor. Çocuk bunalıma girdi, kendini
çekti vurdu.
Ben çok soğukkanlı bir insanım, biraz da gaddarım. Başıma bir olay
gelince dövünmem, çaresine bakarım. Operasyon öncesi çoğu mektuplar
yazar, cebine koyardı. Ölürse bir ton mektup cebinde... "Bu mektubu aldığınızda
ölüyüm" gibi. Böyle sendromlara kapılanlar yüzünden de birçok
hatalar yapılırdı. İlk çatışmada şok oldum. Haziran, uyuyordum, devrem
kolumu çekiyor, "kalk," diyor, "çatışma var". Elim ayağım
titriyor, korkuyorum. Daha önce silah sesi duyduk ama bu gerçek... Kaçmak
olmaz, öleceğimiz varsa ölürüz. Önce silah sesine alışmaya çalıştım.
Dinliyorum, bir yandan da gözetliyorum. Bir şey olmadı. Asıl silahımı ateşlediğim
çatışma çok büyüktü. Pusudaydık. Sesler gelmeye başladı. Sonra bizim uçaksavar
mevziinden ateş ediliyor. Ondan sonra kıyamet koptu, silah sesleri...
Delirecek gibi oldum, aşağı yukarı beş dakika hiç ateş edemedim. Kafamı
kaldırmaya çalışıyorum, korkuyorum, kafamı eğiyorum. Beni buraya kim gönderdi?
İsyan! Ben kimim? Seyrettiğim filmler, evim, her şey aklıma geliyor. Çaresi
yok; bir tane ateşledim. Bir tane, bir tane daha, sonra kafamı kaldırdım.
Kafamı kaldırdıktan sonra arkası geldi. Korkuyorum, karşımdaki de insan, o
benden daha çok korkuyor. Elimde silah var, onun elinde de. Korkmayan yok ki.
Can bu, saniyelik olay, bir mermi aldın mı, gittin. Çatışma iki saat sürdü,
aşağı yukarı 160 mermi attım. Kimseyi vurduğumu görmedim. Çatışmadan
sonra sabaha kadar olduğumuz yerde bekledik. Yaralanan arkadaşlar oldu, şehit
yoktu. Birbirimize, "şöyle yaptık böyle yaptık" diye anlatıyorduk.
İlk zamanlar olduğu için, o çatışmayı bayağı konuştuk. Sonraki çatışmalarda
kimsede konuşacak hal kalmadı. Normal bir günmüş gibi vurup kafayı yatıyorduk.
Daha sonra çığ olayı oldu, yedi asker şehit oldu. Bölük bölük dağdan aşağı
iniliyordu, operasyon büyüktü. Karşı tepenin arkasından helikopter kalktı,
bir roket atıldı. Ondan sonra çığ düştü zaten. 93'ün sonu muydu 94 müydü?
Zamanla, arkadaşlarla aradaki sıcaklık kaybolmaya başlıyor. Bir soğukluk,
bir mesafe oluyor. Soğukluk derken yani kimse bir şey anlatmak istemiyor.
Kimse, içindeki korkuyu canlandırmak istemiyor. Yoksa kadından kızdan mevzu
açılınca gayet güzel konuşuyorduk. Akşam pusuda korku basıyordu. Korku da
mide ağrısı yapıyor. Çekilmez bir ağrı hem de. Bu ağrı askerden sonra
bende bir sene devam etti. Hava kararınca midem ağrımaya başlardı. Pusuda
korkuyu yenmek için saçma sapan şeyler yapıyorsun, şarkılar söylüyorsun.
Playboy, Penthouse gibi dergiler alırdık, hava kararmadan okurduk. Bir dergiyi
on sefer okuduğumu biliyorum. Hiçbir şey düşünmek istemiyordum, uyumak hiç
istemiyordum. Uyurken ölüyorsun. Adam getiriyor çömezi, "sen bekle, biz
yatalım" diyor. Çömez de kulağında volkman şarkı dinliyor. Geleni
duyamıyor tabii. Önce onun kafasını kesmişler. Sabah oldu, kimse inmiyor.
Gittik baktık, dört şehidimiz var. Boğazları kesilmiş. Onların yerinde
olmadığım için sevindim. Önce onu düşünürsün, normal değil de, o
zaman normal geliyor. "Şehit verdik" diye bize tepki gösterdiler. Suçluluk
duygusu yaşatılmak isteniyordu ama hiç kafama takmıyordum. Arkadaşın yanında
düşünce insana bir hırs geliyor. O an önüne gelse, insanmış hayvanmış,
bir saniye düşünemezsin, işini bitirirsin. Bir iki saat böyle düşünüyorsun,
sonra normale dönmek zorundasın, dönemezsen çok beter... Bir arkadaşım öldü.
Tek el ateş ona isabet etti. Sigara içerken battaniyeyi kafamıza çekerdik.
Uzanırken mevziin altında kalmış, sigarasını çekerken ağzından giriyor
mermi. Çok keskin nişancıları var. Günlerce mevzie giremedim, mevzii değiştirdim.
Badimdi, yediğin içtiğin ayrı gitmeyen bir insan varsa, odur. O beni çok
etkilemişti. "Pusuya çıkmak istemiyorum" diyerek üç gün izin
istemiştim. Aşağıda taburda kalınca, kendimi sanki evimde hissediyordum.
Üç gün daha istedim. Komutan, sağ olsun, verdi.
Korku bazen can kurtarır, bazen de can alır... Ölmekten korkuyordum ama,
yapacağımdan da geri kalmıyordum. Savaş derken bir tek silahla olmuyor,
kendinle savaşıyorsun, bazen arkadaşınla... Kendini yenebilmelisin ki her şeye
hazırlıklı olabilesin. Yalnız kalmayacaksın, yalnız kalınca, varsa
sevgilini düşünmeye başlıyorsun, sevgilinin başına bir olay geldiyse,
izni koyuyorsun kafana. İzni kafaya koydun mu bir daha çıkartamıyorsun.
Rahatlayayım derken, daha kötü bunalıma giriyorsun. İzin istiyorsun,
veriyor, vermiyor. Bir de düşünüyorsun izni kullanınca 45 yerine 25 gün
erken gitmiş olacaksın. O da bunalıma sokuyor. Bu sefer, "komutanım
vazgeçtim" diyorsun. Ertesi gün, gene izin istiyorsun. Kısır döngü...
Bir çırpıda bitirmek için izin düşünmedim. Kafa iznine geldim. Biraz
davranış bozukluğu başlamıştı, psikiyatriye sevk ettiler. Üst olsun, alt
olsun, mesela, dövüyordum. Kafam bozulunca hiç dinlemiyordum. Sinirlenince,
tabak, çanak, masa, sandalye, darmadağın bırakıp çıkıyordum. Baktılar,
baş edemiyorlar, yolladılar. "20 günü evinde geçirebilir"
istirahatı aldım. "Psikosomatik" dediler; iki gün üç gün kafamı
dinleyince kendime geliyordum. Kafa izninde, İstanbul'a geldiğimde çok kötüydüm.
Otobüsten indim, yolu bulamıyorum. Herkes bana tuhaf tuhaf bakıyor. Bana mı
öyle geliyor? Taksiye bindim. Baktım, beni aynadan kesiyor. "Niye bakıyorsun"
dedim. Az kalsın taksiciyle papaz oluyorduk, karakolun önüne çekti.
Kendimden utandım. Neyse, beni eve bıraktı. Asker olduğumu söylemedim,
kimseye söylemiyordum ki... Emniyetim açısından. Evde, anlat dediklerinde,
ne anlatayım? "Sormayın, bir şey anlatamam," dedim. "Beni
kendi halime bırakın" dedim. Arkadaşlarla gezdik tozduk, akla gelen ne
çılgınlık varsa yaptım. Gene de ne olup bitti diye televizyon izliyordum.
Yine oraya gideceğim ya, kendimi alıkoyamıyordum. İzin iyi geldi.
Bölük komutanı beni çok seviyordu. Asıl beni çileden çıkaran bir teğmendi.
Bana taktı kafayı, soru sorunca şaşırayım, korkayım isterdi. Sonra hepten
çileden çıkartmaya başladı. Ben de bölük komutanına şikâyet ettim.
"Böyle yaparsa askerliğimi yakacağım," dedim. Kendisine de söyledim.
Sonra bölük komutanı, "üst astıyla uğraşamayacak" diye tebliğ
çıkarttı. Teğmen bir gün, "seni mahkemeye veririm" deyince,
"ver" dedim. Tabur komutanı Binbaşı beni çağırdı, üç dört
tane çaktı bana, teğmene de bağırdı. Sonra teğmen şikâyetini geri aldı.
Rütbeli olarak çoğu yetiştirilmemiş, yani kendi başına karar verme yeteneği
yok. Orada kararı verecek sensin, birçok insanın hayatını riske sokacak da
hayat kurtaracak da sensin. Bu kararı veremiyorlar, bazıları veriyor. Çoğu
ölümle bunu anlayabiliyor. Köy jandarması değil, savaşa gönderiyorsun.
Savaş demek de biraz ağır geliyor. Niçin savaştıklarını bilmiyorlar.
Yakalananlarla konuşuyorduk. Çoğu uyuşturucu kullanıyor, orada halkın çoğu
böyledir. Adam ufacık bir alan bulur, kenevir, çetene eker. Kullanmıyor, satıyorlar,
PKK alıyor, işliyor. Askerlerde de vardı uyuşturucu kullanan, en çok
esrar... Sivilden alışıp geliyor. Askerde alışma yok. İçki de içiyorduk.
Rütbeli bulamazdı, biz bulurduk.
İrili ufaklı yirmi kadar çatışmaya katıldım. En uzun Beytüşşebab'da
tabur basılınca. "800 kişi gelecekler 400 kişiyi gözden çıkarmışlar,
bayrak dikecekler" diye duyum geldi. Bayrak dikmek için kimseyi sağ bırakmaması
lazım. Tabur o gece basıldı. Herkes gergin. Taburdaki G3 çalışırsa, bil
ki felaket... Taburda havan, top, ağır silah çalışır. G3'ler yarım saat
sonra çalışmaya başladı. Çok akıllı bir tim komutanı vardı, gerçek
bir asker; kıdemli üsteğmendi. Bizi o kurtardı; ondan önce Allah kurtardı.
Üsteğmen girebilecekleri tek yerden ateş ettirmedi. En kritik bölgemiz orasıydı,
dere yatağından olduğu gibi bütün taburu sarabilirlerdi. Bir buçuk-iki gün
falan sürdü. Hiç uyumadık, taburda mermi kalmadı, beş-altı şehit verdik.
Her yer kan içinde, adamın üstüne havan düşmüş, bacak parçası yerde.
Duyuma göre 20-25 de karşı taraf zayiat vermiş. Bizde yaralı çoktu. O
zamanın parasıyla, tabur komutanı açıkladı, 94 başları, 15 milyarlık mühimmat
gitmiş o gece. O kadar kötüydü ki, mermim kalmadı. Bir de korku yaşadım,
attığım silahın sesini duymuyordum. On yerden ateş ediliyor. Sağında
solunda makineli varsa, yandın, hiç kafanı kaldıramıyorsun. Ben takır takır,
peş peşe atıyorum. Kafama bir şey çat etti. Tüfek elimden kaydı, baygınlık
geçirdim. Ne anam aklıma geldi ne babam, boştasın. Nefesim kesildi, konuşamıyorum,
kitlendim. Kendime gelir gibi olunca, baktım ölmüyorum. Teri kan
zannediyorum. Kafada delik yok, korkudan on dakika kalkmadım. Beni vuruldu
zannetmişler. Devam ettim, ama çok korkmuştum. Saçıma çok düşkünüm, ne
olursa olsun saçımı tararım. Elimi şöyle bir geriye attım, saç yok. Çok
kötü oldum. Askerlerin çoğu öyleydi, saçları bölge bölge dökülürdü.
400-450 kişiydik bu operasyonda. Sabah çatışma bitti, bir grup ilçenin çıkışına
kadar gittik, geri döndük, giden gitti çünkü. Elimi yüzümü yıkadım,
sigara yaktım. Biraz konuştum çocuklarla, hava açıyordu. Nöbet yerlerini
gezdim. Çayımı içtim yattım, "kalkınca bakarız" dedim. Tüfeği
bile bırakmışım, almamışım yanıma.
Halkla iç içesin. Alışveriş yapmaya iniyorduk. Ufak da olsa bir bilardo
salonu vardı, oynamaya giderdik. Kimlik arayışı içindeler. Kendini bilen akıllı
insanlar, okumamış ama içinden geleni diline dökebiliyor. Bu insanlar TC
kimliğini kabul etmişler. Kürtler ayrı bir devlet olsun, yok. Zaten
yapamazlar. Adam, "şunu istiyorum," diyor, normaldir. Bazıları
bunlara terörist gözüyle bakıyor. Bu memlekette yaşıyor, vergimi
veriyorsam, istediğim bazı şeyler vardır. Kürtlere terörist gözüyle
bakamazsın. Adamın ailesini örgüt yok etmiş, nasıl PKK yanlısı olabilir?
İnsanlarımıza bunu anlatabilmek için bir kurumun faaliyet göstermesi lazım.
Bu memlekette yaşıyorsak Kürdü de olur, Ermenisi de, Alevisi de, Sünnisi
de... Beraberce yaşamaya mecburuz. Oradaki insanın suçu yok, baştan eğiteceksin.
Gitmeden önce bu kadar düşünemiyordum. Mesela bir kişinin on bin silahlı
adamı var, korucu. Devlet mühimmatını, birçok şeyini temin ediyor, maaş
veriyor. Maaşını kessen dağa kalkar. Örgüte katılmaz, başlıbaşına örgüt
olur. 16-17 yaşındaki adamı orada korucu yapıyorlar, olmaz böyle şey.
Bu savaş mümkünü yok bitmez, biterse başka bir savaş başlar. Dost yok, düşman
çok. Yunanistan, Suriye, Irak, İran, Ermenistan, Rusya besliyor. Siyasete dökülürse
muhatap olmak zorunda kalırsın, bu onu tanıman anlamına gelir. Bir tuhaflık
var, fakat çözebilecek merciin ne olduğunu bilemiyorum. Orada yapılabilecek
tek şey eğitim. Namus dışında hiçbir şey bilmiyor, eğitilmemiş ki. Çoğu
Türkçe bilmiyor. Ben hiçbir partiyi tutmam. Yalnız memleketimizi korumamız
gerektiğine inanıyorum. Oraya gidenler toplumun tam içinden geliyorlar. Babam
milletvekili ya da fabrikatör olsaydı, arkam olsaydı Şırnak'ta askerlik
yapmazdım. Memleketi korumak bize düşüyor, zengine değil. Askeriyeye
kamyonlarca erzak gelir, yiyicisi çoktur. Koskocaman yüzbaşıda 124 vardır,
astsubayın altında Tempra, BMW... Bu kadar saçma, bir de ölüyoruz. Kim
kimin için ölüyor? Orada bir para savaşı, cep doldurma savaşı var.
Kendimi kahraman hissetmiyorum. Kahramanlık basit bir kelime değil. Biri beni
kahraman sayıyorsa sevinirim. Ölen arkadaşlarımız gerçek kahramandı. Çocuk
birçok kişi için kendini attı, dönemeyeceğini bile bile. İnancı vardı,
şehit olarak gitti. Tabutun bayrağa sarılı gitmesi çok önemli. Bizi
korkumuz ayakta bıraktı. Bir de ucuz kahramanlar vardır. Adam yaralanmıştır,
teröristtir, gider kafasına kurşun sıkar. İnanç lazım, herkes şehit
olamaz. Mesela Mustafa Kemal Atatürk bir kahramandı. Tek kişi tanıdım Mete
Sayar, Şırnak Tugay komutanımızdı. Kaliteli, çok mükemmel bir insandı, gözüne
bakamazdım, felaket etkiliyordu.
Şafak defterimi yırttım, hiçbir şey getirmedim. Üstümü de yaktım attım.
Bir eser kalacak diye korkuyordum. Gene de kaldı, sese, silah sesine müthiş
alerjim var. Duyunca çok kötü oluyorum, bir iki gün toparlanamıyorum.
Teskere aldığım gün, askerlik 19 aya çıktı. İlk bizi vurdu. Eğlenceler
yapıyoruz, askerlik bitti, gidiyoruz diye. Açtık televizyonu, askerlik yükselmiş.
Ağladım, sinirimden çıldırdım. Mayısta teskereyi alırken, başçavuşa tüfeği
teslim ettikten sonra, "bir daha gelmeyeceğiz, değil mi?" dedim. O
da emekli olamamıştı, acısı var. "Gelmeyeceğiz oğlum," dedi. Kâğıt
elde, irtibat astsubayını göreceğiz. İlk üç dört kişi çıkıyorduk.
Biri geldi, yakamdan tuttu. "Hişt, torun" dedi. Üç gün olmuş
oraya geleli, aklı sıra millete şey çekiyor. İttim, "dokunma
bana" dedim. Sen misin iten? Bana vurmaya kalktı. Yedi sekiz kişiydik,
gelen vurdu. Teskere aldığımı bilse yapar mı? 20 gün rapor aldı.
"Seni mahkemeye vereceğim" dedi. "Hadi eyvallah" dedim. İstanbul'da
Otogar o gün açılmış, "burası İstanbul değil" diyorum. Hayatımda
o kadar sevindiğimi hatırlamıyorum. Bir sene kendimi toparlama dönemi geçirdim.
Askerliğim bitmiş, her şeyi özlemişim. Döndükten üç gün sonra, Ortaköy'de
bankta bira içiyorum, denizi seyrediyorum. Polis geldi, kimlik istedi,
"ayağa kalk, dayan ağaca" dedi. "Ne yaptım abi" dedim.
Bir tanesi silahını doğrulttu. Ağaca dayandım ama sinirden ağlayacağım.
Polisin bu yaptığını ancak ben yapabilirdim. Üstümü aramaya çalışıyor,
ayaklarıma vuruyor. Döndüm, dirseğimi suratına indirdim, elinden silahı
aldım. Beni vurabilirdi, ben de onu. Başıma bir çöktüler, elli kadar
polis... Silahı attım yere, ağlamaya başladım. Bağırıyorum, "asker
çağırın bana" diye. Daha 60 günümüz var ya, izinli sayılıyoruz.
Karakola götürdüler, "askerim," dedim, kâğıtları koydum önlerine.
İki inzibat, bir başçavuş geldi. "Ağız tadıyla bir bira içeyim
istemiştim," dedim. Barıştırmaya kalktılar. "Girer yatardım, ya
da deli raporu alırdım," dedim, adam öldürmek basit. Ben şiddete pek
başvuran biri değildim. Gençlik süratli geçti, ama silaha başvurmadım, bıçak
bile taşımadım. Askerden dönünce uzun bir süre silah taşıdım. Sonra
sattım. Askerden sonra gece hayatı başladı, alkol çoğaldı. Şiddete yakın
tavırlar almaya başladım, haksızlığa gelemiyordum. Kendimi engellemek
durumunda hissediyorum, eskiden böyle değildi. Dönünce daha iyi anladım, yaşamak
kadar güzel bir olay yok. Kimseyi kırmak, üzmek istemiyorum ama öyle bir an
geliyor ki... Arkadaşlarımda daha seçici olmaya başladım. Üç sene önce
evlendim, karımı bir kelimeye boşadım. Şimdilik beraberiz ama bir kıymeti
kalmadı. Severek evlendik. Annem babamla ilişkilerimde daha otoriter olmaya başladım.
Karım askerde yaşadığım bazı şeyleri biliyor, onunla konuşuyorum. Haber
izliyorum ama gazete okumuyorum. Bilimvari, mesela Sızıntı dergisini okurum.
İnsanların ilgisi semtlere göre değişiyor. Tarlabaşı Beyoğlu her şeye
duyarsız; kolay para kazanıyor, üçkâğıtçılık, kapkaççılık...
Duyarlılar Anadolu'dan gelenler, seni dinlerler. Bebek'ten iki bayan aldım,
radyoda, "çatışma oldu" diyor. "Yazık, günah insanlar ölüyor,"
dedim. Cevap yok. O sadece, "akşam şu bara gideyim" diye düşünüyor.
İhtiyarlar ilgili. İnsanların duyarsızlıklarına öfkeleniyorum, sonra,
"herkes üzülmek zorunda değil ki," diyorum. Yani öfkemi de kontrol
etmek zorundayım. Bir gün gelir patlar mıyım bilmiyorum. İnsan başını çok
çabuk beladan kurtarır, çok da çabuk belaya sokar. Akşama kadar
trafikteyim. Adam duruyor önümde, bağırıyor, küfür ediyor. Küfür edince
iniyorum. Bir gün, baktım akşama kadar beş altı kişiye inmişim, kavga
etmişim, adam içerdeyken vurmuşum. Birinde, arabadan üç dört kişi indi.
Hepsiyle başa çıkamam, polis geldi. Özel arabada kimin olacağı belli
olmaz; polis de olur, katil de, bakan da... "Kusura bakma, tamam abi"
diyorum. Bir haftadır arabadan inmiyorum. "Yavaş ulan" desem,
"ne var lan" diyecek. O, " lan" deyince, ben ineceğim aşağıya.
Rüyamda asker olduğumu görüyorum. "Herkesin askerliği bitti, ben hâlâ
askerim" diyorum. O kadar gerçek ki keşke diyorum rüya olsa da... Sabah
kalkıyorum, başım ağrıyor, alıyorum bir aspirin, oturuyorum.
Bunları anlattım, çünkü, kendimi sorumlu hissediyorum. Yaşadıklarımı
insanlar bilsin diye düşündüm. Anlattıklarımı normal bir insana anlatsam,
zevk alamam. Şimdi belki binlerce kişiye anlatmış oluyorum. İnsanların çoğu
bunu bilecek, ama kabul edecek, ama etmeyecek. Kimse yargılayamaz beni. Çünkü
ben üstüme düşeni yaptım. Yeri geldi, korktum çekindim, çekildim. (Eylül
1998, İstanbul)
1972, İstanbul doğumlu. Ortaokuldan ayrıldı. İkisi oğlan, biri kız üç
kardeşler. Babası taksi şoförü. Kasım 1992'de Manisa Doğukışla'da
komando eğitimi aldı, usta birliğinde Şırnak Beytüşşebab'da idi. Mayıs
1994'te İstanbul'a döndü, halen İstanbul trafiğinde taksicilik yapıyor.
ZAMAN GEÇMİYOR,
SANKİ DONDURUYORLAR ZAMANI
90 gün boyunca sabah akşam gözünüzün yaşına bakmazlar, atamazsan vurur,
kalkamazsan vurur diye eğitim veriyorlar.
Dönüşüm muhteşem oldu. Uçakla tabii... Oraya kesinlikle karayoluyla gidiş-dönüş
yok. Bingöl yolundaki "33 asker" olayından sonra, konvoyla ya da özel
arabalarla havaalanına teslim ediyorlar. Memlekete, Artvin'e gittim, annem
tabii, şok. Askerliğimin bittiğini biliyordu ama oraya gitmem sürpriz oldu.
Okul bitene kadar tecilliydim. Evlenme gündeme gelince askere gitmem gerektiğini
düşündüm. Yani, "kahramanlık, gideceğim, öldüreceğim, asacağım,
keseceğim" diye de gitmedim. Acemide, daha çok psikolojik olarak hazırlıyorlar.
"Daha iyi eğitim almak iyiliğinize" gibi. Silah nasıl kullanılır,
terörist nasıl öldürülür, nasıl kendini korursun, nasıl yatar, kalkar, sürünürsün
eğitimi. 90 gün boyunca sabah akşam, "gözünüzün yaşına bakmazlar,
atamazsan vurur, kalkamazsan vurur" diye eğitim veriyor. Bu eğitimle kötünün
iyisini aramaya başlıyorsun, yani Lice mi, Kulp mu? İzinde babama
"komutanım" diyordum. Oranın psikolojisinden kurtulamıyorsun.
Kürtlerle askerden önce fazla ilgilenmezdim. Oralarda halkın ezildiğine inanırdım,
gidince fikirlerim değişti. Halk belli bir baskı görüyor ama askerin baskısı
halka değil, halk bu olaya alet oluyor. Oğlu ya da kızı dağda, korkuyor,
yataklık ediyor. Yataklık edince de askeri karşısına alıyor. Askerin
direkt halkla bir problemi yok.
Diyarbakır çıkınca fazla üzülmedim, Şırnak çıkmadı diye sevindim.
Diyarbakır'a giderken tanıdık bir astsubay çıkması beni çok ferahlattı.
İlk akşam onun evinde kaldım. Tam yatıyordum, geldi, tabancasını aldı. Bu
beni ilk anda ürküttü. Her akşam burada çatışma mı var? İlk gecemde
bomba mı atacaklar, uçaksavar mı atacaklar? Mali şubeye yazıcı oldum.
Askerliğim dört ay uzadığına göre 16 ay boyunca neredeyse ayak bastığın
yerler bile aynı. Sabah kalkıyorsun 6'da, içtima, yazıhanede maaş bordrolarının
hazırlanması, resmi yazışmalar, dilekçeler falan. 12'de öğle tatili,
tekrar 17.30'a kadar mesai. Sonra serbestsin, koğuş ya da gazinoda
dinleniyorsun. Devlet dairesi gibi. Mesaiden sonra astsubay evine, ben koğuşuma,
ay sonunda o maaşını alıyor, ben tazminatımı. Parasal olarak çok iyi
yani. Arkadaşlar haliyle kıskanıyordu. Astsubaylarla arkadaş oluyorsun, seni
kolluyorlar. Nöbete gideceksen nöbetini iptal ettiriyor. 1993 Nevruzunda
oradaydım. Özel tertibatlar alındı. Her an müdahale edebilecek ağır
silahlar hazır. Ben işim gereği rol alamadım. Ama Nevruz gecesi sabaha kadar
dışarıdaydım. "Baskın olacak" dediler, herkes silahlarını kaptı,
dışarıya çıktı. O gece hapishanede bir şeyler oldu. Bir astsubay mı ne,
ayağından yaralandı. Hiç öyle rahat geçeceğini tahmin etmiyordum. Korkulu
anlar yaşıyorsun tabii. Mesela Nevruz gecesinde kimse Nevruz'dan bahsetmezdi,
çok garipserdim. Oysa herkesin aklında hayatını kurtarma var, birilerini öldürme
var, ama kimse ondan bahsetmez. Sanki günlük ve alışılmış bir şeymiş
gibi gelir geçer, biraz tedirgin olursun belki... Gerginlik vardı tabii,
sinirlisin. İnsanlar kanıksamış, yıllardan beri Nevruz yaşanıyor,
insanlar ölüyor, geçiyor. Yılbaşında biraz tedirgin olduk, oldum daha doğrusu.
Ben nöbetteydim, sivil polisler ihbar üzerine yandaki lojmanın yanındaki
binaya baskına geldiler. Biz nöbet tutuyoruz. Arada bir çit var. Tabii sivil
bir yer. Köşede Renault taksi durdu, iki sakallı sivil indi, koşarak
geliyorlar. Alnında ne polis olduğu yazıyor, ne terörist olduğu. Sadece
silah var elinde. Son derece tedirgin oldum. Dört kişiydik. Bana doğru
geliyorlar, canımı kurtarmak için emniyetimi indirdim. "Teröristtir,
vurayım, kahraman olayım" diye değil, canımı kurtaracağım. Biri yanıma
kadar geldi... Hafif bir hareketinde tetiği çekeceğim. "Eleman,"
dedi, "biz sivil polisiz, ihbar üzerine baskına geldik." Elinde
telsizi görünce, biraz rahatladım. Telsizden polis anonsları geliyor. İnandım,
inanmak zorundaydım. "Göster kimliği" diyemezsin, düşünmüyorsun
bile. Bayağı korktum. "Çatışma çıkarsa, karışmayın" dediler,
"bizi tanımıyorsunuz." Bir şey bulamadılar, gittiler. Nöbet dönüşlerinde
şehrin içerisinden geçiyorsun. Köşede sakallı biri, sivil, elinde G3.
Polis mi? Ateş etsem mi? Ateş edemiyorsun, emir yok. Bekleyeceksin, o ateş
edecek, seni vuramazsa, sen onu vuracaksın. Tahminen polisti. Nöbetçisin, önünden
araba gelip iki-üç kere geçiyor. Polis mi, sivil mi, terörist mi? Bomba mı
atacak? Tedirginlik! Bizim lojmanın önünde dut ağacı var, bir gece birileri
dut yapraklarına taş atıyorlardı. O zaman da çok korktum. Bir olay
ertesinde bir kişilik yere iki kişi gidiyor, 100 yerine 150 mermin oluyor. Çelik
yelek takıyorsun. Telsiz veriliyor. Mermilerin hesabı veriliyor, ama çok
komik, her yer mermi dolu eksiğini tamamlarsın. Aslında ticaretini bile
yapabilirsin.
Grup halinde PKK'lılarla karşılaştım. Birkaç kez kamyonlarla sorguya
getirildiler. Kamyonların üzerine kasa seviyesinde branda çekiyorlar. İçindekiler
dizleri üzerine, başı önde bir şekilde oturuyor, koyun gibi gözleri bağlı,
birbiri üzerine. Kokarlar, pistirler. Dağda yaşadıkları belli. Bir gece
arkadaşlar, "sizin yüzünüzden askerliğimiz uzuyor, sizin yüzünüzden
buradayız" diye tekme atmışlar koridorda... Ama kimse öyle fazla sövmüyor.
Diyarbakır'da askerin saldırmadığını, PKK'lı saldırınca askerin cevap
verdiğini gözlemledim. Çatışmalar arasında halk ölüyor. Devlet okul yapıyor,
sırf provokasyon olsun, adı duyulsun diye PKK'lı gidip yakıyor. Dozeri yakıyor.
"Yatırım yapılmıyor" deniyor, inanmıyorum. Adam Mazda ile çimento
taşıyor. Yani o kadar zenginler. Kaçakçılık yapıyorlar. Muhakkak köydeki
insanlar yine fakir. Ama şehirde paranın tadını alanlar çok zengin olmuşlar.
Özel Tim'le karşılaşıyorduk. Sıcakkanlıyımdır ama onlarla çok fazla
ilişki kurmadım. Gözlemlerime göre Özel Tim oranın allahı, peygamberi,
her şeyi. Özel eğitilmişler zaten, ölen insanın kulağını, burnunu kesip
duvara çakan insanlar bunlar. O açıdan onlar çok farklı. Asker olduklarına
da inanmıyorum, onlar özel bir görev için MHP'nin gönderdiği adamlar. Gördüğünde
korkarsın, çok iri, duygusu olmayan, bir uğurda savaştıkları için öldüklerinde
kahraman olacaklarına inanan, bu yüzden saldırabilen insanlar. Asker farklı;
asker komutan emir verdiği için yapıyor, onlar görüşleri olduğu için.
Askere "vurma" dersin vurmaz. Gazetelerdeki gibi "vatan için ölmeye
hazırım" diyen bir iki kişi çıkar, herkes kendini kurtarmaya çalışıyor.
Ama Özel Tim'deki insanlar tam bir milliyetçilik davasında.
Boş zamanlarda gazinoda oturuyorsun, televizyon seyrediyorsun. Arada iki saat nöbetin
var, mecburen erken yatıyorsun, temizliğin var, öyle aşırı derece boş
zaman yok. Cumartesi-Pazar radyo dinliyordum, kız arkadaşım, ailem ve arkadaşlarla
telefonda konuşuyordum. Şehre çıkmak problemli, olağan bir günde beş-on
kişi birlikte sivil giyinerek çıkıyorsun. Çay bahçesine gidersin, fotoğraf
çektirirsin. Bazen emir geliyor, "radyolar, makineler toplansın"
diye. Kaptırdın mı, alana kadar askerliğin zaten biter.
Oradaki rütbelisinden erine, halkın belli bir kesimine kadar karnı doyuyor.
Bir jandarma alayının iaşesi o zamanki parayla aylık bir-iki milyar. Her gün
muz veriyor. Parayı nereden alıyor, nereye veriyor? Bir sürü entrikalar dönüyor.
Birileri para yiyor, çıkar sağlıyor. İstense çok kolay bitirilebilir.
Belki masada biter, belki Türkiye bugün yüklense Güneydoğu'yu haritadan
siler, yapacak kapasitesi var. Yapmaz, yapamıyor, ya da yapmak istemiyor. Erler
bunları konuşmaz, genelde çok cahiller. Konuşmaktan çekinirler, milliyetçisi
var, dindarı var. Benim kafa dengim yoktu. PKK'lılar bence Kürt değiller,
Ermenisi de var, Yunanı da. "Kürtler ulustur" diyorlar. Katılıyorum,
ama Türkiye'de çok ulus var, Lazı, Çerkezi. Babam, "asıl Türkler Ahıska
Türkleridir" der, ama araştırmadım. Abdullah Öcalan, resmi kayıtlardan
okudum, Kürt değil Ermeni, dolayısıyla Ermeni hükümeti kuracağını
biliyorum. Gazete yorum yapıyor, resmi kayıtlar objektif. Bazıları, "Güneydoğu'yu
verelim" diyorlar. Katılamıyorum, Karadeniz'i de Lazlara verelim. Böyle
istekleri yok ama, onlara verdikten sonra Lazlar da ister. Milliyetçi değilim
ama herkes bir dil konuşsun. Ama baskı yapılmasın, "sen Kürt'sün,
Laz'sın, Çerkez'sin, şu haklardan yararlanamazsın" denmesin. Ama Kürt'sen
de Türkçe konuş, her haktan faydalan. Meclise girmiyorlardı, giriyorlar. Şimdi,
"Kürdüm" diyen girmiyor ama... Laz da " ben Lazım" diye
girmiyor. Kayınvalidem Lazca, Pontusca konuşuyor. Trabzon bir müddet Rum
istilasında kalan bir bölge, ana dilleri Pontusca. "Pontusca konuşmak
istiyoruz" diyen duymadım. Türkiye'de kadınlar gece on ikiden sonra
sokakta rahat gezemiyor. Oruç tutmadığı, namaz kılmadığı için rahatsız
edilen insanlar var. Bir sürü demokrasi ihlali var, adam suç işliyor, hapse
girmiyor.
Hayatım çok değişti, evliyim şu anda. Daha olgunsun, askerden önce çok
fazla sorumluluk taşıyan biri değildim. Askerden sonra insanlara olan güvenimi
kaybettim. Şimdi adımlarımı daha sağlam atıyorum, insanlar bana daha değerli
geliyor. Bir Türk evladının askerlik yapması gerektiğini düşünüyordum,
hâlâ da düşünüyorum. Terslik büyüklerin çocuklarının oralara
gitmemesi. Erler buna lânet ediyor. Öyle kahraman muamelesi falan görmedim.
Babama "komutan" demeler kısa sürdü. Diyarbakır'dan sonra son
derece sinirli ve içine kapanık bir tip oldum. Bir süre kimseyle konuşmadım,
sorulmayınca bir şey söylemedim. Askeri üniforma görmüşsün, askerle yatıp
kalkmışsın, yani hep erkek görmüşsün. 19 ayın izlerini siliyorsun. Az
bir süre değil. Orada, zaman geçmiyor, sanki donduruyorlar zamanı, sanki
donduruyorlar seni ya da yabancı bir yere gönderiyorlar, uzaya falan. (Mayıs
1996, İstanbul)
1969, Artvin doğumlu, yüksek okul mezunu. Muhasebecilik yapıyor. 1992 Kasımı'nda
acemi birliği için İzmir Bornova'ya gitti, jandarma eğitimi aldı. 1994 Mayısı'nda
terhis oldu.
DEVLETİN EN BÜYÜK AVANTAJI YİRMİ YAŞINDAKİ
GENCİ GÖNDERMESİ
Kurşunla vurulduğundan mı ne, kararıyor, kan kokusuyla karışık kurşun
kokusu. Ayrıca, yakın mesafeden vurulduğu için beş gün de geçse koku sürekli
yayılıyor. İster istemez senin de sinirlerin boşalıyor, bir süre yemeden içmeden
kesiliyorsun.
Mart gibi, bayağı soğuktu. Orada yaşantı bir başka tabii, burası gibi değil.
Halk askere karşı. Gittiğimiz yerlere akşam çıksak, yürüyerek ancak
sabah varıyorduk. Biraz da şartlar kıt. Çarşıya çıksan, dışlayıcı
bir şekilde, ne istesen "yok" diyorlar. Askersen vermiyorlar. Tehdit
unsuru yoktu. İhbar üzerine akşam pusuya çıkacağız, beş yaşındaki çocuk,
"Selam dağına mı gidiyorsunuz Munzur dağına mı" diyordu, bizden
iyi biliyordu. Bir gece ses bombası atmışlar. Atanı nöbetçiler yakalamış,
adam bir hafta önce televizyonumuzu tamir eden tamirci çıkıyor.
Traktörlerle Yeşilyazı karakoluna yakın bir yerde indirme yapıyorlar. Nöbetçi
asker eli silahlı değişik insanların indiğini görünce ateş açıyor. Bu
arada onlar da karakolu abluka altına almışlar. Çatışma başlamış.
Telsizle bize bildirdiler, mesafe aşağı yukarı 14-15 kilometre. Bölük
komutanımız da bir şehit arkadaşın mevlit hazırlığındaydı. Komutan
abdestini bitirdi, "karakol basıldı" haberi geldi. Telsizi açtık,
karakol komutanı ağlıyor. Hemen araçlara bindik, yüzbaşımız da yeni. Bölük
komutanı, "bu yolu keserler, Munzur nehrinin karşısından gidelim"
dedi. Yüzbaşı,"bir an önce gitmemiz lazım, feryat ediyorlar"
diyerek dinlemedi. Dört-beş kilometre ötede sivil araçları durdurup yolu
kapatmışlardı. Tam viraja getirmişler bunu, virajı dönünce tepenin altında
kalıyorsun. Yüzbaşının zırhlı arabası önde, üsteğmen ortada, biz
üçüncü arabaydık. Olayı fark edene kadar ateş altında kaldık, yüzbaşımız
vuruldu, öldü. Zırhlının üzerinde MG3'lü Sinoplu çocuk da vuruldu, öldü.
MG3'lüler zırhlının üzerinde ayakta gider. Sinoplu vurulunca şoförün üstüne
düşüyor. Üç kurşunu aynı yere atıp şoför mahallindeki camı delmişler.
Eğitimleri hafife alınacak bir eğitim değil. Onun zırhlı olduğunu, camının
delinmeyeceğini biliyorlar. Çocuklar şok geçiriyor. Bölük komutanının şoförü,
"arabayı çevir, oradan çıkar" gibisinden telsizle uyardı. O da,
"yüzbaşım yerde, onu alamıyorum, inemiyorum," dedi. Komutan,
"o zaman, yüzbaşıyı bırak" dedi. Yüzbaşı da son söz olarak,
"oğlum, silah ve telsizi bırakma, gelemeyeceğim," diyor. Şoför
arabayı oradan çıkardı, yanımıza gelebildi. Biz yerimizden kalkamıyoruz.
Sonunda yolun aşağısına çukura indik. Silah kullanamadık tabii, yani silahımızı
elimize zor aldık. Geride kalan arabalardaki askerlerimiz orayı çevirip
abluka altına alana kadar biz yerimizden kalkamadık. Bir astsubayımız ayağından
vuruldu. Yarım saat kadar sonra sürünerek sivil araçların bulunduğu yeri
geçtik. Sürünerek 500 ya da bin metre gittik ama karakola daha epey yol var.
Nehri yaya olarak geçtik. Yüzmeye gerek kalmıyor, bele kadar su yükseliyor,
o şekilde basarak geçtik. Onlar ölülerini silah zoruyla traktörcüye geçirtmişler.
Traktör terk edilmiş bulundu, şoför de. Adam, "siz de yapsanız aynı
şeyi, sizi de götürürdüm," dedi, "onlar dediler onları götürdüm".
Olay yerinde bıraktığımız araçları şoförler oradan uzaklaştırdı.
Orada sadece üç terörist ölü olarak ele geçirildi. Sonunda basılan
karakola vardık ama ufak silahlarla hiçbir şey yapamadık. Karakola çok yakınlardı.
Askerden ölü yoktu ama kulakları kopan, elinden, ayaklarından
yaralananlar... Mermileri bitmişti. Çocuklar voleybol oynuyorlarmış galiba,
çok hazırlıksız yakalanmışlar. Çoğu silah bile kullanamamış...
Tunceli'ye helikopter gelmedi, karanlık düşmeye başlamıştı. Gece
helikopter çalışsa bile asker indiremezler. Üç helikopter var diyorlardı o
zaman, biri Diyarbakır'da olursa biri Tunceli, biri bilmem ne tarafta. Yani
helikopterin bir anda Tunceli merkeze gelmesi üç dört saat... Üç dört saat
bir adamın iş yapması için yeterli. Yüzbaşıyla Sinoplu çocuğun ölüsünü
birliğe getirdik. Yüzbaşı yeni gelmişti, ismini bilemeyeceğim. Ailesini
getirmek üzereydi, nasip olamadı. Biz birliğe döndük, teröristlerin ölüsünü
de getirdik. Futbol sahasına ölüleri serdik. Ölüleri öyle getirip bırakınca
halk ayaklandı, bizi bir nevi protesto etti. Çoğu ölüsünü tanıyor, ama
sahip çıkmıyorlar, feryat ediyorlar. 300 kişi ise en az 200 tanesi ağlıyor.
Bize de söylemediklerini bırakmıyorlar. İki gün Yeşilyazı'da kaldık,
gecesi de uyumadık. Biz artık bitmiştik. Uykusuzluktan beynimiz dönmüştü.
Halkı yatıştırmak için üsteğmen epey zaman harcadı. Ovacık içinde bağıra
çağıra gezmeye başladılar, söylenince de dağıldılar. Hiçbiri ceset
almadı.
Askerliği yaptıran arkadaş çevresi, ortam yani. Mesela, nöbetini çok sağlam
tutman lazım. Belki 20, belki 30 kişinin canı sana emanet edilmiş,
uyuyorlar. Uykusuz da olsa sabaha kadar nöbet tutan arkadaşlar olurdu. Yüzbaşının
vurulması olayından sonra, birliğe döndüğümüz gece sabaha kadar gene nöbet
tutuldu. O halimizle gelselerdi ne olurdu? Bir harabe şehir olurdu. O gece bir
baskın olsaydı 200 kişinin en az elli altmışı rahat ölürdü. Ben tutacak
durumda değildim. Öleceğimi bilsem tutamazdım. İki gece az değil, bunun gündüzünü
aynı şekilde geçiriyorsun. Bitmiştik, birliğe zor geldik. Sabah cesetleri dışarı
çıkardığımızda askerin çoğu ayağa kalkamadı.
Hınç yok. Ölüye tekrar kurşun atmak yasak, mermi harcayamazsın. Kimisi
vurmuştur tekmeyle falan, lânet etmiştir. Bir hiç uğruna ölüyorlar.
"Belirli bir hak peşindeyiz " diyorlar da, şimdi hangi zamandayız?
Dağda neyi halledeceksin? Öldürdüğü asker kimin çocuğu? Asker onun kardeşi,
onun değilse komşunun kardeşi, asker bir emir kulu nereye sürerlerse oraya
gitmek zorunda. Asker nereye "kurşun at" denirse, oraya atmak
zorunda. Dökülsünler sokağa, haklarını arasınlar. Devlet sokaktakilerin
hepsini cezaevine dolduramaz. Haklıysalar davalarında, alırlar. Abdullah Öcalan'ın
peşinde belirli bir grup, o askere yazık. Orada biri ölse askeriyenin haberi
olmadan mezara koyamazlar. Mesela 80 mezar varken 85-90 olmuşsa, mezarları eştiriyoruz.
Kurşunla mı vurulmuş, yoksa vade ölümü mü? Biz anlayamazsak Ankara'ya gönderiyorduk.
Halktan askere kesinlikle su bile yok. Biz onlar için vardık, onlar kıllarını
bile kıpırdatmıyorlar. Bazen öyle isyan ettiriyorlardı ki, bir mezra basılmış
haberi gelse bile insanın gidesi gelmiyordu. Adamlar ellerinden gelse bizi kurşuna
dizecekler. PKK isterse onları kendilerine emir kulu yapar. Kendilerinin kalkınması
için Kürt hakkı savunuyor diye. Ben onlarda bir vicdan olduğunu
zannetmiyorum, bazen beş yaşındaki çocuğa kurşun atıyorlar, "bir
asker beşikteki çocuğu vurmuş" diye hiç duymadım, görmedim de. Öyle
bir imaj bırakılmış ki, önceden ya da ezelden beri var, halk askeri
istemiyor. "Gözümün önünden ya defol git ya öl" diyen bakışları
insanı tahrik ediyor. Cuma günleri bir iki sefer namaza gittik, kimse camiye
gelmezdi. En fazla bir iki yaşlı. Caminin etrafında mecburen nöbette asker
olacak ki, sen namazını kılıp çıkabilesin. En ufak bir boşluk bulsalar
demek ki orada askeri öldürecekler.
Bir keresinde, tabutla on-on beş kişi minibüsün içinde. Durdurduk, aramaya
başladık. "İnin aşağıya," dedik, "yok" dediler.
"Nereden geliyorsunuz" diyoruz, "yayladan" diyorlar.
"Tabut var, nihayetinde bir ölü, bakabilir miyiz?" dedik. Yok.
"Hiç olmazsa inin adamlarınızı arayalım" diyoruz, kabul
etmiyorlar. Mecburen minibüsü birliğe götürdük. Tabuttan silah, erzaklar,
şudur budur çıktı, insan ölüsü çıkmadı. Çoğu kimliksizdi. Onları
jandarmaya veriyorduk. Yeni evli, Erzincanlı bir bayla bayan öğretmenin Hanuşa
diye bize bağlı bir merkeze tayinleri çıkmış. Askerden, polisten habersiz
binmişler minibüse, gidiyorlar. İki askeri birliğin arası 15 kilometre olduğuna
göre PKK arama yapabiliyor. PKK bunları minibüsten indiriyor, öğretmen
olduklarını öğrenince ikisini de vuruyor. Biz tesadüfen, yolda ölülerini
bulduk. Yazık, o kadar okumuşlar, öğretmenliği kazanmışlar. Devletin de
suçu var, ama onların da... Herhalde Erzincanlı olduklarına güvendiler...
Oranın ölüsü buradaki gibi değil. Bizde cenaze ya sapsarı ya bembeyaz
olur. Kurşunla vurulduğundan mı ne, kararıyor, kan kokusuyla karışık kurşun
kokusu. Ayrıca, yakın mesafeden vurulduğu için beş gün de geçse koku sürekli
yayılıyor. İster istemez senin de sinirlerin boşalıyor, bir süre yemeden içmeden
kesiliyorsun. Bir düşüncedir alıyor insanı. İki-üç saat nöbette belirli
bir yere bakıp dalardım, ailemi düşünüyordum, ölüm memlekete gitse ne
yaparlar? En fazla annemi düşünüyordum. Benim düşündüğümü, askerin
hepsi düşünüyordu. Gittiğimiz operasyonlarda, ihbarlarda kendilerini
bulamadık. Yedi mağara aramasında hep erzak bulduk, kendilerine rastlamadık.
Giyecekten gıdaya, içinde bayan da bulunduğu için her türlü şeyine kadar
bulduk. Mağara araması da o kadar kolay bir şey değil. Korkmasan da can
yani. Biz oradayken köylerin boşaltılacağı söyleniyordu.
O Kemahiye olayında katlettikleri köylülerin yerine gittik. Munzur Dağı
zirvesi veya eteğinde, geçecekleri söylendi. Aşağı yukarı bir hafta
bekledik, yiyecek içeceğimiz bitti, yakın karakoldan yiyecek alamadık. Biz
200 kişiydik. Karakoldaki 25-30 kişinin yiyeceğini alsak üç günde
bitirirdik, karakoldakiler de bir ay aç gezerdi. İki gün aç susuz bekledik,
yiyecek istedik, helikopterler operasyonda diye yiyecek gelmedi. Ateş yakmak,
sigara içmek yasak. Dağda, sigara temiz havada dünyayı geziyor, üç
kilometreye kadar sigara kokusu gelebiliyor. O kadar mis gibi kokuyor, askerin
de hasta olduğu şey sigara, onlar da aynı şeye düşkün. Biz zirvedeydik,
Erzincan komando dere yatağında bekliyordu. Sonradan çatışma olduğunu öğrendik.
Öncü üç kişinin bir hafta yatarak gizlendiği sonra ortaya çıktı. Asıl
grubun, 30-40 kişinin, biz görev yerini terk ettikten sonra ölülerini alıp
aynı yerden geçiş yaptığını öğrendik. Asker yetersiz kalır, her tarafa
asker koyamazsın, zaten mevcudun 25-30 kişi, dağda on tane teröristle baş
edemezsin. Çünkü terörist gece gündüz sürekli yer değiştirir. Biz daha
çabuk yoruluruz. Asker onlar kadar işin üzerine düşmez. Asker arayandır,
arayan kolay avlanır. Asker canını vermek istemez yani... Çevreyi ellerinin
içi gibi biliyorlar. Hangi ağacın dibinde oturursa kurtulacağını
biliyorlar ama sen bilemiyorsun. Onun peşinden nasıl gideceğim? Onun kaçtığı
kadar kovalaman mümkün değil.
40-50 kadar ölü gördüm. Yüzbaşı öldüğünde risk altında kaldım. O
gece çok uzundu. Sonraki günlerde onları kovalama, karakoldaki yaralıların
feryatları falan, çok iz bıraktı. Büyük operasyonlarda zaten bin tane iki
bin tane asker katılıyor. Çatışma anında kaç kişi birden silah sıkıyor.
Birine doğru ateş etmişimdir ama ben mi vurdum öbürü mü vurdu bilemeyeceğim.
150-200 kişiydik, bir arada olan 17 asker bir kişiye ateş ederse, "ben
vurdum" demek mümkün değil. Ama vuruluyor sonuçta. İnsanda nasıl bir
etki bıraktığı anlatılacak bir şey değil. Karşındaki sadece dinlemekle
bir an üzülebilir. Ama kelimelerle anlatmak mümkün değil. 20 olmasın, 40
yaşın üzerindekiler olsun yaprak gibi dökülür, moral açısından yıkılır.
Devletin en büyük avantajıoraya yirmi yaşındaki genci göndermesi. Genç
aklını çok fazla kullanamıyor. Tek düşündüğü "şu askerliğim
bitsin, hayatta kalayım". Her şeyi yorumlayamıyor, düşünemiyorsun.
Tunceli'nin soğuğu çok, 15 dakikaya nöbet düşüyordu, dışarıda 20-25
dakika kalsan donabiliyordun. Genelde ayağı donan oluyordu. Birini Ankara'ya
kadar gönderdik. Onun ayağı çok kötü, simsiyah olmuştu. Ayak donmuş gibi
bir şeydi. 40-45 yaşlarında bir teröristi canlı olarak donmak üzereyken
getirdik. Soğuğu soğukla açıyorlar, orada gördüm. Soğuk suyla yıkadılar
adamı ondan sonra ne yaptılarsa kendine geldi.
Geldikten sonra çoğu zaman, affedersiniz, küçük su için kalktığımda,
kapıyı açarken, "acaba kapıda nöbetçi var mı" diye baktım. Çoğu
sefer de dönüp yatağa geri yattım. Sonra aklıma geldi ki evdeyim. Yani o
kadar büyük etki bıraktı.
Herkesin çocuğu var, benimki de bir yaşında. Çoğu aklını oynatıyor,
deli olanlar var, saf saf gezenler var. Arkadaşlarımın içinde hâlâ akli
dengesi yerinde olmayanlar var. Bu anne babalar çocuğunu bunun için yetiştirmiyor,
çoğu bayrağa sarılı evine geliyor. İsyan ettiği oluyor insanın, ister
istemez isyan ediyor. Ama kesinlikle asker cahil oluyor. 20 yaşındaki bir
insan 30-35 yaşındaki gibi düşünemiyor. İnsanın deli dolu zamanı, bazıları
özeniyordu bile. "Arayıp da bulamayacağım macera" diyorlardı ama,
macera değildi. Sonuçta can alıyorsun veya can veriyorsun. "Hep
garibanlar buradayız" desek de, "bitirip gideceğiz" diye düşünüyorduk.
Rütbeli değildik, erdik sonuçta. Günümüzü bitirmeye bakıyorduk. Bazen de
bitemiyor, o da allahın takdiri diye nitelendiriyorduk. Başka şansımız
yoktu. Neyi seçeceksin? Terk etmeyi düşünsen, nereye terk edeceksin? Kaçmak
çözüm değil. Dönüşte üç-dört ay hiçbir işe sahip çıkmadım. Konuşurken
daha dün olmuş gibi tekrar tekrar aklıma geliyor. Zamanla burada mücadeleye
başlayınca unutuyorsun. Hâlâ silinmiş değil. Arkadaşların sohbetine denk
geliyorsun, bakıyorsun ki, "askerlik mevzu" gelmiş, sen oturup düşünmekle
yetiniyorsun. Onlar hafif yapmışlar güle oynaya anlatabiliyorlar. Anlatsan da
anlamazlar. Olmamıştır, maceraymış ya da film çevirmiş gibi... Bunu hiçbir
ana babanın çocuğu yaşamasın. Devam ediyor sonuçta. Cahillik! Akıllı
insan eline silahı alıp dağa çıkmaz ya da bir karış yer için insan
vurmaz, çözüm değil. Bir yerde o köy boşaltma işleri iyi oldu. Yani eğitsinler.
Eğitiyorlar, bu sefer de üniversite öğrenimi görmüş bir genç vurulan.
Onların neyin mücadelesini verdiğini anlayamıyorum. Belki de biz cahil düşünüyoruz,
belki de onlar çok haklı davalarında... Sonuçta askerle çarpışması çok
iyi bir şey değil. Devlet ile nasıl bir girişim yapacaksalar öyle çözsünler.
(Ağustos 1998, Samsun)
1972, Samsun doğumlu, ilkokulu bitirdi. 1992-1994 arasındaki askerliğe
Hatay'da başladı, jandarma komando olarak Tunceli, Ovacık'ta bitirdi. Su satıyor.
GAZİ OLMANIN MÜKÂFATI, KIZ DA VERMİYORLAR!
|